Hala 2013’teyken ahlak felsefesinde önemli bir kavram olan ve Alman filozof Hannah Arendt’in çalışmalarıyla yeniden meşrulaştırılan kötülük kavramının ortaya çıkışının yıl dönümünü kutlamak istiyorum. 50 yıl önce Arendt, 20. yüzyılın geri kalanında etik alanındaki tartışmaları muazzam şekilde etkileyecek bir kavram ortaya attı. Bu tartışmalar günümüzde de hala sürmekte ve muhtemelen kavramın etkilerinin de onun hayal ettiğinden daha geniş sonuçları oldu. Arendt, kötülüğün sıradanlığı fikrini ortaya atmıştı.
İlginç bir şekilde, 20. yüzyılın başlarında, özellikle de Anglo-Sakson felsefesini benimseyen filozofların neredeyse hepsi kötülük kelimesini kullanmayı bırakmıştı. İngilizce konuşan pek çok filozofun hayatın anlamındansa kelimelerin anlamıyla boğuştuğu bir dönemde bu kelime, dini bir yüktü (kötülük problemini, tanrıbilimi düşünün: iyi bir tanrı dehşet verici olayların olmasına nasıl izin verebilirdi?), fazla peşin hükümlü ve fazla ahlakiydi. 19. yüzyılda ve hatta daha da öncesinde Immanuel Kant gibi düşünürler, hem kendilerini hem de okuyucularını hayattaki nihai anlam ve değerlerle ilgili tartışmalara sokmaktan çekinmezlerdi ve kötü insan tanımı, analiz konusu olarak farklı ya da rahatsız edici değildi. Ancak, yirminci yüzyılın ortasında en akla gelmeyecek davranış Avrupa kıtasının her yerine yayıldığında ahlak filozofunun elinden ne gelir ki? “Kötü davranış” olarak mı değerlendirsin? “Batı toplumunun standartlarına göre pek çok insan tarafından uygun görülmeyen davranış” olarak mı? Yoksa “kültürel bir alt kümenin ahlaki tercihi” ya da “kültürel etkileşimin bir başka şekli” olarak mı? Yirminci yüz yılın ortalarında yaşayan bir filozof, Nazi vahşetini tasvir etmek için hangi kelimeleri kullanabilirdi? Yahudi soykırımından kıl payı kaçan bir Alman Yahudisi olan Arendt, ele geçirilen bir soykırım azmettiricisi olan Nazi memuru Adolph Eichmann’ın 1963 yılında Kudüs’te görülen davasında bulunmuştu ve onun canavar gibi görünmemesi Arendt’i şaşırtmıştı. Eichmann, aksine, korkutucu bir şekilde normal görünüyordu. Eichmann Kudüs’te: Kötülüğün Sıradanlığı adlı kitabında da yazdığı gibi, bu normallik Nazilerin terör, işkence ve cinayetlerdeki yükümlülüğünün korkunç anahtarıydı: İşkence yapan Naziler, üstlerinden gelen baskı ya da çarpık değerler ve düşünceler sebebiyle işkence yapmanın ve masum insanları öldürmenin doğru ve normal olduğu sonucuna varan normal insanlardı. Bu bir sıradanlık, kötülüğün sıradanlığı haline gelmişti.
İşte bu nedenle felsefede kötülük kavramı yeniden tanımlandı; dini bir bağlamdan çıkarıldı, kendi irademizin zayıflığına (inner Schweinehund) odaklandı. Bu zayıflığımız, üst kademeden birisi sorumlu olmadığımızı, bunun herkesin iyiliği için olduğunu ya da emre uymazsak kötü şeylerin olacağını söylediğinde diğer kişinin insanlığını göz ardı etmek isteyeceğimiz noktaya kadar sürüyü takip etmemizi ya da konu ahlak duygusu ve insanlığı savunmaya gelince ortak paydada buluşmamızı sağlayan korkak içgüdülerimizdir. Stanley Miligram, “elektrik şoku deneyleriyle” bu olguyu desteklemiştir. Deneylerdeki amacı, bir soruya yanlış cevap veren kişiye şok verilmesi söylendiğinde şoku veren kişinin ne kadar ileriye gidebileceğini görmekti. Gerçekte kimseye şok verilmediğini bilmek rahatlatsa da Miligram’ın deneklerinin, onlara yapmaları gerektiği söylendiğinde insanlara ölümüne şok vermeye istekli olması tek kelimeyle endişe vericidir. İşte, kötülüğün sıradanlığı…
Birkaç yıl sonra da, Philip Zimbardo, artık adı kötüye çıkmış olan ve “hapishane gardiyanlarının” istemeyerek “mahkumlara” gerçekten zarar vermesiyle sonuçlanan Stanford Hapishanesi Deneyi’ni gerçekleştirdi. Katılımcılar yalnızca rol yapan öğrencilerdi çünkü “hapishane gardiyanlarına” “mahkumlara” karşı acımasız olmaları tembih edilmişti ama bazıları rollerine kendilerini çabucak kaptırdılar ve bu rolü haz için kullandılar. Zimbardo’nun kendisi 2007 yılında yayımlanan Şeytanın Etkisi (The Lucifer Effect) adlı kitabında belirttiği gibi “hapishane gardiyanlarının” zulmetmeye olan isteklilikleri, ahlak pusulaları bir şekilde bozulacak bir duruma sokulan tamamen normal insanların içinden çıkan kötülüğün sıradanlığıydı.
Bu yüzden, 1960’lardan beri “kötülük” terimini felsefede tarif edilemeyecek kadar korkunç emirlere itaat etme ya da bu emirleri vermemizi ve diğer insanların insanlığını unutmamızı sağlayan, her bireyin içinde gizlenen ahlaki zayıflık anlamında kullanabilmekteyiz. Ancak bu yeterli midir? Arendt’in kötülük kavramını felsefe literatürüne yeniden kazandırması için cesaretli olması; pek çok düşünürün yapmak istediği ama muhtemelen peşin hükümsüz meta etikle ilgilenmek için fazla kibar ve iyi eğitimli olduklarından dolayı yapamadığı kınamayı dile getirmesi için dürüst olması gerekti.
Ve şimdi asıl soru, kötülük kavramını bir kere daha yeniden tanımlamaya hazır olup olmadığımızdır. Çünkü, onarılamayacak ve kasti zarara yol açan eylemlerin hepsi emirleri yerine getiren insanlar ya da kötü rol modeller tarafından gerçekleştirilmiyor. Bazen bazı bireyler, yaptıkları seçimin zarara yol açacağını ve toplum tarafından doğru karşılanmayacağını bilirler ama yine de tatmin olmak ya da kendi çıkarları için bu seçimi yaparlar. Liste, okullara yapılan saldırılardan kilitli odalarda esir tutulmaya ya da kadınları (bazen yabancılar, bazen de kız çocukları!) cinsel tatmin için bodrum katlarında hapsetmekten seri cinayetlere kadar uzayıp gidiyor. Bunlar da kötülüğün sıradanlığı mıdır? Ben öyle düşünmüyorum. Immanuel Kant, bu tercihlerin kötü olarak nitelenmeyi hak ettiğini söylerdi çünkü bu tercihler, (1) bilinçli bir şekilde yapılıyor, (2) toplumun standartlarını ihlal ettiği bilindiği halde yapılıyor, (3) masum insanlara şiddetli fiziksel ve psikolojik acı ya da zarar veriyor ve (4) bencil sebepler için yapılıyor. Bu insanların “kötü” olmaktan çok akıl hastası olması mümkün müdür? Belki de öyledir; ancak suçlunun toplumun ahlaki kurallarını anladığı düşünüldüğü durumda hukuk sistemimiz onu “aklı başında” olarak tanımamıza izin verdiği sürece, kuralları yıkmak çaresiz hasta birine yardım etmekten daha kasti bir eylem değildir. Bu nedenle, belki de eski bir kavramın günümüz etik literatürüne tekrar girmesine izin verme zamanı gelmiştir. Hikayenin Ahlakı (The Moral of the Story) adlı ders kitabımda böyle davranışları anlatmak için “korkunç kötülük” kavramını türetmiştim. Amacım, onu “kötülüğün sıradanlığı” kavramından ayırt etmekti ama kötü eylemlerden mi yoksa kötü insanlardan mı bahsettiğimiz hala bir soru işareti, çünkü bu ikisi arasında dağlar kadar fark vardır.
Gelecekte belki, böyle kasıtlı, korkunç eylemleri anlatacak, bir yandan toplumun ahlaki öfkesini yansıtmasına izin verirken bir yandan da suçlu patolojisine dair edinebileceğimiz her türlü sinir bilimsel kavrayışın farkında olan bir kavram türetebiliriz. O zamana kadar, sıradan ve korkunç anlamında kullanılan köklü “kötülük” kavramını tedbirli bir şekilde kullanmakta bir sakınca görmüyorum.
Yazar: Nina Rosenstand
Çeviren: Sinem Ayan
Kaynak: Philosophy on the Mesa
Düşünbil Portal’da yayımlanan, Düşünbil yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır.