Camus’un varoluşçu klasiği Yabancı üzerine New Republic dergisi tarafından 1946 yılında yayınlanan bir inceleme yazısı.
“Birinci Dünya Savaşı’nın başında doğduk. Gençlik çağımızda iken Büyük Buhran vardı. 20’li yaşlarımızda Hitler geldi. Ardından; Habeşistan Savaşı, İspanya İç Savaşı ve Münih Antlaşması oldu. Eğitim yolunda edindiklerimiz işte bunlar. Bundan sonra da İkinci Dünya Savaşı çıktı. Ve yenilgi; Hitler şehrimizde ve evlerimizdeydi. Böyle bir dünyada doğup büyüdük, peki neye inanmıştık? Hiçbir şeye. Baştan beri içine itildiğimiz inatçı eksiklik hariç hiçbir şeye. Yaşamak zorunda olduğumuz bu dünya, absürt bir dünyaydı ve başka da hiçbir şey yoktu: Sığınabileceğimiz başka bir dünya yoktu. Hitler’in terörüyle karşı karşıya kaldığımızda bizi rahatlatabilecek hangi değerlerimiz vardı ki, hangisi yardımıyla onun olumsuzluğuna karşı çıkabilecektik? Hiçbiri. Bu sorun, siyasi bir ideolojinin ya da bir hükümet sisteminin başarısızlığı olsaydı, durum yeterince basit olurdu. Ancak bu olanlar, bir kişinin kendisinden kaynaklıydı. Bunu inkâr edemeyiz. Her geçen gün, bunun doğrulandığını gördük. Hitlercilik ile savaştık, çünkü katlanılmazdı. Şimdi Hitler yok oldu ve biz de birkaç şey biliyoruz. Birincisi Hitler’de bulunan zehir hala bertaraf edilmedi. Hâlâ burada, hepimizin içinde. İktidar, verimlilik ve tarihi görevlere dayanarak insan hayatından bahseden herkes, Hitler’e benzer: O bir katildir. Çünkü, eğer insan için problem teşkil eden her şey bir tür “tarihi görev” ise o zaman insan, tarihin ham maddesinden başka bir şey değildir ve her şeye dönüşebilir. Bildiğimiz başka bir şey daha var ki bu da insan varlığına dair herhangi bir iyimser görüşü hâlâ kabul edemiyor oluşumuz; “mutlu son” diye bir şey yok.
…
“Albert Camus, artık İngilizce olarak da yayımlanan, takdire değer kısa romanı Yabancı‘da, doğruluk trajedisini modern bir insanın anlayabileceği şekilde ifade etti aslında.
“Meursault son derece sıradan bir insandı. Eylemleri için yalnızca bir açıklaması vardı ki o da oldukça belirsizdi: ‘Beni neyin ilgilendirdiğinden o kadar emin olamasam da beni neyin ilgilendirmediği konusunda kesinlikle eminim.’ Bu oldukça yaygın bir ikilem; Meursault’un bunu kabul etmesi dışında. Çünkü doğrunun ne olduğu onun adına belirgin değil, dolayısıyla yanlışı seçebilir; fakat yalan söylemek meseleyi karmaşıklaştırmaya neden olacaktır. Bunu yapamaz. Hikâyenin gerilimi tamamen, bu kişinin yalan söylemeyi reddetme inatçılığından ibarettir. Biz de bu gerilimi en baştan itibaren hissederiz, dolayısıyla başından beri bir felaketi bekleriz. Burada doğruluk, bir erdemden ziyade radikal bir karardır, insanın kendisini son kez savunması gibi. Bu yüzden de hikâye trajiktir. Bu, ahlakın trajedisidir. Günümüz edebiyatında, ‘bir insanın ruhu’ olarak adlandırdıklarımızı böylesine ağırbaşlı bir şekilde ve açıkça gösteren hiçbir kitap yok.
“Albert Camus geçmişin ümitsizliğine karşı mutluluğa işaret ediyor ve bu yüzden de sesi kulağa inandırıcı geliyor […] İnsanlığın nihai yalnızlığından, bugün insanlar arasındaki gerçek iletişimin tekrar kurulması için gerekli olan bir sonuç çıkarıyor: Bu ‘kardeş düşmanlar’ yanlış düşünceler ve şiddet yüzünden her zamankinden daha fazla bölünmüş durumda […] Bunlar mantıklı çelişkiler. Yunanların yüzleşmek zorunda kaldıklarından pek de farklı değiller.”
Yazar: Nicole Charomonte, The New Republic. 26 Nisan 1946
Çeviren: Şeyma Gül
Kaynak: Literary Hub
Düşünbil Portal’da yayımlanan, Düşünbil yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır.