“Hakiki aşk acısız olmaz ve bu dünyada ya acı olanı -yani aşkı- ya da mutluluğu seçmek zorundayız. İnsan, acı veya ızdırap çekme kapasitesi ne kadar çoksa daha bir insan olur; daha yüce bir insan olur.” –Miguel de Unamuno, İspanyol düşünür ve yazar.
“Mutluluk beden için faydalıdır, ancak zihinsel güçleri geliştiren kederdir.” –Marcel Proust
“Aşk acı çekmektir. Acıdan kaçınmak isteyen âşık olmamalıdır. Ancak, âşık olmamaktan ötürü de insan acı çeker. Dolayısıyla aşk acı çekmektir, âşık olmamak da acı çekmektir, acı çekmek ise acı çekmektir. Mutlu olmak âşık olmaktır. Demek ki mutlu olmak acı çekmektir, fakat acı çekmek insanı mutsuz eder. Dolayısıyla, mutlu olmak için insan âşık olmalı veya acı çekmek için âşık olmalı veyahut çok fazla mutluluktan ötürü acı çekmeli.” –Woody Allen
“Akıl arttıkça mutluluk azalır.” –Lisa Simpson
Christopher Norris, Philosophy Now dergisinin 82’nci sayısında Stephen Hawking’in “felsefe ölmüştür” iddiası karsısında felsefeyi savunmuştu. Bununla birlikte, çok sayıdaki felsefe karşıtı, hatta destekleyenler bile, gündelik hayattaki düşünce sorgusu anlamında felsefenin vefat ettiğini ileri sürmüştür. Bu makalede söz konusu problem toplumun; ilişkiler, çalışma hayatı ve beslenme düzeni dahil her alandaki mutluluk takıntısıyla bağlantılı olarak ele alınacaktır. Friedrich Nietzsche, Alain Badiou, Simon Critchley ve diğer filozofların çalışmaları doğrultusunda yaygın adıyla “mutluluk endüstrisi”ndeki büyümenin insanın özeleştiri mekanizması üzerindeki olumsuz etkilerini tartışacağım.
Mutluluk ve kişisel gelişim
Günümüzde yasayan büyük bir filozof var mı? Geçmiş yüzyılların dev filozoflarıyla mukayese edilebilecek düşünürler var mı bugün? Yasadığımız döneme karizmasını sunacak ve taşımakta olduğumuz “tarihsel yükü” ortadan kaldırabilecek biri var mı? Yaşadığımız dönemin entelektüel anlamda bir değeri olmasını arzu ederiz. Buna ilaveten, etrafımızda değerli beyinlerin olduğu düşüncesinden zevk alırız. Çoğu insan yukarıdaki soruların cevabının hayır olduğunu ve felsefenin bir zamanlar olduğu gibi ciddi bir zorunluluk olmadığını düşünür. Hatta artan dijitalleşme ve küreselleşme nedeniyle yükselen çoğulluğun arasında, felsefe, kalabalığın ortasında anlaşılmazlığa karşı koymaya çalışmaktadır.
Felsefenin akademik kurumlara geri çekilip bu kurumlara hapsedilmesinin başka bir nedeni olduğunu düşünüyorum. Felsefenin küresel toplumdaki öneminin, toplumun temel bir norm olarak topyekûn bir şekilde mutluluğu aramaya ve mutsuzluktan kaçmaya karar verdiği zaman azaldığını iddia etmeme müsaade edin. Mutluluktan kastettiğim, süreklilik arz eden memnuniyet ve neşe hali veya daha temel olarak bir keyif deneyimi ve acı yokluğu hali. Mutluluk doktrini ve mesajı, kozmetik sektöründe bile olmak üzere artık her yerde: Nivea’nın “Touch of Happiness” (Mutluluk Dokunuşu) kremi ve L’Oreal’in “Happyderm” (Mutlu cilt) adlı endorfin düzeyini artırdığı söylenen ürünleri gibi. Baudrillard’ın belirttiği gibi, mutluluğun norm olduğunu düşünmeyi bize mecbur eden imge bombardımanı altında olduğumuzdan sefaletin değilse bile kısmi sıkıntıların faydası olduğunu düşünmek neredeyse imkânsız. Sadece cilt kremi reklamlarında değil tüm reklamlarda, temel mesaj eğer bu ürünleri satın alırsak veya bu yemekleri yersek elde etmek zorunda olduğumuz şeye kavuşuruz: Mutluluk. Bunlar mutluluk mesajının bütün topluma zerk edildiği birçok yoldan sadece bazıları. Mutluluk Endüstrisinin toplumu işgal ettiği ve toplumun içine işlediği ve hayatın tüm hoş olmayan yönlerinin uygun görülmediği, gereksiz bir toplumsal hastalık olarak dışlandığı bir çağda yaşıyoruz. Korku, üzüntü, yalnızlık ve can sıkıntısı gibi hayatın belli taraflarıyla başa çıkmayı öğrenmek veya bunlar üzerinde tefekkür etmek yerine onlardan kaçıyoruz, yavaşça en sıradan zorlukları bile tolere edemeyecek kadar yeteneklerimizi ortadan kaldırıyoruz. Dr. Russ Harris’in Mutluluk Tuzağı (The Happiness Trap) adlı kitabinin ana teması mutluluk ideolojisi ve kurumlarının artan etkisinin kederle, dertle ve ümitsizlikle başa çıkamayan hatta bunların dinamiklerini dahi anlamayan bir nesil yarattığıdır. Böylece mutluluk idealini öyle bir noktaya yükselttik ki bireysel gelişim kapasitemiz, ironik bir şekilde bireysel gelişim kitaplarının bolluğuna rağmen, mutluluk idealinin yanında güdük kaldı. Sydney Morning Herald’da çıkan Jill Stark’a ait bir makalede şu soru ortaya atıldı: “Mutluluk tuzağına mi yakalandık?” Jill Stark bu makalesinde; toplumun mutluluğu nihai bir amaç olarak benimsediği ve pozitif düşünmenin bu amacın aracı olduğu ve tüm bunların toplum üzerinde olumsuz etkileri olduğu tespitinde bulunur.
“Giderek artan sayıdaki psikolog ve sosyal araştırmacı “iyi hisset, pozitif düşün” zihniyetine sahip modern kişisel gelişim endüstrisinin çuvalladığına ve rahatsız edici duyguları anormal kabul eden bir kültür yarattığına inanıyor. Psikolog ve sosyal araştırmacılar bu durumla eş zamanlı olarak yükselen ve ebeveynleri çocuklarını övgüye boğmaya teşvik eden özsaygı akımının duygusal olarak kırılgan bireyler yaratabileceği hakkında uyarıda bulunuyor. Dünyanın önde gelen mutluluk uzmanlarından bazıları özsaygı akımının gelecek kuşakları hayattaki hayal kırıklıkları karşısında yetersiz bir donanıma sahip kılacağından endişe ediyor. (Sydney Morning Herald, June 16, 2013)”
Avustralya kurumsal anlamda teşvik edilen esenlik algısına sahip ülkeler listesinin üst sıralarında yer alır. Örneğin, Sydney’de amacı insanların daha mutlu olmasını sağlamak olan “Mutluluk Enstitüsü” vardır. Başka bir örnek ise Haziran ayında düzenlenen “Mutluluk ve Sebepleri” adlı seminerdir. Kendi mutsuzluğuyla başa çıkmaya çalışan insanlara yardım eden bu örnekler elbette kınanamaz. Ancak, tüm felsefe toplumun mutsuzluğu ortadan kaldırma, böylece dengeli bir kişisel gelişimi de ortadan kaldırma konusundaki ısrarlı tutumunun bir yansıması haline gelir.
Adı mutlulukla birlikte en fazla anılan filozof, felsefesini hazzın öncelemesi ve acıdan kaçınılması üzerine kuran Epikür’dür. Epiküryen düşüncenin hedonistik karikatürü çağdaş toplum tarafından, Karl Marks gibi eleştirel filozoflara kıyasla daha şevkle benimsenmiştir. Epikür’ün fikirleri o kadar benimsenmiştir ki Sokrates’in “sorgulanmayan hayat yaşanmaya değmez” tespitinin doğruluğu aşikâr hale gelmiştir. Eğer mutluluğu öncelersek ve acıdan mutlak anlamda kaçınırsak Sokrates’in hayatın sorgulanmasına ilişkin talebi zarar verici hale gelir ve böylece felsefe yararsızlaşır. Alain Badiou Aşka Övgü adlı kitabında aşırı hedonizmin ilişkileri berbat ettiğini ve hakiki aşka tehdit oluşturduğunu yazar.
“Aşk, coşkun bir hedonizmin ve çok sayıdaki olası hazların bir çeşidi olarak görülür. Amaç, aşkın beslendiği herhangi bir zorluktan, hakiki ve derin ötekilik deneyiminden kaçınmaktır. Güvenlik öncelikli aşk, güvenlik normuyla yönetilen her şey gibi, iyi bir sigorta poliçesine, iyi bir orduya, iyi bir emniyet teşkilatına sahip olan ve bireysel hedonizmiyle meşgul olan insanlar için riskin yokluğu anlamına gelir. Tüm riskler diğer tarafça üstlenilmiştir.”(Aska Övgü s.8-9)
Badio’nun belirttiği gibi zorluktan kaçınma Epikür’ün “haz pesinde koş ve acıdan kaçın” öğretisinin karşılığıdır. Zorluk korkusundan kar sağlayan ilişki endüstrisi, ilişkilerimizde mutlak mutluluk pesinde koşmamızı, aksi takdirde bu alanda çuvallamış olduğumuz düşüncesini empoze etmektedir. Nihilistik veya sadistik bir bakışla aşkı ele almaksızın, toplumun kalıcı mutluluğu ele geçiren insanlara ilişkin takıntısının insanların yalnızlıkla başa çıkma ve kendilerinin hayattaki değerini doğru değerlendirme yeteneklerini bozduğunu da tespit etmek gerekir.
Mutluluk & Entelektüel Gelişim
Mutlulukla zihinsel gelişim arasındaki ilişki ve ikisi arasında seçim yapıp yapmamamız gerektiği konusu büyük ölçüde çözülmüstür. Sanatçı ve eleştirmen Philip Gilbert Hamerton The Intellectual Life adli kitabında ilişkilerde erkeklerin mutluluğu zihinsel hayatin üstünde tuttuklarını, bunun evliliklerine yansıdığını ve entelektüel tatminden yoksun kaldıklarını yazar.
“Bir Fransız profesör bana kendi statüsündeki bir insanın orta sınıfa mensup birine kıyasla daha kültürlü olmasına rağmen en cahil ve sıradan kadınları bulmakta inanılmaz yetenekli olduğunu söylemişti. Bu durumun açıklaması evliliklerinin entelektüel bir birliktelik olmadığı yönünde… Evlilik entelektüel birliktelik fikri olmaksızın başlar ve öylece devam eder… Bu, kadınlar genellikle iyidir ve kocalarının mutluluğuna kendilerini adamışlardır, ancak bu mutluluk ilginç bir şekilde kadının varlığından bağımsızdır. Profesör eşini seviyor olabilir… Fakat çok daha ilginç bir akşamı bir başkasıyla … kendi entelektüel seviyesine uygun bir arkadaşla geçirebilir.(s.152)”
Hamerton, erkeklerin (şüphesiz kadınların da) entelektüel açıdan kendilerine uygun olmayan eş seçmelerinin mutluluğu entelektüel tatminden üstün tutmalarının bir sonucu olduğunu iddia eder. Bu tuhaf durum entelektüel birlikteliğin olmadığı güvenli bir ortam içerisinde her iki tarafın da eşit derecede mutlu ve mutsuz olmasıyla sonuçlanır. Bu bağlamda entelektüel birliktelik peşinde koşmak belli ölçüde mutluluk aleyhine olacaktır.
Friedrich Nietzsche Zamana Aykırı Bakışlar (1876) kitabında “mutluluk peşinde koşmak sadece hayvani bir durumdur,” diyerek bu durumu daha kuvvetli bir şekilde onaylar.
“Hayvaniliğin nerede bitip, doğanın biricik ilgi alanı olan insanlığın nerede başladığını düşünelim. Hayvanın kör içgüdüleriyle istediği şeyi daha bilinçli olarak istediği için mutluluk peşinde koşan insan henüz hayvani ufkunun ötesine bakamamıştır. Hayatımızın büyük bir kısmında yaptığımız şey tam da budur. Genellikle hayvaniliğin ötesine geçmekte başarısız oluruz. Çektiği acıları anlamsız olan hayvanlarız biz. “ (s.157-158)
Nietzsche’ye göre mutluluk arayışını terk eden en üstün insandır. Çünkü onlar entelektüel ve bireysel gelişimin yolunun acıdan geçtiğini anlayanlardır. Felsefesinin olgunlaşmaya başladığı Tan Kızıllığı kitabında şunları söyler:
“Bilgi istencimiz o kadar güçlü ki bilgisiz mutluluğu veya mutluluk sanrısını arayacak durumda değiliz. Hatta bu tip halleri düşünmek bile acı verici. Sürekli keşfetmek ve aramak bizim için cezbedici bir etkinlik. Aşık için karşılıksız aşkı ne pahasına olursa olsun vazgeçilmez ise bizim için de bu arayış vazgeçilmez.” (s.428)
Sanat & Karşılıksız Aşk
Çoğu romancı, filozof ve yönetmene göre karşılıksız aşk acının zirvesidir. Woody Allen’in Vicky Cristina Barcelona adlı filminde Penelope Cruz’un canlandırdığı Maria Elena karakteri sadece karşılıksız aşkın tamamlanmamış bir aşk olduğu için hakiki aşk olduğunu iddia eder.
Karşılık bulmaktan aciz oluşu yüce ve erdemli olarak kutsandığından veya insanı umutsuzluğun timsali haline getirme yeteneğinden ötürü dokunaklı bulunduğundan dolayı karşılıksız aşkın hakiki aşk olduğu iddiası yeni bir iddia değildir.
Nietzsche karşılıksız aşk acısının insani gelişim için elzem olduğuna inanıyordu. Bu konudaki en dokunaklı ve ilginç figür olmasına rağmen karşılıksız aşk acısının ortaya çıkardığı faydaları fark eden tek filozof da değildi. Justin Busch, Philosophy Now dergisinin 20’nci sayısındaki “Sick to Death” adlı makalesinde şöyle yazar:
“Karşılıksız aşk bir hastalık olarak görülemez çünkü o büyük sanat yapıtlarına ilham olur veya kendisine başka bir alan bulur. Sıkıcı ve donuk pop müziğin satıcıları için de kuvvet kaynağı olur.”
Busch’un, karşılıksız aşkla hastalıklar arasında bağlantı kurulamayacağına ilişkin düşüncesinin aksine karşılıksız aşkın, çilekeşi çektiği çileden ötürü öldürebilecek olan takotsubo kardiyomiyopatisi veya kırık kalp sendromu gibi bazı gerçek hastalıkları tetiklediği kabul edilmeye başlanmıştır. Sağlık üzerindeki yan etkileri onu daha yüce yerlere yükseltebilir. Öyle ki, belirli sanat tiplerine ilham olan, şayet romantik değilse bile, içten içe şairane bir hastalığa dönüşür.
Johannes von Goethe karşılıksız aşkın büyük sanat yapıtı için nasıl kullanabileceğini gösteren en önemli örnektir. Genç bir adamın karşılıksız aşkının korkunç ve trajik öyküsü olan Genç Werther’in Acıları eseri karşılıksız aşkın kitabı olarak kabul görür. Başkarakterin intihar ettiği öykü çok sayıda taklit intihara ilham olmasıyla da bilinir. Charlotte Buff’a olan karşılıksız aşkını ifşa etmesinden rahatsızlık duyduğu için Goethe tarafından büyük bir eser olarak kabul edilmese de Alman romantik edebiyatının bir klasiğidir. Goethe daha sonra eserin kendisini lanetlediğini iddia edecektir.
Sanatın karşılıksız aşkta köken bulduğu iddiası kayda değer bir iddiadır. Mary Ward, Busch’a benzer şekilde şunu ifade eder: “Görünüşte veya hakiki reddedilme, edebi yaratım sürecinin katalizörü olabilir.” (The Literature of Love, s.45-46, 2009). Eric Berne, çilekeşi daha da yukarılara, ilahi seviyelere çıkarır: “Bir kadın tarafından sevilen erkek muhakkak şanslıdır, ancak imrenilecek olan aşkına karşılık bulamayandır. Küçümser bir eda ile yanından gelip geçen Beatrice’i seyre dalan Dante ne kadar da büyüktür Beatrice’e kıyasla?” (Sex in Human Loving, s.238, 1970) Bu açıdan, karşılıksız aşktan çekilen acı aşığın büyük aşk kapasitesine kıyasla nispeten önemsiz hale gelir. Aşk başlı başına ve kendinde bir hakikat olduğunda, Kantçı terminolojiyle kendinde şeye dönüştüğünde mutluluğun yokluğu da nispeten anlamsız hale gelir. Bu noktada, en az seven büyük bir aşka malik olamadığından kaybeden olarak nitelenirken çilekeş aşık muzaffer olarak addedilir. Bu tartışmalı bir şekilde çilekeş aşık için sahte bir zaferdir.
Aşkın hatırına daha fazla çile
Çile çekme ile romantizm arasında bağ kurulması şaşırtıcı değildir. Nietzsche, Şen Bilim‘de (1882) Romantizmin diğer sanat dalları gibi kendini çileye yasladığı ve “çile ile çilekeşin ön şart olarak kabul edildiğini” iddia eder. Gerçekten de büyük sanatın büyük sanat olabilmesi için çileye ihtiyaç duyduğunu ileri sürebiliriz. Mutluluk bazen sanatla ilişkilendirilebilse de yaratıcı üretimle ilişkisi çileye kıyasla defoludur. Mutsuzluğun sanat üretimindeki faydası çeşitli yönlerden kanıtlanmıştır. Örneğin, Gilles Deleuze’ün teorisine göre geleneksel olan tarafından baskılanabilecek olan düşünce ve sanat ürünlerinin ortaya çıkabilmesi için düşünce ve sanatsal yaratımın şiddetle doğrudan bağlantısı vardır. Christine Halse’ın belirttiği gibi Deleuze’e göre “düşünmek gerçeklikle olan şiddetli bir karşılaşmadır.” (Biopolitics and the Obesity Epidemic, p.57, 2009) Bouchard ise hem Nietchsze hem de Deleuze’a göre durumun aynı olduğunu iddia eder: “Düşünce şeylere karşı şiddettir, üstelik düzenlenmiş kategorilerinin bozulmasıdır.” (Hemingway: So Far from Simple, p.188, 2010). Bu görüşler ışığında basit mutluluğun hakiki, yaratıcı düşünce üretemeyeceğini anlayabiliriz; duyguların meydana getirdiği kısıtlamalardan sanat ortaya çıkmaz, ancak sanat depresyon, şiddet, acı gibi toplumsal olarak kabul edilmediği düşünülen deneyimler tarafından da teşvik edilmelidir. Dolayısıyla mutluluk sanata vesile olan bir duygu değildir.
Çok sayıda filozof acının ve ızdırabın faziletini düşünmüş, ruha ve zihne iyi geldiklerine hükmetmişlerdir. Çeşitli yazarlar da bu tuhaf denkleme değinmiştir. Albert Camus, 1971 yılında ölümünden sonra yayımlanan yarı otobiyografik romanı Mutlu Ölüm‘de roman karakteri Mersault, cinayetle ve nihayetinde kendi ölümüyle sonuçlanacak olan ölümde mutluluk olduğu fikrine kapılır. “Tüm hayatı, rıhtımdaki ofisi, odası ve orada uyuduğu geceler, yemek yediği restoran, onunla dürüstçe mutlu olmak istediği ama bunun imkansız olduğunu bildiği metresi. Tüm bunlar dikkate alındığında onun başkalarından hiçbir farkı yoktu.” Somerset Maugham’un “İnsanın Esareti” kitabındaki Philip Carey karakteri, insanın kırılganlığını ortaya koyacak şekilde anlam hayatın basit ve sıradan yönlerinde bulunsa da şöyle der:” Bir insanın doğduğu, çalıştığı, evlendiği, çocuk sahibi olduğu ve öldüğü en basit şablon aslında en mükemmel şablondur.” (s.653).
Felsefe İçin Mecburi Mutsuzluk
Simon Critchley’e göre mutluluk felsefenin hiçbir işine yaramaz. “Ateizm mutluluk üretseydi felsefe bitmiş olurdu. Mutlu ateistlerin, kültürel bir eğlenceden veya sağduyularını kuvvetlendirmenin teknik bir yolu olmanın ötesinde felsefeyi kendilerine dert etmelerinin hiçbir sebebi yok. Benin kanaatime göre felsefe mutluluk vermez aksine huzursuzluk verir. Felsefenin gergin ve aporetik diyalektikleri, kılı kırk yaran paradoksları tam da bu huzursuz ruh halinden neşet eder.” (Very Little… Almost Nothing: Death, Philosophy, Literature, s.3, 1997)
Huzursuzluk duygusu sadece felsefeye yol açmakla kalmaz, aynı zamanda onu en üst kapasitesine kadar çıkarır. Critchley’in söylediği gibi çağdaş toplumda felsefe kültürel bir oyalanma haline gelip okullara ve konferans salonlarına kapatıldığından ötürü bu mutluluk sahasından herhangi bir işe yarar felsefi çaba çıkmaz.
Çinli filozof Lin Yutang da benzer şekilde mutsuzluğun erdemlerini savunur ve bir filozofun felsefe yapabilmek için mutsuzluğa ihtiyaç duyduğu tespitinde bulunur. “Mutsuzluğun ilahi bir şey olduğunu söylüyorlar. Ben ise beşeri bir şey olduğuna eminim. Maymun gördüğüm en asık suratlı hayvandır. Zaten bunlar dışında mutsuz surata sahip bir hayvana rastlamadım. Ve bir de filozofları düşünürüm çünkü üzgünlükle düşüncelilik oldukça benzerdir. Düşündüğü izlenimi veren yüzlerde farklı bir şey vardır. İnekler düşünüyormuş gibi veya felsefe yapıyormuş gibi bakmazlar çünkü yüzlerinde hep bir mutluluk ifadesi vardır.”(The Importance of Living, s.78, 1937)
Hamerton ve Nietzsche’nin yanı sıra Yutang da düşünce ile üzüntü arasında veya entelektüel kapasite ile çile arasında bağlantı kurar. Uyumun, mutluluğun ve memnuniyetin faziletlerini vazeden mutluluk endüstrisinin aksine mutsuzluk varoluşun devasıdır. Çünkü o insan psikolojisinin ve düşüncesinin çeşitli yönlerini ortaya çıkarır. Geleneksel kalıplara mahkum olmaktan kaçınabilmek için, sefalet veya en azından mutsuzluğun hayatın paha biçilemez bir bileşeni olduğunu ve insani zaferin, sezginin ve kendini eleştirebilmenin bir katalizörü olarak kabul edilmesi gerektiğini öneriyorum. Önceden de belirttiğim gibi aşırı mutluluk, kültürel varoluşumuzun temeli olan tüm insanlığın üzerine inşa etmiş olduğumuz hayatı eleştirel olarak keşfetme ihtiyacımızı ortadan kaldırır.
En büyük ahlaki değerin mutlak mutluluk olduğu ve mutsuzluğun en büyük toplumsal bozukluk olarak kabul edildiği modern etiğin çarpık öncelikleri nedeniyle felsefe “ıvır zıvır” durumuna, Critchley’nin deyimiyle kültürel bir eğlence konumuna, düşmüş durumdadır. Bu defolu modern bilgeliğin aksine söz konusu bozukluğu tekrar hayatlarımıza katarsak ve hem felsefeye hem de filozofa hiçbir faydası olmayan mutluluk idealinden vazgeçersek, gündelik varoluşumuz için çok kıymetli olan felsefi sorgulama tekrar önem kazanacaktır.
Yazar: Siobhan Lyons
Çeviren: Mehmet BAŞOĞLU
Kaynak: Philosophy Now
Düşünbil Portal’da yayımlanan, Düşünbil yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır.