Site icon Düşünbil Portal

Amerikan Pragmatizminin Yükselişinin Ardında Yatan Sarsıcı Fikirler

Paylaş

William James, Charles Peirce ve Akıllarını Karıştıran Sorular

Amerikan pragmatizminin kurucuları William James ve Charles Peirce, birbirleriyle arkadaşlıkları dahil pek çok şey paylaştılar: fikirler, yazılar, konferanslar ve bitmeyen bir intiharla flört. Amerika’nın en kayda değer felsefelerinden biri olan pragmatizm, başlarda pek tutulmamıştı doğrusu. Ancak, insanları kişisel ve siyasi olarak temelden sarsan kriz ve mücadeleden doğmuştu. Çağdaş felsefenin lekesiz ve şık görünümlü argümanları çoğunlukla onun kusurlu kökenini maskeler. Fakat felsefenin Birleşik Devletler’de aslen ne anlama geldiğine dönüp bakılırsa, bu akımın gerçek kökenini görmezden gelmek mümkün değildir; hatta sakıncalıdır bile.

1830’ların Amerikan transandantalizmi (deneyüstücülüğü), özgürlüğün ilan edildiği fakat onun tam olarak ne olduğunun ve ne işe yaradığının bilinmediği bir çağda, kişinin bağımsızlığının gerçek anlamını bulma ve değerini keşfetme mücadelesi vermişti. James ve Pierce’ın pragmatizmi bu felsefi projeyi miras almıştı ve ikisi de çözümün – otonomi ve birliktelik düşüncelerinin yeniden tanımlanması – hem özel hem de kamusal yaşamın gelişmesi için önemli ve gerekli olduğu kanısına varmışlardı. Bugün, bu felsefenin yaşadığı krizlerin de her ikisinin önerdiği çözümlerin de önemi azımsanacak gibi değil.

Bizim aramızdaki ilişki öğretmen-öğrenci (tek seferlik) ilişkisi olarak başladı. Pennsylvania State College’ın arkasındaki ormanda koşar – Pennsylvania Devleti’nin Happy Valley (Mutlu Vadi)’si [1] – Amerikan pragmatizmini ve onun, hayatın tüm engellerini aşmak için neden insana güç verdiğini tartışırdık. Yıllar içinde arkadaş olduk ve şimdi ikimiz de öğretmeniz: birimiz kariyerinin ortasında, diğerimizse uzatmaları oynuyor. İlişkimizin ilk yıllarında ortaya çıkmamış olsa da ortak yönlerimiz gitgide daha belirgin bir hal aldı: okuma sevgimiz, felsefenin pratikteki değerine ilişkin şüphelerimiz ve hayatın değeri hakkında sahip olduğumuz derin güvensizlikler. Her ikimiz de kendimizi, 1895’te William James’in dile getirdiği “Hayat yaşamaya değer mi?” sorusuyla boğuşan düşünürlere yakın hissettik. Salt pragmatistler değildik fakat, özellikle de konu buraya geldiğinde, James ve Pierce’ın bize öğreteceği çok şey olduğu konusunda hemfikirdik. Öğrencilerimize her dönem felsefenin sadece entelektüel bir oyun olmadığını anlatırız. Şayet bir oyunsa, oldukça riskli bir oyundur ve sonucu ağır olacaktır, zira bahisler hayli yüksek. James ve Pierce gibi pragmatistler bize felsefenin, düşüncenin yaşama ya da ölme – yaşayıp ölme – niyetine işaret ettiğini anlatırlar. Düşünceler önemlidir: sonumuzun gelişini hızlandırabilir veya hayatta kalmamıza yardım edebilir; en azından şimdilik – şu anki koşullar altında.

James gençlik yıllarından itibaren depresyonla boğuştu. Bu durum onda, Ekleziast’ın [2] altını çizerek ifade ettiği “Her şey beyhude”: “bireyler özgün ve kalıcı izler bırakamadan her zaman yok edilirler” antik düşüncesine içgüdüsel bir tepki olarak intihar dürtüsü oluşturdu. Pierce’a göre, ki dört dörtlük bir bilim insanıydı, kişinin kendi kendine zarar vermesi daha sessiz ve sakindir: Pierce’ın adeta son yıllarını tanımlayan, bitmeyen ve huzursuz edici “kendisinin, karısı ve toplum için bir değeri olmadığı” fikri, intihar düşüncesinin yansıtıcı bir tesiri olarak yerini aldı. 1905’te James’e şöyle yazmıştı: “Henüz o durumda olmasam dahi başkalarının sırtına yük olmamak (benim için) görevdir. Benim görevim, kendimi alıp götürmek, yok etmek, kendimden kurtulmaktır. Meseleyi yeterince düşündüm.” Aslında Pierce’ın sık sık yaşadığı ruhsal çöküşler, onun evrende tamamen yalnız olduğu düşüncesiyle örtüşür. James, yalnız bireylerin özgür iradelerini etkin biçimde kullanamayacakları fikrine karşı gelirken, Pierce herkesten izole yaşanan hayatın anlamsızlığı üzerine derinlemesine düşünüyordu.

James ve Pierce’ın varoluşsal krizleri klasik Amerikan pragmatizminde süregiden iki temel kaygı üzerine oturuyordu ve bu onları, görünüşte benzeşmeyen, ama aslında birbirine komşu iki kavrama odaklanmaya yönlendirdi: Bireysel özgürlüğün faydası ve beraber yaşamın sahici olanaklılığı. Buna ek olarak insan deneyiminin iki farklı yüzünü de vurguladılar; böylece, belirsizlik karşısında, sırasıyla, tutkuyu ve derin düşünmeyi somutlaştırdılar. Onların dünyası rasyonel bir Tanrı tarafından yaratılmış istikrarlı, kapalı bir sistem değildi. Tam aksine, insan denen canlının bir diğeriyle birlikte kurduğu değişken, tesadüfi, istikrarsız, güvenliksiz ve geçici bir yuvaydı. Gerçek kaybı deneyimleme riskiyle doluydu. Fakat aynı zamanda olanaklılığın mekânı, bir edim/eylem bölgesiydi. Pragmatistlerin evreni buydu. İşin sırrı, kaygan zeminde özgürce, herkesle birlikte yürümeyi öğrenmekti.

James’in özgürlük ve özgür irade hakkındaki endişesinin nereden kaynaklandığını anlamak zor değildir. James, babasının (Henry James Sr.) yakın arkadaşı olan Ralph Waldo Emerson’ın entelektüel vaftiz oğluydu. Emerson’ın 1832’de teslim ettiği “Self-Reliance” makalesi, Oliver Wendell Holmes’un kelimeleriyle “Amerika’nın Entelektüel Bağımsızlık Deklarasyonu” olarak kabul edildi. Amerikan Devrimi siyasi özgürlüğü sağlamış olabilir, fakat entelektüel ve bireysel özgürlük bambaşka meseleler. Ayrıca Emerson’a göre Amerikan vatandaşlarının kendi felsefi düşüncelerine sahip çıkmalarının tam zamanıydı. Bu süre zarfında, özgürlüğün sadece bir isim olmaktan öte, ulaşılabilir bir hedef olduğu umudundan alınan ilhamla, New England’a hareketlilik ve iyimserlik hakimdi. Ne var ki William James, bu zafer duygusunun ortasına doğmadı, ancak İç Savaş sonrası entelektüel bir olgunluğa erişti. Bu çatışma sadece ulusun uzun süredir devam eden tam bağımsızlık inancını ve aşkın değerlerini sarsmakla kalmadı – Luis Menand’ın The Metaphysical Club’da tartıştığı – aynı zamanda, James’e göre belki daha da önemlisi, Emerson’ın bireyin yaratıcı ruhunun gücüne olan inancı üzerinde de ciddi soru işaretleri bıraktı.

Amerika’nın entelektüel iklimi İç Savaş’ın ardından değişti. “Self-Reliance” ve Thoreau’nun Walden’ı gibi bireysel özgürlüğün kutsallığı için atılan sevinç nidalarının yerini, bilimin gelişimine duyulan yaygın inanç ve güven aldı. Bilim – ölçülebilen, hesap edilebilen ve yanlışlanabilen bilim – dünyayı anlamanın en iyi ve en güvenli yolu olarak kabul edilmeye başlandı. James’in babası Swedenborgcu [3] bir mistik olmasına rağmen, oğlunun biyoloji ve kimya çalışmalarını destekledi ve William’a doktor olmasını önerdi. Ancak William’ın aklı başka yerdeydi. Kimyadan sıkılıyor; biyolojiyi ise büyüleyici fakat son derece rahatsız edici buluyordu. Charles Darwin 1859’da On the Origin of Species’i (Türlerin Kökeni) yayınlamıştı ve James’in tıp okumayı düşündüğü zamanlarda, Darwin’in arkadaşı Thomas Huxley, birçok entelektüeli, insanın da diğer tüm hayvanlar gibi doğa tarafından sıkı bir şekilde kontrol edildiğine ve eylemlerinin fizik kurallarıyla enine boyuna rahatlıkla açıklanabileceğine ikna etmişti.

1870, James’in tartışmasız en kötü yılıydı. Amazon’da yaptığı biyolojik keşif gezisinden Cambridge’e döndüğünde, ruhsal açıdan büyük bir sarsıntı yaşadı. James’in psikolojik krizinin merkezinde, insan eyleminin özgür olmaması ve bu nedenle yaşamın, kişinin kontrolü dışında sürdüğüne dair panik ve korkusu vardı. Yaptığı biyolojik çalışmalar da bu korkularını dindiremedi. James “Bir olgu” diye yazdı, “bu bilimleri incelerken çoğu zaman aklın yükünü hafifletme rolündedir. Kişi, birer birer taşların üzerinden atlayarak, bir olguyu diğerinin peşine takarak yani yalnızca elindeki soruna odaklanarak, ‘bilimsel’ işlev anlayışını kaybetmeden çalışmalarına devam edebilir.” James’e göre bilimsel anlayış, son derece gerçek görünen duygu ve eğilimlere nedensel güç bahşederek insanların hayatta kendi yollarını özgürce seçebileceği düşüncesini feda etme riskini doğurdu. Yaşam biyolojik mekanizmanın işleyişinden ibaret olamaz, olmamalıdır.

James’in güç arzusu – dünyanın “bize bağlı” olabileceği umudu – onu, yaptığı biyolojik çalışmalardan uzaklaştırıp özgür irade felsefesi oluşturmakla meşgul olan bir Fransız’a doğru çekti: Charles Renouvier. Arsız bir münzevi olan Renouvier’nin bu yalnızlığı, kendisinin ortaya attığı; bireysel istencin, tam bir izolasyonda bile özgürce uygulamaya konabileceği argümanından kısmen de olsa ilham almasından kaynaklı olabilir. Klasik Amerikan felsefesinin en önemli parçalarından biri haline gelen James, Nisan 1870’te şöyle yazmıştı:

Dünün hayatımda bir kriz olduğunu düşünüyorum. Renouvier’in ikinci Essais’inin ilk bölümünü bitirdim ve özgür iradenin tanımının – “başka düşüncelere sahip olma şansım olsa da bir düşüncenin peşinden gitmek” – neden bir illüzyonun tanımı olması gerektiğini anlamıyorum. Her halükârda, şu an için – gelecek yıla kadar – bunun bir illüzyon olmadığını varsayacağım. Özgür iradeye ilişkin ilk eylemim, özgür iradeye sahip olduğuma inanmak olacaktır.

Bu felsefi toparlama, James’e “gelecek yıl”, ondan sonraki yıl ve önündeki 25 yıl boyunca; ta ki 1896’da “The Will to Believe”i (İnanma İstenci) yazana kadar yardım etti. James 54 yaşındayken yayımlanan bu makalesi onun Renouvier’dan öğrendiği anlayışı yeniden şekillendirdi. İstemek, özgür iradeye kanıt olabilir. Belki de özgür iradenin varlığını hiçbir zaman gerekçelendiremeyeceğiz. Fakat özgür iradeye inanmak ve özgür irade varmış gibi davranmak büyük önem taşır. Çünkü bu, kişinin önceden belirlenmiş bir hayat yaşamadığına, kişinin kendi varlığı üzerinde bir parça da olsa seçim hakkının olduğuna inanmaktır.

James’in özgürlük savı bireyciliğe odaklanmasıyla birleşti; onu önceleyen Emerson ve Thoreau’nun transandantalizmi ile ardından gelen egzistansiyalizm arasında bir yerlerde tutuldu. Pierce’ın aksine James, tek bir birey tarafından gerçekleştirilebilecek olan kültürel değişimi göstermeye istekliydi ve bu doğrultuda “Great Men, Great Thoughts, and the Environment” makalesini yazdı. Ve böylece James 1896’da “kişisel eylemlerimize bağlı olan gerçekler içinde, arzuyla şekillenen inancın yasal ve muhtemelen vazgeçilmez bir şey olduğu” sonucuna vardı. James, özgür irade ve eylemin önemini savunarak, sıklıkla sağlam bireyci bir yaşam sürdürmeyi önerdi ve bazı öğrencileri ve arkadaşları onu tamamen öyle gördü. James’in öğrencisi Dickonson Miller’ın erkek kardeşi, James’in derslerinden birine girdiğinde “profesörden çok bir sporcuya benziyor,” yorumunda bile bulunmuştu.

Pierce entelektüel olarak yalnızdı, fakat hiçbir zaman sağlam bir bireyci olarak görülmedi. Kendini sabote etmekte ustaydı ve 19. yüzyılın gerçek bir felsefi alimi olmasına rağmen, hiçbir zaman akademide istikrarlı bir konuma sahip olamadı. Çağdaşları tarafından büyük ölçüde küçümsendi (James ve Josiah Royce hariç), ve sonraki hayatını kuzeydoğu Pennsylvania’nın iç bölgelerinde, sefalet içinde geçirdi. Aslında bu onu, James’in Promethean bireyciliğinin [4] bir şekilde kusurlu olduğu sonucuna götüren, neredeyse tam bir izolasyonuydu. Pierce için inançlar, dünyanın şekillenmesine yardımcı olan bağımsız, yaşayan fikirlerdi; onlar kimseye ve özellikle de herhangi bir zamana ve mekâna ait değillerdi. “Adalet” veya “gerçeklik” gibi bir fikrin etkisinin tarihi bir kimseye veya herhangi bir kültüre ait değildi. Bu ideallerin anlam ve önemi gitgide değişiyor, gelişiyor, birçok kişi ve kültürün çalışmasına ihtiyaç duyuyordu. Entelektüel, sağlam bir bireycilik, yerel dogma ve solmaya yüz tutmuş inançların üzerine oturtulmak zorundaydı.

Notlar

[1] “Happy Valley” yani “Mutlu Vadi” ismi bu bölgeye, ABD’nin yaşadığı Büyük Buhran yıllarında Pennsylvania State College’ın varlığı sayesinde, bölgenin ekonomik krizden ülkenin kalanına göre çok daha az etkilenmesi sebebiyle verilmiştir. (e.n.)

[2] M.Ö. 200-300 yılları arasında yazıldığı tahmin edilen Eski Ahit kitaplarından biri. (e.n.)

[3] Emanuel Swedenborg (aslen Svenberg) 1688-1772 yılları arasında yaşamış bir filozof, teolog ve bilim insanıdır. Yaşamının son döneminde, istediği zaman cenneti ve cehennemi ziyaret edebildiğini ve Tanrı tarafından görevlendirildiğini iddia etmeye başlamıştır. Ölümünün ardından takipçileri bir araya gelmiş ve “Swedenborgian” olarak anılan grubu oluşturmuşlardır. Bu grup aynı zamanda “New Church” olarak da bilinen Pennsylvania’daki New Jerusalem Kilisesi’nin kurucu damarı sayılır. (e.n.)

[4] Yarı Tanrı Prometeus’a atıfta bulunarak bireyciliğin cesur, sınırlarda gezinen hatta kimi zaman bu sınırları aşan türünü anlatmak için kullanılır. (e.n.)

 ©® Düşünbil (2020)

Yazar: John Kaag ve Douglas Anderson
Çeviren: Pınar Türközkan
Çeviri Editörü: Onur Demir
Kaynak: lithub.com


Paylaş
Exit mobile version