Bilim ve teknolojideki çarpıcı ilerlemeyle birlikte, 19. yüzyıl iyimserliğin yüzyılıydı. Hegel’in, Batı’nın tarihini Bildungsroman, insan ilişkilerindeki “mantığın” farkına varılması, olarak sunuşu zamanın ruhunu yakaladı. Oysa Schopenhauer, – kendisinin kötümser olduğunu beyan eden tek büyük filozof – Hegel’in anlatısını cansız bir kurgu addetti. İlerleme, dedi, bir yanılgıdır: yaşam, şu an olduğu gibi geçmişte de ızdıraptı ve daima öyle olacak: “Izdırabı defetmek için durmadan çabalamak hiçbir şeye yaramaz, fakat onun şeklini değiştirir”. Öyleyse, iyiliksever bir Tanrı ya da vekili Hegelyen “akıl” tarafından yaratıldığından dolayı, dünya “var olmaması gereken” bir şeydir.
1788’de Danzig’de doğan Arthur Schopenhauer, iş adamı bir baba ve yazar bir annenin oğlu olarak Hamburg’da yetişti. Varlıklıydı, hiçbir zaman ücret karşılığı akademik yazı yazmadı – aslına bakarsak ücret karşılığı hiçbir şey yapmadı; tam tersine, felsefeyi amaç değil araç olarak görenleri, yani “felsefe profesörleri”ni küçümsedi. Düşünsel bağımsızlığın önkoşulunun bağımsız bir servet olduğunu iddia etti. Hayatının son yirmi yedi yılını, fino köpeği ile beraber – hiç evlenmedi – Frankfurt’ta geçirdi. Çalışma odasının duvarında Kant portresi ve masasının üzerinde Buda heykelciği vardı. Keyif için The Times okur, flüt çalar, Frankfurt operasına giderdi. Yaşamının son on yılına kadar pek tanınmayan Avrupa’nın en ünlü filozofu, 1860’ta öldü.
Schopenhauer, sistematik felsefe adına yalnızca bir eser, 1818’de yayımladığı İstenç ve Tasarım Olarak Dünya’yı yazdı. Eseri dört “kitaba” ayrılmıştı. 1844’te, ilk baskının dört kitabına dört kitaplık bir “ek” daha koyarak ikinci baskıyı hazırladı. Bu, çalışmanın toplam uzunluğunu ikiye katlayarak 1.000 sayfaya çıkardı. Alman felsefî çalışmalarının çoğunun anlaşılmazlığı göz önüne alındığında, eserin “İngiliz berraklığı”na sahip oluşu (Schopenhauer bir süreliğine Wimbledon’da eğitim görmüştü), somut örnekler bakımından zenginliği ve zekâsı, okumayı benzersiz bir zevk haline getiriyordu.
19. yüzyıl Alman filozoflarının tümünün başlangıç noktası, Kant’ın yükselen figürüdür. “Dünya benim tasarımımdır”, Schopenhauer’in 1818 tarihli kitabının (ana eser) ilk cümlesidir. Bu, uzay ve zamanın “kendinde şey”den ziyade “görünüş” olduğu, Kant’ın “transendental idealizmi”nin özeti olarak planlanmıştır. Metafiziksel açıdan bakarsak doğal dünya, Schopenhauer’in ifadesiyle, sadece bir “düş”tür.
Transendental idealizm gündelik hayatı görünüş âlemine indirdiğinden beri, gerçekliğin gerçekte nasıl olduğu şeklindeki heyecan verici soru gündeme gelmektedir: “Kendinde şey” nedir? Kant’ın moral bozucu cevabı, bunu asla bilemeyeceğimizdir. Madem ki uzay, zaman, nedensel bağlılık ve öz, tüm deneyimimizi şekillendiren zihnin “formları” ve kendi zihinlerimizin dışına çıkmamız mümkün değil, o hâlde kendinde gerçeklik asla bilinemez. Kendisini takip eden “Alman idealistleri” ile birlikte, Schopenhauer bu iddiayı dogmadan ziyade meydan okuma olarak ele aldı. Olgunluğunda, ilerlemeyi sonunda tasdik etmesine rağmen, yine de bunun, şeylerin görünen yüzeyinin altını kazarak yapılabileceğine inanır. Sonunda kabul eder ki felsefe, gerçeklik hakkındaki en derin hakikate erişemiyor olsa da, en azından sağduyu ya da doğa bilimlerinden daha derin bir açıklama getirmektedir.
Bu açıklamaya binaen, ana eserin ikinci kitabı bize, “tasarım olarak” görünen dünyanın, daha derin bir seviyede “istenç olarak” anlaşılacağını söyler. Bu, ilk etapta, kendi bedensel eylemlerimizden gelen bilinçle açığa çıkan bir şeydir. Dışsal algılamada, der, bir elmanın görünüşünü, ona uzanan bir elin görünüşünün takip ettiğini fark ederiz. Bu bizim tek bilinç şeklimiz olsaydı, ilk ve ikinci algı arasındaki bağlantı tümüyle esrarengiz olurdu. Fakat tabii ki bu, tek bilinç şeklimiz değil. Olayların sırası anlaşılabilirdir çünkü içsel deneyimler ilk algıyı takip eden ikinci algının sebebinin yeme arzusu olduğunu ortaya koymaktadır. İç gözlem bize, eylemlerimizi oluşturan, kararlarımızı sonuçlandıranın istenç – his, duygu ve arzular olduğunu söyler. İstenç, insan ve hayvanların davranışlarını da açıklar. Sözümona inorganik seviyede bile istencin iş başında olduğunu görürüz: örneğin merkezcil kuvvet ile merkezkaç kuvveti arasındaki çatışmada, bir insan ile diğerinin istenci arasındaki çatışmaya benzer şeyler buluruz.
Schopenhauer’in keşfi, yaşamın altında yatan “öz”ün, yaşam istencinin mutluluk olmadığıdır. Zira, Buda’nın “Dört Yüce Gerçek”in ikincisinde söylediği gibi, istenç acı çekmektir. “Gerçek”lerin ilkinde söylendiği üzere yaşam ızdırapsa, Schopenhauer bundan “var olmamanın bizim için daha iyi olacağı” sonucunu çıkarır. İstencin (çoğunlukla) açı çekmek olduğu şeklindeki iddiasını desteklemek üzere iki başlıca argüman ortaya koyar: Birincisi, benim “rekabet argümanı” diye adlandırdığım, ikincisi ise “stres ya da can sıkıntısı argümanı”dır.
Rekabet argümanı, istencin, – ilk ve başta gelen “yaşama istenci”nin – mücadelenin hâkim olduğu, “herkesin herkese karşı savaştığı” ve yalnızca galip gelenlerin hayatta kaldığı bir dünyada kendini tatmin etmek için çabalaması gerektiğini ileri sürer. Soyunu devam ettirebilmesi için şahin serçe üzerinden beslenmek zorundadır, serçe de solucan. Bireydeki yaşama istencinin, bir başkasındaki yaşama istencini yok etmekten başka seçeneği yoktur. Darwin’den elli yıl önce Schopenhauer, doğanın, sistemini aşırı nüfus sayesinde muhafaza edebildiğini gözlemledi; doğa, türün sürdürülebilmesi için yeterli sayıda antilop meydana getirirken, aslanları beslemek için fazlalık da bırakıyordu. Bundan şu sonuç çıkar ki, korku, acı ve ölüm, iyiliksever bir düzenin tek tük aksaklıkları değil fakat doğal ekosistemin ayrılmaz bir parçasıdır.
Uygarlığın, insan türüne saygı göstererek doğanın merhametsiz vahşetini bir dereceye kadar ıslah ettiği doğrudur. Yine de, özünde, insan toplumu da bir yarışma alanıdır. Bir siyasî parti güç kazanırsa, diğeri kaybeder; bir birey zenginleşirse, diğeri yoksullaşır. Romalıların da bildiği gibi, homo homini lupus, insan insanın kurdudur: “İnsanı etkileyen en ciddi kötülüklerin başlıca sebebi yine insandır”.
“Stres ya da can sıkıntısı” argümanıyla beraber, Schopenhauer toplumsal yaşamı bir kenara bırakıp birey psikolojisine yönelir. Yaşamak, bildiğimiz üzere, istençtir. Şimdi, her iki kişiden birinin istenci tatmin olmuş veya olmamıştır. Eğer olmamışsa, kişi acı çeker. Yeme istenci tatmin olmamışsa açlık duyar; şehvet istenci tatmin olmamışsa cinsel gerilimi artar. Öte yandan, eğer istenç doyuma ulaşmışsa – arkasından, en iyi ihtimalle, zevkli veya neşeli kısacık bir an – bunun hemen ardından “endişe verici bir boşluk duygusu ve can sıkıntısı” tarafından alt ediliriz. Bu durum, özellikle sekste gözle görülürdür; yine Romalıların bildiği gibi, post coitum omne animalium triste est: Seksten sonra tüm hayvanlar hüzünlüdür. Bundan dolayı, yaşam, biri yoksunluk diğeri can sıkıntısı olan iki tür ızdırap arasında “sarkaç gibi sallanır”.
Ana eserin üçüncü kitabı ayrıntılı ve geniş kapsamlı bir sanat felsefesi sunar. Bunun Schopenhauer’in genel argümanı için önemi, sanatın, dördüncü kitabın konusu olan “kurtuluş”un kısa süreli bir imâsı olarak görülmesinde yatar. Hayat ızdıraptır. İnsan bilinci her gün hem şimdiki zamanın ızdırabını çekmekte hem de gelecekteki ızdırap hakkında kaygı duymaktadır. Fakat estetik bilinçte, doğrusunu söylemek gerekirse, “kendimizin dışına çıkarız”. Ay ışığının usulca kımıldanan dalgalar üzerindeki hareketinden ya da mükemmel bir müzik eseri tarafından büyülendiğimizde, sıradan, istenç-dolu benliklerimizi ve dolayısıyla sıradan bilincin ayrılmaz parçaları olan acı ve kaygıyı unuturuz. Bir anlığına “daima aramış olduğumuz fakat bizden sürekli kaçan, neşe ve huzur dolu bir zihne” erişiriz. Kısacası, “Epikür tarafından ‘en yüksek iyi’ ve tanrıların mekânı olarak değerlendirilen acısız yerde” yaşarız. Ve bu deneyimden çıkardığımız sonuç şudur: “İstenci sessizliğe gömülen bir insanın hayatı ne kadar kutsal olmalı; kısa bir an için değil, güzelliğin keyfini çıkararak sonsuza dek”.
Fakat tabii ki, yaşamak istenç olduğundan dolayı, istenç “insan ölmediği sürece” hiçbir zaman bütünüyle sessizliğe gömülemez. Münzevi ve düşünür, kendilerini vita activa’dan (aktif yaşam) vita contemplativa’ya (tefekkür) nakletme hususunda bir dereceye kadar başarılı olabilecekleri hâlde, biri hayatta olduğu sürece kimse bütünüyle istencinden kurtulamaz. İstenç, yalnızca ölümde “sonsuza dek” sessizliğe gömülebilir. Ve bu yüzden dördüncü kitap bize, nihai son olan “kurtuluş”a yalnızca ölümle erişebileceğimizi söyler.
Fakat ölümü neden bir kurtuluş olarak görmeliyiz? Kesin yok oluş, hiçliğin boşluğu yerine birileri, getirdiği tüm acıya rağmen insan gibi yaşamayı tercih edemez mi? Ölüm korkusunun panzehirlerinden biri transendental idealizmdir. Ölüm, doğal hayatın “düş”ü içinde var olan kişinin başına gelen bir şeydir. Fakat düş kuran kişinin düşün dışında olması gerektiğinden dolayı, idealizm bize “iç doğamızın ölüm karşısındaki yıkılmazlığını” sağlar. Yine de, şartlara bağlı olarak, yıkılmazlık lütuftan ziyade musibete dönüşebilir. Peki bunu neden böyle düşünmeliyiz?
Kant’ın sürekli “kendinde şeyler”den söz ediyor oluşu, Schopenhauer’in eleştiri getirdiği noktalardan biridir. Böylesine çoğulcu bir söylem, der Schopenhauer, tümüyle yersizdir çünkü yalnızca uzay ve zaman principium individuationis (bireyleşme ilkesi) sağlar; çünkü sadece uzay-zamanın farklı alanlarında yaşayan iki varlık saptayabildiğimiz için onlardan ayrı bireyler olarak, iki diye bahsedebiliriz. Fakat transendental idealizme göre uzay ve zaman sadece “görünüşler” ile ilgilidir, dolayısıyla Kant’ın konumundan da anlaşılacağı üzere bundan “kendinde” gerçekliğin “çoğulculuğun ötesinde” olduğu sonucu çıkar.
İstenç, yine de, çoğulluğu gerektirir. Hiç olmazsa, istencin öznesi ve onun nesnesi arasında ayrım yapmaya gerek duyar. Bu nedenle, çoğulluğun ötesinde olmak istencin ötesinde olmak, ve böylece istenç-dolu bilince özgü olan kaygıdan muaf olmaktır. Çoğul-olmayan âlemde, kişi daimi olarak Epikür’ün “en yüksek iyi”sinde, onun “tanrıların mekânı” olarak adlandırdığı yerde yaşar. Bu, mistikler tarafından sezgisel olarak kavranmıştır. Her şeyi ilahi bir bütünlük içerisine yerleştiren “panteist” düşünce, tüm mistik deneyimlerin ana fikridir. Bu yüzden örneğin, Meister Eckhart’ın öğrencisi vecd hâlindeyken “Efendim, Tanrılaştığım için benimle sevinin” diye haykırır. Hangi devirde yaşarsa yaşasın, kültürü ve dini ne olursa olsun tüm mistiklerin arka planda söylemek istediği, naklettiklerinin sanrısal (delusional) sayılarak defedilemeyeceğidir. Ve eğer dürüstlüklerinden şüphe etmiyorsak, ölümün gerçekten de kurtuluş olduğuna emin olmalıyız.
Schopenhauer’in 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başındaki sanatçılar üzerindeki etkisi, başka herhangi bir filozoftan daha büyük olmuştur: Tolstoy, Turgenyev, Zola, Maupassant, Proust, Hardy, Conrad, Mann, Joyce ve Beckett onun eserini takdir etmiş ve ondan etkilenmiştir. Bütünüyle muktedir, iyiliksever bir yaratıcının Hıristiyan öğretisine boyun eğen Batı felsefî geleneği, mümkün olan tüm dünyaların en iyisinde yaşadığımız hükmünü vermeye zorlanmıştı. Sanatçılar, Schopenhauer’de, ilk defa bu gerçekten ne kadar uzak olduğumuzu ortaya koyan bir filozof buldu. Schopenhauer ile en derinlemesine ilgilenen sanatçı (kendisi de saf bir yeteneğin filozofu olan) Richard Wagner idi. Aslında, 1848 Devrimindeki rolü sebebiyle idam edilmekten kıl payı kurtulan bir sosyalist-anarşist olan Wagner, Schopenhauer’i Yüzük serisini yazma sürecinin ortasında keşfetti. Sonuç olarak, ütopik anarşizm lehine bir argümanla başlayan ve onu savunarak biten, Wagner’ın bir arkadaşına yazmış olduğu gibi, “yaşam arzusunu kesin olarak inkâr eden” bir eser ortaya çıktı. Bu, diye yazdı, “olası tek kurtuluş . . . bütün düşlerden bağımsız olmak tek nihai kurtuluştur”. Wagner’ın ateşli takipçisi genç Friedrich Nietzsche, ilk kitabı Tragedya’nın Doğuşu’nu “Schopenhauer’in ruhu ve şerefine” yazarak Wagner’a adadı. Nietzsche’nin olgunluk döneminde Schopenhauer aleyhine dönüp “hayatı olumlama”ya yönelmesi, Wagner ile dostluğuna son verdi.
Bana kalırsa Schopenhauer, ilk Avrupalı Budistti (Hindu ve Budist metinlerinin ilk çevirileri, o, ana eserini yazdığı sırada görünmeye başladı). Yaşamak, der bize, istençtir ve istenç endişe verici, yorucu ve bitmek bilmeyen, sadece en güçlü olanın hayatta kaldığı Darwinvari mücadeleye katılmaktır. Bir hedefe ulaşmanın hazzı ya kısacıktır yahut hiç yoktur. Ve ona bir defa ulaştık mı, can sıkıntısının daimi tehdidinden kaçmak için yeni bir hedef bulmakta acele etmeliyiz. Hayat bir ayak değirmenidir; “İksion’un tekerlekleri” asla durmaz. Fakat bu, der Schopenhauer, oynamak zorunda olmadığımız bir oyundur. İstencin dünyasından tefekküre – mevcut jargondaki hâliyle “farkındalığa” – çekilebiliriz; aydınlar için, huzurlu ölümle kendini tamamlayacak olan bir çekilme. En derin seviyesinde, der Schopenhauer, kendisinin felsefesi, tıpkı Sokrates’inki gibi “ölüme hazırlanmak”tır.
Yazar: Julian Young
Çeviren: M. Kaan Erdoğan
Kaynak: TLS
Düşünbil Portal’da yayımlanan, Düşünbil yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır.