Düşünbil Portal

1. Dünya Savaşı Picasso’yu Nasıl Etkiledi?

Guernica

Paylaş

1.  Dünya Savaşı‘nda tarafsız kalan İspanya’nın bir vatandaşı olan Pablo Picasso, hiç savaşmadı.  Ancak, Fransız arkadaşlarının bir bir savaşa katıldığına; savaş yıllarını Paris’te geçirmek üzere yollara düştüklerine tanık oldu.  Döneminin önde gelen modernist sanatçılarından biri olarak toplumdan ayrılan Picasso, yine de doğup büyüdüğü toprakları çevreleyen savaşın etkisinden kaçmayı başaramadı.  Barnes Foundation, 9 Mayıs 2016’ya kadar ziyarete açık olan “Picasso: The Great War, Experimentation and Change” (Picasso: Büyük Savaş, Deneyim ve Değişim) sergisinde tam da bunu konu alıyor: 1. Dünya Savaşı Pablo Picasso’yu ve sanatını nasıl etkiledi?  Savaş deneyimi, Picasso gibi sürekli tarz değiştiren bir ressam için bile köklü sayılabilecek değişimlere yol açtı ve devamında gelecekler için adeta bir zemin hazırladı.

1914’te Avusturya Arşidükü Franz Ferdinand’ın öldürülmesiyle jeopolitik domino taşlarının ilki devrilmiş oldu. Aynı dönemlerde Picasso ise adı modern sanatla, özellikle kübizmle özdeşleşmiş bir ressamdı. Still Life with Compote and Glass (Komposto ve Camlar Natürmortu) gibi eserleri Picasso’nun yalnız içtenliğini vurgulamakla kalmadı, ayrıca onun, tabloda yer alan oyun kartlarındaki noktacı resim motiflerinde de görebileceğimiz sürekli yeni şeyler deneyişinin de bir göstergesi oldu.  Hiçbir etiketin kalıbına sığmayan Picasso sınırları zorladı, bir tarzdan diğerine derken neredeyse hepsini bir kez denedi.  Dönemin Parisli sivillerinin kübizm ve diğer modern akımları düşmanla özdeşleştirmeye başlaması, Picasso’nun deneylerine hız kazandırdı.  Sergiyi düzenleyen Simonetta Fraquelli, katalogda “‘Boche’ diye aşağılanan kübizm Almanlarla özdeşleşti ve milliyetçilik dışı bir kavram oldu.” diyor.  (Sergide savaş dönemi histerisinin kübizmi silip süpürüşünü mükemmel yansıtan bir kısa film de mevcut.)  Picasso hiç cephe yüzü görmedi; ancak sanatıyla ilgili yanlış anlaşılmalarla sürekli savaştı.

Böylece büyük modernist Picasso, 1914’te savaşın alıp götürmediği yegane dostlarından Max Jacob’ın Fransız tarzı, natüralist ve neoklasik bir portresini yaparak tarzdaş olduğu ressamları şaşkınlığa uğrattı.  Hem Kübist hem natüralist resimler yapmak nasıl mümkündü?  Picasso’nun -sonraları karısı olacak- Olga portresi gibi çizimleri modern sanatın yüzüne bir tokat gibi indi, adeta estetiğin kum saatini tersine çevirdi.  Fraquelli bu durumu “inkar” etmiyor da, “bu iki sanatın -kübizm ve neoklasisizm– taban tabana zıt olmadıklarını; aksine birbirlerini tamamladıklarını”; hatta Picasso’nun bazı eserlerinde birlikte dahi bulunduklarını savunuyor. 

Bu bir arada var olma durumu Picasso’nun Studies (Çalışmalar) adlı resminde de görülüyor. Resimde kübizm ve neoklasisizm kelimenin tam anlamıyla aynı çerçevede, o an için ayrışmış, ancak muhteşem bir şekilde konumlandırılmışlar.  Picasso bir kadın başını, ellerini, ve plajda dans eden bir çifti minyatür, kübist natürmortta hapsetmiş.  Görsel sınırlara rağmen stiller birbirlerine karışıyorlar – kübizm, natüralizme yaklaşırken natüralizm kendi anıtsallığında evrilerek neredeyse insan olmayan bir şeye dönüşüyor.  “Picasso kübizmin düzensel yapısını korurken onu natüralistik betimin elementleriyle harmanlayacak bir yöntem bulmayı kafasına koymuştu.” diyor Fraquelli.  Ne zaman biri ona kübist, neoklasist, vatansever ya da vatan haini yaftası yapıştırmaya kalksa, Picasso hep yeni bir çıkış yolu aradı.

Picasso, önünü görebilmek için hep geçmişe danıştı – çok çok uzak geçmişten yakın geçmişe.  Modern sanatın bülbülü Picasso, Ingres’in neoklasisizmine duyduğu aşkı aldı ve Renoir’in, kıymetini yeni yeni anladığı son eserleriyle harmanladı.  Olga’nın bir başka portresi olduğunu tahmin ettiğimiz Seated Woman (Oturan Kadın) eserinde ise ressam, Ingres’in klasik üslubundan bazı elementleri ödünç alarak bunları Renoir’in şen ve tombul derisine aşılıyor.  Sergide de belirtildiği gibi, birçok kişi Seated Woman gibi savaş sonrası eserleri sakin bir “düzene geri dönüş” olarak görüyor; ancak katalog sanat tarihçisi ve eleştirmeni T. J. Clark’ın deyimiyle “Picasso’nun en iyi yönteminin, 1920 yılında insan vücudunu tekrar materyalize etmesi olduğunu” vurgulamayı seçiyor.

Picasso’nun savaş dönemi gelişiminin kırılma noktaları, kişisel hayatı ve serginin merkezi bir noktada kesişiyor: Onun Parade balesine bulaşması.  Bir oda dolusu enstantane fotoğraf 12 Ağustos 1916’yı, o eğlence dolu günü yeniden canlandırıyor: Jean Cocteau’nun, Fransa için yaptığı Kızıl Haç ambulansı şoförlüğü çıkışı, Picasso’dan; Sergei Diaghilev’in Ballets Russes şirketinin dansçıları, Guillaume Apollinaire’in librettosu ve Erik Satie’nin müziği eşliğinde sahnelenecek olan bir bale için sahneyi ve kostümleri tasarlamasını istediği o gün.  Fraquelli “Parade’den yayılan enerjinin büyük bir kısmı kaynağını Picasso’nun figürsel ögelere karşı kullandığı kübist elementlerden alır. Özellikle perdenin lirik klasisizmi ve perde arkasının saldırgan modernizmi arasındaki tezattan.” diye yazıyor katalogda.  Çinli Hokkabaz için olan da dahil olmak üzere Picasso’nun kübist kostümleri, kelimenin tam anlamıyla kübizmi sahnedeki figüratif gerçekliğe taşıdı.  Sergide, Parade’dan performansları ve dev kostümlerin rekreasyonlarının belli belirsiz üzerinizde süzülüşünü izlerken; Picasso’nun esere dahil olma arzusunun eserle kurduğu işbirliğinden doğan enerjiyi hissediyorsunuz.

Parade, yalnızca Picasso’nun tarzında bir kesinlik arayışını tazelemekle kalmadı, ona (sonraları eşi olacak) Olga Khokhlova‘yı takdim ederek aşk hayatını da canlandırdı.  Katalogdaki yazısında Kenneth E. Silver “böyle (Parade’daki gibi) ikilikler kurmakta ve bunları özellikle kışkırtıcı yönleriyle kullanmakta uzman” sözleriyle Cocteau’nun da hakkını veriyor.  Picasso, Parade’in olumlu bir kışkırtıcılığı olduğunu düşünürken toplum ne yazık ki tam tersi yönünde karar kılmıştı.  Cocteau’nun klasik bale tarzıyla modern sanatı birleştirme hayali toplum tarafından pek de hoş karşılanmadı, diyor Fraquelli, “klasik dansın hayalperest dünyasına özlem duyuyordu, modern hayatın ve popüler kültürün tam ortasına dalmaya değil.”  Çeşitli arbedeler yaşandı; ancak işler iyice sarpa sardığında başı sargılı, üniformalı Apollinaire bile dansçıları ve set ekibini, öfkeli kalabalık tarafından boğazlanmaktan son anda kurtarabildi.  Parade’in fiyaskoyla sonuçlanması dönemin ruhunu yansıtıyor, ve tabi Picasso’nun stil arayışında boyundan ne kadar büyük işlere bulaştığını da.

Picasso çeşitli türler arasında gidip gelmeye devam etti- şizofrenik bir biçimde değil tabi- ancak bu arayışta tek gayesi tüm sınırlardan uzaklaşıp ufkunu genişletebilmekti.  Sergide, onun aniden tarz değiştirme yeteneğini ve resme farklı yaklaşımları birleştirmedeki uzmanlığını mükemmel bir şekilde ortaya koyan örnekler olarak, Picasso’nun 1918’de resmettiği Pierrot (Palyaço) ve 1924’te çizdiği Harlequin Musician (Soytarı Müzisyen) gösteriliyor.  Sabit olan tek şey, Picasso’nun dünyayı ve içinde yaşayanları yansıtmak için durmaksızın yeni bir metot, yeni bir yaklaşım arayışı.  Frequelli, Pierrot’nun aslında realist olduğunu, ancak kederinin “Giorgio de Chirico’nun ilk metafizik eserleri gibi muammalı, insana sıkıntı veren bir havayı” çağrıştırdığını söylüyor.  Bir diğer yandan, sözde donuk, analitik kübist bir eser olan Harlequin adeta bir neşe, bir coşku patlaması, belki de sırılsıklam aşık bir adamın realist bir portresi.  Picasso bizi hangisinin daha ‘real’, daha gerçek olduğunu sorgulamaya itiyor.

Picasso’nun ‘real’ resmi ne?  Neoklasik realizmi, bam telimizi titretecek çocuksu bir heyecana indirgediği güçlü çizgiyle harmanlayan savaş sonrası otoportresi mi?  “Picasso: The Great War, Experimentation and Change” Picasso’nun ‘real’ resmine ait detayları ortaya çıkarıyor, özellikle onu en iyi Guernica’nın, savaş gazisi 20. yüzyılın en güçlü sanatsal ifadesinin yaratıcısı olarak bilenler için.  1.Dünya Savaşı’nın ikinciye zemin hazırlaması ve onu katalizlemesi gibi; Picasso’nun 1.Dünya Savaşı’na verdiği sanatsal tepki, İspanya’nın tarafsızlığını kaybettiği ve katliama ortak olduğu 2. Dünya Savaşı’na verdiği tepkiyi de şekillendirdi ve ona ilham kaynağı oldu.  Küçük ama odağı sağlam bir sergi olan  “The Great War, Experimentation and Change” Picasso’nun tek arzusunun tüm ideolojilerden, dogmalardan, bizi kısıtlayan her türlü etiketten kaçıp özgür olmak olduğunu sonuna kadar savunuyor. Varolmayı ve varolmanın getirilerini keşfetme özgürlüğü, bir özgürlük eleştirisi ve savaşların en kısa sürede bitip gitmesi.

Yazar: Bob Duggan
Çevirmen: Beste Naz Yıldız
Kaynak: bigthink

Düşünbil Portal’da yayımlanan, Düşünbil yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır.


Paylaş
Exit mobile version