• 27 Aralık 2016
  • Düşünbil Portal
  • 0
Paylaş

Yine öyle olabilir

1970’te milyonlarca insanın içinde yer aldığı bir çevrecilik hareketi olan Dünya Günü gösterilerinden bu yana vuku bulmuş birkaç radikal eylemden en önemlisi olarak gösterilebilecek diriliş hareketi, yeni başa geçen Trump Hükümetinin seçmen kitlesini kutuplaştıracağa benziyor.

Geleneksel Sioux toprakları üzerinden geçmesi düşünülen Dakota Erişim Boru Hattı’nın rotasını çevirerek herkesi şaşırtan Standing Rock direnişi, hukuki davalar ve yüksek seviye lobicilik faaliyetleri ile ses getirdi. Böylelikle Standing Rock nöbeti günümüz çevrecilik hareketi eylemlerinin çok ötesine geçti. Mahkemeler ve kanun koyucular iklim değişikliğine işaret ederken, sıkı bir iklim değişim inkarcısı olan Myron Ebell, Çevre Koruma Örgütü denetleme ekibinin başına geçti, ve bunu Scott Pruitt izledi. (Scott Pruit bir fosil yakıt endüstrisi müttefiki ve başkan Obama’nın iklim politikasına karşı yürütülen yasal stratejinin de ana mimarıydı.) Kamu arazilerinin genişleyen madencilik ve sondaj çalışmalarına açılması fikri, çevresel duyarlılığa sahip kitleler için durumu bir ölüm kalım meselesi haline getirdi ve daha sert tepki göstermeye başladılar.

Daha çatışmacı bir hal alan çevrecilik hareketi Standing Rock’ın yerli Amerikalı aktivistleri tarafından destek gördü ve o bölgede ordu mühendislerinden önce görev yapmış kıdemli askerler, tartışmalı boru hattı güzergahını onaylamadıklarını duyurdu. Ayrıca giderek büyüyen çevrecilik akımı, zengin fon sahipleri ve kurumsal ortaklarla ilişkilerin gerilmesine sebep oldu. Aktivistlerin son yıllarda ortaya çıkan diğer hareketlenmelerin eylemcileriyle ittifak kurup kurmamaları konusunda bir karar vermeleri gerekecekti. Bunlardan biri de fosil yakıtlardan vazgeçme çağrısında bulunan Siyah Hayatlar Hareketiydi. Bu hareketin aktivistleri genellikle yoksul ve siyahi halkın yaşadığı mahallelerde yoğunlaşan atık tesislerine, çöp yakma fırınlarına ve diğer kirlilik kaynaklarına dikkat çekiyor. Bunlar, iklim sorunlarından fosil yakıt endüstrisini sorumlu tutan ve bunun için yenilenebilir enerji kaynaklarına geçiş sözü veren Bernie Sanders tarafından da gündeme getirilen sorunlardı.

1980’lerde ana akım çevrecilik öz varlığını çok elit, çok beyaz, çok güzel manzaralara ve çok karizmatik canlı türlerine odaklandığı için eleştirmiş ve çevreci adalet hareketi olarak adlandırılan sosyalist bir mücadele olma yoluna doğru gitmiştir. Çevreciliğin kökleri bugün çoğu insanın hatırlamadığı kadar eski bir tarihe uzanır. Onlarca yıldır, çevrecilik ve bugün adına çevreci adalet dediğimiz hareket birbiriyle derinden ilişkilidir. Yeryüzünün ve savunmasız insan topluluklarının önem derecesi ise hep aynı kalmıştır. Çalışanları güçlendirmek, halk sağlığını korumak ne ise toprağa bakmak da aynı şeydir. Hepsi aynı çabanın mahsulüdür. Belki bugün o eski çevreci hareketlenme ruhuna yeniden bürünme vaktidir.

Çevrecilik, Trump’tan önce varoluşsal zorluklarla mücadele etmişti. 1980’lerin başında Reagan hükümeti döneminde Çevre Koruma Kurumu EPA’nın yönetimine ve İç İşleri Bakanlığına çevrecilik karşıtı kişiler atandı, hukuki davalar ve politik baskı yoluyla 1970’lerin çevreci kadrosu boşaltıldı. Ancak meşru değişime karşı direniş gösteren gruplar her zaman var olmuştur ve bazen bu gruplar oldukça radikaldir. Federal toprakları yönetme ya da Nesli Tükenmekte Olan Canlılar Kanunu, Temiz Su Kanunu gibi kanunlar aracılığıyla özel faaliyetleri düzenleme yetkisine sahip federal hükümeti reddeden bir grup batılı vardı. Bu radikal eylemcilerden bazıları o sene Doğu Oregon’daki Malheur Vahşi Yaşam Alanı Sığınma Evinin işgali olayına karışmışlardı.

Çevreci adalet hareketi savunucuları, ana akım çevreci kanunları hakkında üç büyük eleştiride bulunmuştur:

Bunlardan ilki; çevresel zarar ve faydaların nasıl dağıtıldığının hiç konuşulmaması. Bu dağıtım ekonomik durum ve ırk ayrımcılığın sebep olması açısından özellikle önemli bir meseledir. Bu eleştiri çevreci adalet hareketini doğuran halk mücadelesinin getirdiği bir eleştiridir: Çöp toplama yerlerinin, tehlikeli atık tesislerinin, çöp yakma fırınlarının kurulacağı alanların belirlenmesi ve genellikle yoksul ve siyahi vatandaşların yaşadığı mahallelerde elektrik santrallerinin kurulması meselesine yönelik eleştiriler tartışmalara sebep olmaktadır. 1970’lerin çevre kanunları çok şey başarmıştır ama bu eşitsizliğin önüne geçememiştir.

İkincisi, çevreci adalet öncelikli çevresel sorunların neler olduğu konusunda ana akım çevrecilikle aykırı düşmektedir. Çevreci adalete göre, ana akım çevrecilik güzel dış mekanlara odaklanmaktadır, kırsal bölgelere karşı önyargılıdır, mahalle ve iş yerleri gibi sonradan oluşturulmuş yaşam alanlarının problemlerine yeterince eğilmemektedir. Bazı aktivist akademisyenlerin dile getirdiği gibi en çok önem vermemiz gereken konu yaşadığımız, çalıştığımız, okuduğumuz, eğlendiğimiz ortamların doğal alanlar olup olmadığı konusudur. Hali vakti yerinde kişiler daha çok temiz ve güvenilir yaşam alanlarını tercih ederlerken, örneğin yeşil ekolojik binaları şehir hayatından bir kaçış olarak görürlerken, yoksul insanların seçim şansı pek yoktur, genellikle çevre dostu olmayan bölgelerde otururlar.

Ana akım çevreciliğe getirilen üçüncü eleştiri ise, savunucularının mahkeme ya da yüksek seviye lobicilik gibi kalburüstü yöntemler dışında başka bir mücadele yöntemi denememeleri. Bunlar yeterince işe yarayan yöntemler değil. Bu şekilde sadece avukatlar, ekonomistler ve çevrebilimciler gibi uzman kişilerin oluşturduğu bir hareket ortaya çıkar ama asıl çevresel sorunları yaşayan halk bu hareketin dışında kalır.

Çevreci adalet aktivistleri ve akademisyenler ana akım çevrecilik kanunlarını hedefe oturturlar ve yasalara, temsilciliklere, uzmanlara, 1970’lerde ve 1980’lerin başlarında az çok bugünkü formlarını almış savunma örgütlerine hitap ederler. Çevreci adaletin getirdiği eleştiriler oldukça önemlidir fakat onların göz ardı ettiği bir şey vardır. Bugün dar görüşlü buldukları ana akım çevrecilik kendi döneminde güncel bir gelişmeydi. O dönemin koşulları altında değerlendirirsek ana akım çevrecilik bugünün çevreci adalet hareketi olarak görünür. Bu sebeple yukarıda saydığımız eleştirileri tarihi ve geleneksel bağlamda ele almamız gerekir Yüzyılı aşkın bir süredir, bu hareketin içinde yer alan aktivist ve akademisyenler her zaman adalet, eşitsizlik ve toplum üzerindeki siyasi ve ekonomik güç konularıyla alakadar olmuşlardır.

Grand Kanyon hakkında konuştuğumuzu söyleyenler… Harlem ve Watts’ı konuşmadığımızı mı zannediyorlar?

Bu hareketlenme neydi peki? Bu konuyu temellendirebilecek birçok örnek var. 1960’lardaki iki sembolik çevrecilik gelişimi 1964 Yaban Hayatı Sözleşmesi’nin içeriğinde yer almış ve Rachel Carson’ın 1960 ve 1962 yılları arasında yayımlanan kitabı Silent Spring’de değinilmiş. Yaban Hayatı Sözleşmesi 40 milyon hektardan fazla el değmemiş kamusal araziyi koruma altına almış ve 1872’de kurulan ilk milli park Yellowstone’u da kapsayan birçok araziyi koruma altına almayı başarmakla büyük bir zafere imza atılmıştır. Burada ana mesele sadece el değmemiş, insan gürültü ve kirliliğinden uzak vahşi tabiatın koruma altına alınmasıdır fakat insanların yaşadığı, çalıştığı, vakit geçirdiği, eğitim gördüğü alanları kapsamamaktadır.

Carson zehirli bir dünyayı tasvir ettiği kitabında zirai ilaçların havayı, suyu, toprağı kirlettiği; bu zehirlerin insanların ve hayvanların içine kadar işlediği; her tarafa hastalıkların ve ölümlerin yayıldığı bir felaketten bahsetmiştir. Carson insanlar arasında yaygın bir çevre bilincinin aşılanmasına yardımcı olmuştur. Ayrıca kaygılı ve duyarlı bir çevreci olarak 1970’li yılların çevre kirliliği karşıtı yasalarının çıkarılmasında da etkin pay sahibidir.
Ne yazık ki pek çok doğa tahribatına sebep olan zirai ilaçların anlatıldığı bu muhteşem kitap Kaliforniya ve Florida’daki birçok zirai ilaçlara doğrudan maruz kalan Latino çiftlik işçileri tarafından görmezden gelindi. Zirai ilaçların mağdurları Carson’ın ifadesiyle kasabaya benzeyen küçük yerleşim bölgelerinde veya Amerikan banliyölerinde yaşıyorlardı. Beyaz ve kuzey Avrupa kökenlilerdi ve ücretli çalışan değillerdi. Bu sebeple Carson, ana akım çevreciliğinde olduğu gibi Yaban Hayatı hareketinin de başlangıçta dar kapsamlı bir mücadele olduğunu vurgulamaktadır.

 Silent Spring ve Yaban Hayatı Sözleşmesi hareketlenmeleri eski çevrecilik anlayışını sonlandıran ilk çalışmalardır. Bu öncü çalışmalar, uzun soluklu çevreci adalet hareketinin ilk kıvılcımlarıdır. El değmemiş doğa için yapılan çalışmalar 1935’te kurulan Yaban Hayatı topluluğuna yol gösterici olmuştur. Kurucu üyelerden çevre planlamacısı Benton MacKaye aynı zamanda Appalachian Yürüyüş Yolu fikrinin de yaratıcılarındandı. MacKaye inşa edilmiş ve endüstriyel ortamın yapaylığının, el değmemiş toprakların doğallığıyla aynı ölçüde olduğunu ifade ediyordu. Onun çevreci yaklaşımının önemli bir örneği de metropolitan akışlar olarak adlandırdığı fikirdir. Hudson nehri ve Atlas Okyanusundan batıya esen rüzgarları, Büyük Göller’deki yük gemilerini, Avrupa’dan çıkan tahıl yüklü buhar gemilerini ve her gün işçileri şehre getirip götüren kara ve demir yollarını kapsayan bir yürüyüş yolu projesi. MacKaye, hareketin iki önemli destekçisi olan fabrika işçilerinin ve doğal yaşam savunucularının mücadelesinden güç alarak, iş yerlerinden el değmemiş ormanlara kadar tüm çevreyi yaşanabilir alanlar haline getirmeyi ve insanları buna teşvik etmeyi amaçlamıştır. Bu geniş çaplı ve yoğun bir şehir ve ulaşım ağı planlamasını gerektiriyordu. Ona göre Yaban Hayatı hareketi, tabiat ve yaşam alanlarının düzenlenmesinde büyük rol oynamıştır.

Yaban Hayatı aktivistlerinin çevrecilik dışında başka alanlar da benzer duyarlılıklar gösterdiğini söyleyebiliriz. Örneğin, MacKaye’nin proje ortağı ve Yaban Hayatı topluluğunun başkanı Robert Marshall aynı zamanda Amerikan Sivil Özgürlükler Birliği Washington D.C. şubesinin başkanıydı ve Amerika yerlilerinin egemenlik ve bağımsızlığını güçlendiren reformlarda büyük rol üstlenmiş bir sosyalistti. Marshall’ın çevreci hassasiyeti onun sosyal adaletçi kimliğinin bir parçasıydı sadece. Marshall her ne kadar ruhsal ve manevi yönden rahatlamak için gündelik hayattan uzak bir yere kaçmanın şart olduğunu düşünse de kendi ülkülerinin gerçekliğinden asla uzaklaşmamıştır. Marshall ve McKaye’nin kurduğu Yaban Hayatı hareketi, şehirde yaşayan ve fabrikada çalışan insanlar için yaşanabilir bir alan oluşturmanın, devletin ekonomi ve sosyal yaşama ilişkin atacağı adımların hassasiyetini taşıyan bir oluşumdur.

Silent Spring’de sözü geçen çalışmaların tümünde önemli katkısına rastlanan akademisyen Wilhelm Heuper kariyerini sentetik kimyasalların yeni yapay çevresi olarak tanımladığı endüstriyel ortamın içindeki zehirli atıkları araştırmaya adamıştır. Onun amacı sağlıklı yaşam alanlarını bu yeni zehirlere karşı korumak ve sadece toplumsal ayrıcalıklara sahip, elit, küçük bir sınıfın sağlığı için değil herkesin sağlığı adına bunu başarmaktı. Alice Hamilton’ın öncülüğünü yaptığı endüstriyel zehirli atıklar alanında çalışmalarını yürüten Heuper fosfor ve diğer kimyasalların insan vücuduna yaptığı tahribatı anlamak için fabrikalara giren, işçilerle birlikte aynı havayı soluyan bir kamu sağlığı araştırmacısıydı. Aynı zamanda kamu sağlığı aktivisti kadınlar tarafından kurulan İşçi Sağlığı Bürosu, iş yerlerinde ortaya çıkabilecek tehlikeleri araştıran bağımsız sendikalar gibi oluşumlar da Heuper gibi endüstriyel kimyasalları işçiler gözünden anlamaya çalışan yapılardı. Carson eserinde endüstriyel zehirli atıkları konu edinmiş, sosyal reformların öncüsü çevreci hareketlenmeleri kendine dayanak almış, hem işçilerin gücünü arttırmaya hem de 20.yüzyıl endüstrisinin yönetim anlayışını iyileştirmeye çalışmıştır.

Günümüzün çevreci adalet eleştirmenleri tarafından dile getirildiği gibi, kirliliğin önlenmesini ve tehlike atık maddelerin imhasını düzenleyen kanunlar bunun ne şekilde dağıtıldığından söz etmiyor. Eğer siz ülkenizin gittikçe daha eşitlikçi bir yer olduğunu düşünüyorsanız çöp ve tehlikeli atık maddeler gibi kirlilik unsurlarının dağıtımı konusunu gündeminiz dışı bırakmak kolayca yapacağınız bir hata olur. Son dönemlerdeki çevreci adalet hareketi ırk ve ekonomik düzey açısından toplum hiyerarşisinde alt sıralarda yer alan sınıfların yaşam alanlarına çevresel atık dağıtımının yapıldığı gerçeğini ortaya çıkarmıştır. Oysa eşitsizlik gelecek yıllara ait bir mesele olarak görülmüyordu. Muskie gibi kanun yapıcılar çevre kanunlarının yoksulluğun ve ayrımcılığın önüne geçecek, halk sağlığını iyileştirecek, iş yerlerini daha güvenilir ve çevreyi daha yaşanabilir hale getirecek reform yasaları tarafından destekleneceğini düşünüyordu. Aksine 1970’lerle birlikte eşitsizlik geri döndü ve cesur sosyal reformlara verilen siyasi destek son buldu.

Durum daha da kötüye gitti. Yüksek mahkeme, sınıflar arası eşitliğin sağlanmasına yönelik çevre kanunlarının üzerindeki korumayı yasaların eşit koruyuculuğu görevi kapsamında kaldırdı. 1976 ve 1979 yılları arasında çevre mevzuatlarının büyük ölçüde yazıldığı dönemin ardından yüksek mahkeme mevcut anayasal normları benimsedi. Ayrımcılığa maruz kalmış davacıların itiraz ettikleri hükümet müdahalesinin ayrımcılık amacı taşıdığını ispat etmeleri gerekiyordu. Ağırlığın adaletsiz bir şekilde dağıtıldığını göstermek yeterli değil. Bir zamanlar yasal itiraza sebep olabilecek adaletsizlik bugün çevre kanunlarını açıkça ihlal etmediği sürece yasaldı. Oysa o dönemin çevre kanunlarını hazırlayanlar eşitsizliği hiç akıllarına getirmemişlerdi.

Günümüz çevresel adalet hareketi, ana akım çevreciliğin kalburüstü savunuculuğu öngören anlayışını suçlu bulur. Bu, çevresel kanunların sürekli bir özelliği değil fakat belirli kurumsal kararlar nedeniyle 1970’lerde gelişti. Hikayenin kilit noktası Ford vakfının yeni grupların oluşmasına katkı sağlayacak kritik yatırımlar yapmasıydı. Bu gruplar çevre hukuku alanının genişlemesine katkıda bulundular: Çevre Kanunları Enstitüsü, Doğal Kaynaklar Savunma Konseyi, Çevre Savunma Fonu ve diğerleri. Ford Derneği avukatların toplumsal rollerini ve tarihçilerin “hukukta liberalizm” olarak adlandırdığı sosyal reformları güçlendirmek amacıyla burs dağıttı. Hukukta liberalizm, avukatları çoğulcu demokraside sesini duyuramamış aykırı düşüncelerin sesi olarak görür. Bu aykırı sesleri mahkemelere taşıyabilirseniz, elbette tarafsız bir hakimin önünde, onların görüşlerine saygı duyulmasını sağlayabilirsiniz. Çevre hukuku kurumları hukuk alanının bakış açısıyla şekillendirilmiştir. Ford derneği de hukuk okulları, ABA gönüllülük ilkeleri ve yoksulluk hukuku hizmetleri aracılığıyla hukuki bakış açısının yayılmasına yardımcı olmuştur.

Hukukta liberalizmin reformist amaçları oldukça sağlam temellere dayanıyordu ama bir sosyal değişim modeli olarak bazı kısıtlayıcıları vardı. Elit sınıflarca yönetiliyor ve uzman görüşleri dayanak alıyordu. Savunucuları “kamu yararı” kavramını konsensüel(1) bir bakış açısıyla ele almaya eğilimliydi, onlar hakimler ve temsilcilikler gibi karar verici mekanizmaların izinden gidilmesi gerektiğini düşünürdü. Sonuç olarak onlar umutlarını mahkemelere bağladı fakat dönemin hakimleri 1960’lı yıllarda sahip oldukları yapısal değişimin öncü müfrezesi olma misyonlarını artık kaybetmişlerdi. Bu kurumlar çevreciliği mobilize edilmiş büyük ölçekli halk hareketlenmeleri ile yürütmemiş, onun yerine sadece avukatlar ve uzman kişiler tarafından şekillendirilen ve orta sınıf kitlesel gruplar ile zengin bağışçılar tarafından finanse edilen bir çevrecilik hareketini dayanak alarak yürütmüştür. 1970 Dünya Günü’nde Amerikan tarihinin en büyük kitlesel seferberliği olan hareketin mücadeleci ruhundan uzaklaşılmıştır.

1930’larda olduğu gibi 1970’lerde de çevreciliğin farklı yorumları vardı, bunlar kazanan yorumlardan daha az uzmanlık gerektiren ya da daha çok tartışmaya sürükleyen yorumlardı.
1970’lerin başında Madenciler için Demokrasi olarak adlandırılan bir isyancı işçi örgütlenmesi Amerika Maden İşçileri kurumunun yönetimini kısa süreliğine ele geçirdi. Onlar yozlaşmış sendika liderlerine karşı savaştılar ve o liderlerden birini evinde öldürdüler. İşçiler madenlerde güvenliği sağlayacak düzenlemelerin yapılması için baskı yapıyorlardı, çünkü her sene maden kazalarında yüzlerce insan ölmekte ve binlercesi de mesleki hastalıklarla yavaş yavaş ölmekteydiler.

Her ne kadar bu olaylar bunları hatırlayan son birkaç kişi tarafından bile artık unutulmuş olsa da madenler çevre sorumluluğu bilinciyle yapılmıyorsa yani dağlar ve akarsular tahrip edilmeden madenler yapılamıyorsa o zaman madencilerin bu işi yapmayı reddetmesi gerektiği savunuldu. Hem işyerlerinde güvenliği sağlayan düzenlemelerin hem de çevreci şartların grevlerle kabul ettirilmesi amaçlandı. Batı Virjinya’daki madencilerin yüzde doksanı izinsiz bir greve gitti ve kömür endüstrisi aylarca çalışmadı. Emekli ve mesleki hastalıklara yakalanmış engelli madenciler için bir dizi sağlık yardımı hakkı kazanıncaya kadar grevlerini sürdürdüler. Rachel Carson’a destek veren 1930’ların aktivistlerinde olduğu gibi onlar için de işyerleri, ormanlar ve su kaynakları doğanın birer parçasıdır ve işçiler kendi haklarını kendileri savunmalıdır.

Amerikan tarihinin en büyük kitlesel seferberliği olan 1970 Dünya Günü hareketinin mücadeleci ruhundan eser kalmadı

Onlar sandığınız kadar sıra dışı değillerdi. İlk Dünya Günü’nün en önemli fon sağlayıcılarından biri olan Amerika Otomotiv İşçileri Sendikası’nın başkanı Walter Reuther sendika çatısı altında ilerici bir sosyal gündem planının yürütülebileceğine inanan sıkı bir çevreciydi. Bu gündem planı daha sonrasında kendi üyelerinin çıkarlarından fazlasını kapsamaya başladı (Örneğin; Reuther NAACP Hukuk Savunma Fonu’nun gelişmesine de yardımcı olmuştur.) 1970’lerin başında bir uçak kazasında hayatını kaybettiğinde, sendikalar birliğinin yönetimle toplu pazarlığa oturacağı toplantıda sendika başkanlarına sunulmak üzere çevresel meselelere katılma önerisi taslağını hazırlıyordu. Bu öneri örgütlü iş gücünü endüstri içerisinde kirlilik karşıtı bir unsur haline getirecekti.

1980’lerin başında, önemli çevreci gruplar etkinliklerini bir plan çevresinde koordine ettiler ve sosyal ve ekonomik eşitsizliği, alt sınıf nüfusun zayıflığından faydalanan çevresel ayrımcılığı ya da işçi sağlığını tehdit eden bir takım çevresel faktörleri biraz olsun önemsemeye başladılar. Çevresel adalet hareketi, bunu ana akım çevreciliği suçlayarak yapıyordu. Birçok sebepten dolayı, çevreci adalet hareketi savunucuları haklıydılar ama hiç kimse son gelişmelerin farkında değilmiş gibi görünüyordu. Çevresel adalet hareketi savunucuları sınırlı faaliyet alanına sahip ana akım çevreciliğin çevresel adalet hareketinden çok da eski olmadığına dikkat çekiliyordu. İronik bir şekilde, eleştiri yapanlar ana akım çevreciliği ilişkili olduğu alanlarda, kendi aktif bölgelerinde ve stratejilerinde her zaman dar kalıplarla ilerleyen kalıcı bir hareketlenme olarak görmeye eğilimliydiler. 1980’lerin sonları ve 1990’larda bu bakış açısı çevresel atıkların eşit olmayan dağılımı hakkında hazırlanan son derece önemli ve dikkat çekici raporlardan, çevreci ve tarihçi Bill Cronon tarafından yazılmış The Trouble with Wilderness makalesi gibi önemli bilimsel yazılara kadar siyasi ve hukuki alanlarda kendisini göstermiştir. Bir dönüm noktası olarak kabul edilen The Trouble with Wilderness çevreciliğin dar kapsamlı bir orman ve su kaynakları planlamasının bir ürünü olduğu ve az sayıda seçkin sınıfların bunu ülkenin kuruluşuna kadar götürdüğü tanısını koymuştur. Böylece uzun soluklu çevresel adalet hareketi gündemden düştü.

Bunu bugün hatırlanır kılan farklılık nedir?

Öncelikle bazı şeyler değişebilir miydi? Belki Reuther gibi destekçiler ya da önce çevrecilik ve insan hakları hareketlenmeleri arasında güçlü bir bağ kuran Ford Vakfı ve sonrasında yapısal eşitsizliğe ve liberal iyimserlikle ilgili bazı ciddi şüphelere yapılan önemli vurgular hem mevzuatların hem de çevre kanunlarını tanımlayan kurumların farklı planlanmasına yol açabilirdi. Eğer bazı örgütlü işgüçleri saldırgan bir tavır alsaydı ve sosyal duyarlılığı olan çevrecilik anlayışı 1970’lerin başında gündeme gelseydi ve Ford gibi liberal organizasyonların yanı sıra yeni çevreci gruplar finanse edilip desteklenseydi ve zengin bağışçılar bu grupların destekçisi olsaydı o zaman ana akım çevrecilik çevresel adalet hareketine daha çok benzeyebilirdi.

Tarih tekerrür eder mi bilinmez. 1960’lar boyunca süren çevresel planların dar kapsamlılığı ve Ford Vakfı’nın hukukta liberalizm vizyonu Soğuk Savaş yıllarındaki Amerika Birleşik Devletleri’nin tüm politik ekonomisi ve politik kültürüyle bağlantılıdır. İş gücünün çevrecilerle birlikte ekonomik meşru müdafaaya ve sıfır toplamlı rekabete indirilişi 1970’lerde tüm Kuzey Atlantik’i etkileyen eşitsizlik ve yetersizlik sonucunun bir parçasıdır. Geniş reform planlarının hatası yeni çevre kanunlarının Muskie gibi senatörler tarafından 20.yy refah devletlerine karşı politik bir başkaldırının parçası olacağı zannedilmesidir.  Yapısal eşitsizlik çevresel zararların dağıtımının ırk ve sınıf açısından ayırıcı özellik taşımasına neden olmuştur.

Aktivistler ve yöneticiler geleneksel anlamda çevresel olarak ele alınmayan eşitsizlik sorunlarını aramalıdırlar.  Beş yılda çiftlik ekonomisine sübvansiyon olarak 65 milyon doları aşkın bir miktarı pompalayan Çiftlik Yasası mısır şurubu ve soya yağı gibi nispeten ucuz kalorili besin maddelerini daha pahalı hale getirmektedir. Bu fiyat düzensizliğinin obezite, ırk ve yoksullukla bağlantılı olan diyabet gibi hastalıklara sebep olduğu hususu muallakta ancak akla yatkın. Çevreciler yiyecek sistemindeki tehlikeleri tıpkı su ve hava konusunda yaşanan tehlikelerde olduğu gibi dikkate almalıdırlar. Beslenmenin kişisel tercihlere bağlı olması söz konusu adalet sorununu ortadan kaldırmaz. Nerede çalışacağına ve ne yiyeceğine karar verirken seni kısıtlayan faktörler hukuki ve ekonomik eşitsizlik tarafından tanımlıdır. Çevreci adalet hareketi anlayışına göre seni hasta eden ya da öldürecek olan işi sen seçtiysen bu bir çevre meselesi olmaz, aynı şey bugün yediğin öğle yemeği için de geçerlidir.

Aktivisitler ve akademisyenler çevre politikasının açık bir şekilde dağıtımlı kararlar verdiği durumlara bakmalı, hukuki ve siyasi hesap verilebilirlik standartlarına nelerin yol göstermesi gerektiğini sormalıdırlar. Kaliforniya’nın yakın tarihli iklim değişikliği mevzuatı, toplulukların çevre sorunları için harcama yapacağı büyük bir gelir havuzu üretmektedir. Peki, bunun ne anlama geldiğine kim karar verecek ve kriterler ne olacak? Farklı yerlere, toplumun farklı kademeden çevresel zararlara maruz kalmış hiyerarşik sınıflarına hitap edebilmek için ve nesiller boyu aktarılan eşitsizliği düzeltebilmek için kirliliğin ve iklim değişiminin zararlarını önlemekten fazlasını ifade eden daha büyük bir ülkü yaratılabilecek mi? Aynı sorular Meksika Körfezindeki Deepwater Horizon petrol sızıntısında harcanan destek fonu ve ulusal ya da uluslararası karbon vergisi ve emisyon sistemi ticareti için de sorulmalıdır.

Bunlar sadece başlangıç noktalarıdır. Diğer öncelikler yeni müttefiklerden gelebilir. Hatta belki işçi hareketi, Fight for Fifteen gibi savaşan seçmen hareketleri yeni ortak noktalar bulacaklardır. Çevrecilerin uzman olmayı ya da uzun yıllar süresince inşa ettikleri kurum ve kuruluş ittifaklarını terk etmesine gerek yoktur. Ancak misyonlarının açık bir şekilde teknik olmanın ötesinde olduğu bilinmelidir. Onlar her noktası saldırı altında olan dünyayı ve en savunmasız toplulukları küresel iklime karşı korumaya çalışmaktadırlar. Ekonomik güç, ırk eşitsizliği ve yerli halkların mücadeleleri isteğe bağlı veya tamamlayıcı nitelikte değildir. Bunlar yürek işidir.

Çevirmen: İpek Çavuşoğlu
Yazar: Jedediah Purdy
Kaynak: The Atlantic

(1) Birkaç bilir kişinin görüşlerini dikkate alan

Düşünbil Portal’da yayımlanan, Düşünbil yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır.


Paylaş

Düşünbil Portal

Düşünbil Portal, bilim, felsefe ve psikanaliz alanlarında yazılı ve görsel içerikli makale, deneme ve çeviri yayınlayan çok içerikli bir portaldır. Genel okur-yazar kitlenin bilinçlenmesini ve farkındalık kazanmasını amaçlamaktayız. “Düşünen her insan gençtir” vizyonu ile her genç insana hitap etmeyi amaçlayan Düşünbil Portal, dergi ve etkinliklerle bu amacını geliştirmektedir.

https://www.dusunbil.com