Sanat tarihi öğretmem gerekirken neden yazı yazmayı öğretmeye çalışıyorum…
Dün kızım, bir önceki gün o kadar uzun süre boyunca ne öğrettiğimi sordu. Ben de ona “fotoğraf tarihi” ve “yazı yazma” dedim. İkinci sınıf öğrencisi olarak bunu oldukça komik buldu: Ne de olsa daha yeni el yazısı becerisini mükemmelleştirdi ve dolayısıyla neden (hala) büyüklere bunu öğreteyim ki? Ben de kızıma, bunun yazmaktan çok fikirleri nasıl bir araya getirmek – bir sürü bilgiyi alıp bunlarla nasıl bir başkasına bir şey söylemekle alakalı olduğunu anlattım. İnsanın ne düşündüğünü ve neden bunu düşündüğünü, bir başkasının bilmesini sağlayarak düzenli bir şekilde bir fikir nasıl ifade edilir. Böylece yazı yazmak dediğimiz şeyin aslında sadece yazı olmadığı ortaya çıkıyor.
Yazı, daha az yalnız olma umuduyla bir şey ifade etmektir. Bir sese sahip olmak, elbette, ama aynı zamanda o sesi işitecek bir kulak ve konuşacak bir ağzı olan bir kulak arayıp bulmaktır. Harflerle sabitlenen bir sohbete girmeyi öğrenmektir, evet, ama aynı zamanda aşık atışması biçimiyle esnek bir sohbettir: kimi zaman çatışmalı ama aynı zamanda danışıklı her sesi, büyütme potansiyel gücüne ve bu sesleri topluluk denebilecek koroyu inşa edecek potansiyel güce sahip bir sihirbazlık numarası. Yazabildiğimden önce bir zamanın olduğunun farkındayım ve buna ek olarak, tıpkı kızım gibi, benim için yazmanın sayfaya yerleştirdiğim gibi kalemden çıkan çizgileri kağıdı havalandırabilecek kelimelere dönüştüren bir sihirden ibaret olduğu bir dönemin olduğunun da.
Öte yandan, hatırlayabildiğim kadar uzun zamandır daima yazagelmiş gibi hissediyorum kendimi. İşte bu ses, her ne kadar uzağa ulaşabiliyorsa ya da ulaşamıyorsa da, hep ben olageldi ve ben yaşadığım sürece ve tuhaf bir şekilde kelimeler sayesinde tarihe girebildiğim sürece ben olmayı sürdürecek. Bir gün biri, benden bahsedecekleri tarih yazımları yazacak ve ben ikamet ettiğim bu bedenden değil, bir sayfa üzerine dizdiğim kelimelerden ibaret olacağım. Bu demek değil ki ölümsüzlük adına yazıyorum, aslında tam tersi: Ufak bir nebze ölümsüzlük olasılığı, benim tam anlamıyla canlı olabilme çabamın yan ürünü. Yani işaretini koyma, bir bakıma yaşamın köşelerine işemek, bununla birlikte umarım biraz daha sofistike ve genelde daha az koku bırakarak. Benim için yazmak, en az yatırımla en büyük verimi almaktır: Yazarak, tıpkı bir kelebeğin kanat çırpışının kendi başına büyüme potansiyeli olması gibi, benim dışımda, benim ötemde, dünyada bir ses kazanıyorum.
“Zamanın ve mekanın ötesinden birlikte sohbete girebilme gücümüzü seviyorum”
Yazmam gerektiğine dair kanaatim, başkalarından daha iyi olduğumu ya da daha fazla konuşmaya hakkım olduğunu düşünmemden kaynaklanmıyor; ama aynı şekilde herhangi birinin, otorite mevkii ne olursa olsun, benden daha iyi olduğuna ya da yazmak için benden daha fazla yetkin olduğuna dair eşit derecede ikna olmadığımdan kaynaklanıyor.
Yazmak, elde edebileceğim en büyük güç. Yazı yazmak aynı zamanda, birbirleriyle, heyecanla iletişim kuran yazan pek çoklarıyla, okuyan pek çokları arasındaki mahrem bir tutku, bir orji. Bu nedenle, bu yalnızca kendim için istediğim bir güç değil, öylesi kafamın içindeki yankı odasından daha ilginç olmazdı. Başkalarındaki yazma gücünü, kendi kafalarının içine girme ve onların sesini duyma özgürlüğünü bana bahşetmelerini seviyorum. Zamanın ve mekanın ötesinden birlikte sohbete girebilme gücümüzü seviyorum. Hiç tanışmayacağım ve bir gün tanışma şansına sahip olacağımı umduğum insanlarla arkadaş olabilme, hayaletlerle sohbet edebilme ve tartışabilme tuhaf becerisini seviyorum. Farklı fikirde olduğumuzda bile insanların yazmış olduğu şeyleri okumak ve bunları ciddiye almak, başka insanları ve onların özgürce düşünme özgürlüğüne dair derin bir saygı biçimi gibi geliyor.
Yüzeysel olarak alaycı şahsımın derinlerindeki idealiste cazip gelen bu seslerin gücü, pek çok kişinin kendi istekleriyle bir koro oluşturabilme gücüdür. Bana göre demokrasi, ancak böylesi bir koro sayesinde ortaya çıkabilir: kendi içerisindeki çeşitliliği ifade edebilme ve aynı zamanda bu çeşitliliğe saygı duyma gücüne sahip kakofonik bir koro.
İşitilmeyen insanların en son barışcıl girişimi olarak ‘yazmak’
İşte bu nedenle öğretmenlikte yaşadığım en büyük şaşkınlık, öğrencilerimin kendi yazı yazma güçlerine ve onun ötesinde yazı yazma haklarına dair derinden bir güvensizlik hissettiklerini görmek oldu. Demokrasilerde öğretmenlik yapıyorum ve kanımca öğrencilerim yazamıyorlarsa (üniversite öğrencileri, bilgi sahibi görüşler geliştirme ve bunları ifade etme gücünü üstlerine almıyorlarsa) o zaman demokrasinin hiçbir olasılığı yoktur.
Aksine, Adorno’nun dediği gibi, hepimiz başkalarının görüşlerinin alıcıları haline gelmeye mahkumuz ve fikirlerimiz önceden paketlenmiş mallar arasındaki değiştokuş ekonomisinden başka bir şey olmaz. İnsanların, işitilmedikleri zaman bedenlerinin görüleceği umuduyla milyonlarcası sokaklara dökülme gereksinimi gördükleri, oy kullanmanın değerinin bu kadar tartışmaya açık olduğu bir zamanda ve bu bedenlerin iyi ihtimalle görmezden gelindiği kötü ihtimalle şehit edildiği bir zamanda yazı yazmak, çoğu zaman, demokrasi ideali üzerinden idealleştirilen, sıklıkla yanlış sunulan müşterek kamusal alana doğru, geriye kalmış en son barışçıl girişim gibi görünüyor.
Dünya üzerinde pek gücüm yok; ama sahip olduğum güce yazı yazma sayesinde sahibim. Yazı yazmayı öğretmeye çabalıyorum; çünkü bu beceriyi çoğaltarak insanların demokrasiye katılma potansiyellerine dair gücü çoğalttığıma inanıyorum. Yazılarım ya da öğretmenliğim sayesinde dokunabildiğim birey sayısı daima az olacak. Ama bu azıcık, hiç yazmasaydım veya öğretmeseydim olduğundan çok daha fazla. Nasıl öğrettiğime ve neler öğrettiğime katılmayanlar daima olacak; ama benle aynı fikirde olmayarak ve neden ve nasıl bana karşı olduklarını kelimelere dökerek onlar da yazı yazıyor olacak.
Şimdiye kadar dört ülkede öğretmenlik yaptım ve yazı yazmakla demokrasi arasındaki ilişkinin her yerde olduğunu öğrendim; ama bu ilişkinin öğretilmesi bana öyle görünüyor ki çok tehlikeli bir şekilde birbirinden çok farklılıklar gösteriyor. Bunun dökümü, kabaca şöyle: ABD’de yazı yazmak, eğitime sahip olma şansına ve becerisine sahip olanlara güçlü bir kamusal ses vermeyi sürdürüyor ama şirketlerin gücü, kendisine Hristiyanlık, aile değerleri, savunma ve hepsinden öte demokrasi adını takan kapitalizmin paralel evreninde en yüksek seslerin bile çoğunlukla yerini alıyor. Türkiye’de insanlar, yazma eğitimini elde etmek için genelde daha az fırsatları var; ama her ne biçimde, yolla veya şekilde olursa olsun bir sese sahip olma hakkı için can atıyorlar ve inatla gerçek ve artan tehlikelere rağmen risk altındaki bu hak için mücadele ediyorlar.
Benim için en ilginci, çok iyi eğitimli öğrencilerimin alenen, yazılı olarak ve özellikle eğitimleri sırasında görüş ifade etme hakkına “henüz” sahip olmadıklarını uysalca kanıksadığı İsviçre ve Almanya oldu. Dünyanın lider demokrasilerinin ikisindeki genç yetişkinler açısından otoriteye –bu, hegemonyanın görünmez otoritesi mi yoksa profesörlerinin yakın otoritesi mi tam olarak bilemiyorum– dair bu razı olma durumuna hayret ediyorum.
“Kelimelerinin gücü” ile bedenlerimize yüklenen kısıtlamaların ötesine geçmek
Yazı yazmak ve demokrasi hakkındaki tüm bu süslü fikirleri öğrendiğim Amerika Birleşik Devletleri, mesleki eğitimin ötesinde kültürel katılıma yönelen kimi eğitim kurumlarının ayrıcalığının bir parçası olarak yazı yazmayı öğretiyor. Bununla birlikte üniversite, eğitim üzerinden yukarı doğru hareketlilikte yüksek bir oran sağlıyor. Bu da demektir ki hegemonyaya karşıt sesler, pek çok mecrada kendilerini ifade etme fırsatına sahip olageldi ve hakim söylemin pek çok yönünü değiştirdiler.
Benim kuşağımın özgürlükçülerinin tartışmasız saydığı gerçekler –örneğin, cinsel yönelimi, ırkı veya inancından (ve vegan arkadaşlarımın hatırına, türleri de ekleyeceğim) bağımsız olarak bireylerin eşit değere sahip olduğu–, çoğunlukla sadece güzel bir şekilde maddeden soyutlanmış yazı dünyasında ayakta tutulabilir. Belli bir sınıftan gelen, belli beden ölçülerine, dine, eğitime ve geçmişe sahip bir kadın olmam tüm yazılarımda mevcut ama ilk bakışla göze görünmüyor. Bedenin yokluğunda kelimelerin dolaşıma girme gücü nedeniyle kadınların veya Afrika kökenli insanların bedensel varlığının reddine rağmen bu gerçekler ayakta tutulabildi.
Mary Wollenstonecraft’tan Virginia Woolf’a, Frederick Douglas’tan James Baldwin’e insanlar, bedenlerine yüklenen kısıtlamaların ötesine geçmekte kelimelerinin gücü sayesinde küçük bir güce sahip oldukları bir yerden haklarını ifade ettiler. Bu ifade sayesinde, eşitsizliğin imkansızlığını imkanlı kıldılar ve bu, epey büyük bir güçtür. Mezun olduğum lise, Westlake Kız Okulu (artık öyle bir okul yok) yazı yazmaya çok önem veriyordu. Los Angeles’ta elit bir özel okuldu; Beverly Hills yıldızlarının ve onların menajerlerinin ve avukatlarının çocuklarından oluşan parlak grup içerisinde profesyonellerin (profesörlerin ve doktorların) çocukları inek alt sınıfı oluşturuyordu.
Şimdi düşününce öğretmenlerim olağanüstü gençti; kimisi üniversiteden yeni mezun olmuş, yirmili yaşlarının başındaydılar. Vietnam Savaşı’nın vahşetine karşı, sivil hakları hareketinde ve kadınların özgürleşme hareketinde demokrasiyi sokaklara taşımış bir nesilde büyümüşlerdi. Kitaplara çok düşkün ailem sayesinde yazmayı öğrendim; ama fikirlerimi ifade etmek hakkımı öğretmenlerim sayesinde öğrendim. O dönemde kalıcı olarak elde edinmiş görünen kadınların eşitliğinin öncüsü olan okulumuz bize, söz söyleme hakkını öğretmeye kararlıydı. Bu güçlenme şüphesiz kısmen sınıfsaldı; ama bir kısmı da ataerkil düzende nasıl usturuplu, uysal kadınlar olmayı asla öğrenmemekten geliyor.
Kamusal alanda bir ses edinme becerisi, yirminci yüzyılın ortalarından sonlarına kadar kadınların kamusal alana katılımının modernitenin göstergesi olarak hizmet ettiği Türkiye gibi ülkelerdeki kadınların deneyiminde de önemli oldu. Akademik pozisyonların yarısını kadınların oluşturduğu ister eğitimli sınıflarda, Karadeniz kıyılarında veya Kürtlerin çoğunluğu oluşturduğu güneydoğuda meydana gelen örgütlü direnişlerde kadınlar, kamusal alanda konuşma haklarını savunurken taviz vermiyorlar.
Yakın geçmişte Türkiye, dünyada basın özgürlüğü ölçümlerinde 160 ülke arasından hızla 149’uncu sıraya düştü. Ülkenin demokrasisi felaket bir halde, gazetecileri hapiste ve yalnızca iktidarda olanlar savaş, petrol, silahlar ve katliamların karmaşık düzenlenişinde “gerçekten” ne olduğuna dair bir fikre sahip.
Hem Türkçede hem de tam olarak akıcı bir İngilizcede ifade etme pratiğinden yoksun bırakılan, çoğu kere İngilizcedeki zayıf eğitim nedeniyle katılma becerileri zayıflatılmış olmasına rağmen Türkiye’deki öğrencilerim ve meslektaşlarım, eğitim hakları ve konuşma hakları için mücadele ediyor. Uzaktan onların sözlerine, Facebook paylaşımlarına, şakalarına karşı polis gücüyle yüzleşmelerini izledim.
Kimi zaman, giderek daha fazla fısıldamaya mecbur bırakılmış olabilirler. Buna karşın, “insan hakları” ve “demokrasiler”e inanan insanlar olarak bizlerin sahip olması gereken her özgürlüğün işareti olduğu için ifade özgürlüğünün kolaylıkla ortadan kalkmasına izin vermeyecekler. Bu bağlamda, İsviçre ve Almanya’daki öğrencilerimin yazılarındaki ifadeli sesin genel yokluğu şaşırtıcı geldi. Bu ülkeler üzerine yazmak benim için en zoru; çünkü bir yabancı olarak öğretmenliğimin, görüşlerimi başkalarına empoze ediyormuşum gibi algılanacağından kaygılanıyorum.
Özellikle Amerika’dan gelmiş ve İngilizce ders anlatan biri olarak bunun emperyal görüneceğinden endişeliyim. Kaldı ki beni rahatsız eden öğrettiğim şeye dirençlerinden çok, bu direnmeleri için sundukları sebepler. Yazı yazmayı öğretirken, alma ya da bırakma özgürlüğüne sahip oldukları, ifade etme araçlarını sunduğumu varsayıyorum. Bu araçları, başka derslerde edinecekleri, yine ister alacakları ya da bırakacakları başka araçların dünyasındaki katılımcılar olarak görüyorum.
Buna rağmen bu araçları sunduğumda bunu, nasıl yazmaları gerektiğine dair bir reçete olarak ele alıyorlar. Ardından, profesörlerinin görüşlerini yazmalarına izin vermeyeceklerini, otorite olmakta “yeterince ilerlemediklerini” söyleyerek itiraz ediyorlar. Dolayısıyla kendimi, edindikleri eğitimin dışında sahip olacakları belki de en güçlü aracı –yazı yazmayı– sunuyor olduğumu düşünüyorum. Onlar ise yazı yazmayı, derslerini geçmelerini sağlayacak bir araç olarak görüyor. Buna ek olarak, bu aracın gücünü, üniversitenin mekanı içerisinde sahip olmadıkları bir otoriteye, bir ifade hakkına bağlıymış gibi görüyorlar. Eğer kişi üniversitede, beşeri bilimlerde, demokrasinin kendini açıkça ifade edebilen bir katılımcısı haline gelmeyi öğrenmiyorsa bu otoriteyi imkan dahilinde nerede elde edebilir? O zaman, otorite elde etmenin uygun yeri neresi olabilir?
Yazarak kazanılan ‘otorite’
Otoritemi nasıl elde ettiğim üzerine düşünüyorum. Onlara göre bu otoriteyi unvanım üzerinden kazandığımı görüyorum. Ama aynı zamanda, bu otoriteye onların da sahip olabileceğini ileri sürdüğümde benimkini sorgulamaya yöneliyorlar. Belki de bir şekilde, mutlak, profesörlüğe dair bir otorite iddiasında daha fazla bulunan birine kafa tutmazlar.
Bana göre ben otoritemi, beni bir profesör yapmış olan bir sihirbazlık numarası sayesinde değil, yazı yazarak elde ettim. Her mevkiin ötesinde bana yetki vermiş olan şey yazı yazmam. Hem yayınlarımın niceliği sayesinde –pek çok yer ve kişi yazılarımı kabul etti ve kamusal alanda dolaşımdalar– hem de şu andaki rolüme uygunluğumu beni seçmiş olanların nazarında açık kılan nitelik sayesinde bana yetki verdi. Bu otoritenin teoride herkese ait olduğunu düşünüyorum. Bu benim mevkiimden bağımsız. Bu anlamda, tamamen demokratik olma potansiyeline sahip. Ayrıca, bu becerileri derslerde kullanmaya kalksalar profesörlerinin nasıl tepki göstereceğini bilemiyorum. Diyebilirim ki, eğer argümanlarını desteklemek üzere kanıt kullanmazlarsa, dünya çapında profesyonel başarının bir işareti olarak giderek daha fazla kullanılan İngilizce dilindeki dergilerde yazılarını yayınlamakta zorlanacaklar.
Argümanları etkili bir biçimde desteklemek üzere kanıt kullandıklarında profesörlerinin, öğrencilerin ifadelerinin yalnızca “görüş” olmadığını fark edeceklerini ummak isterim. Bir makale, argüman ifade ettiği ya da soyut bir otorite konumuna işaret eden tarafsız bir ses kullandığı için değil, argümanı mantıksal olarak desteklemekte kanıt kullandığı için “bilimsel”dir. Bir makale kulağa şiir gibi gelebilir; ama etkili bir makalenin matematiksel bir yapısı vardır.
Evet, işte bunları söyledim. Bir görüşe sahip olarak, kişisel bir sorumlulukla yazmak, sanki yazar orada değilmiş gibi yazmaktan daha sulu, duygusal veya bir tür zayıflık değildir. Bir görüşe sahip olarak yazmak, geometrideki kanıt kadar mantıksal bir yapıya sahiptir. Sağlam bir argüman ancak eşit derecede sağlam bir argümanla çürütülebilir. Bu da tartışmayı teşkil eden şeydir; yani enformasyon açıklamanın ötesinde bilginin nihai amacı.
Writing Degree Zero kitabında Roland Barthes, ders kitaplarından, ansiklopedilerden ve müze etiketlerinden seslenen üçüncü-tekil şahıs anlatıcının nasıl da aslında sözümona nesnel bilginin bir göstereni olarak davrandığını, bu sesin içerisinde gizli hegemonyaya dair varsayımları gizlediğini açıklar. Öğrencilere bu tarafsız, nesnel sesi kullanarak konuşmaları gerektiği öğretildiğinde aslında onlara öğretilen, bu hegemonik sesi kullanarak konuşmaktır: halihazırda dışarıda bir yerlerde olan o otorite cüppesini üzerlerine nasıl giyecekleri.
Bunu yaparak bir yazar, beyaz üst sınıf bir erkek olmakla tarihsel olarak özdeşleştirilen toplumsal statü üzerinden otorite kazanır. Gerçekte bu ses, temsil ettiği beyaz, üst sınıf, heteroseksüel erkeğin kılığına girme olasılığını her bedene sağlar. Öğrencilerim, bir görüş oluşturma otoritesine sahip olmadıklarını söylediklerinde, kastettikleri bu olmalı. Bu cüppe (henüz) onlara bahşedilmedi.
Aralarında pek çok genç kadın ve genç gay erkeğin olduğu öğrencilerim, henüz beyaz heteroseksüel erkekmiş gibi konuşma oyununu oynamayı öğrenmedi ve bunu yapana kadar pek yüksek sesle konuşamayacaklar. İşin komik tarafı, bu söylediğim, kendi üzerlerine yansıtılan heteroseksüel erkekliğin, yani kısaca ataerkinin, sesini benimsemeyi öğrenmek zorunda olan beyaz heteroseksüel erkekler için de aynı şekilde geçerli. Ve bu son derece anti-demokratik – eğer demokrasi derken, halihazırda daima iktidarda olan sesleri sürekli kılan şeyi kastetmiyorsak. Kapsamak, farklı olanın halihazırda varolan iktidar kiplerini taklit etmesine izin vermek demek değil; demokratik toplumlarda çoğalabilecek iktidar kiplerini farklılığın değiştirmesine izin vermektir.
Kendi hesabıma, bu ataerkil otoritenin cüppesi bana bahşedilmedi. Ve eğitimim boyunca, bunu istemeye veya kabul etmeye beni sevk edecek tek bir an olmadı. Ataerkini benimsemenin nasıl olduğuna ya da benimsemeyi arzulamanın nasıl olduğuna dair en ufak bir fikrim yok. İşin komiği, Almanya veya İsviçre’de, bu cüppeye sahip görünüyorum ve bu üstün pelerini, omuzlarımdan düşene (ya da omuzlarımdan çekip alınana) kadar kullanacağım. Tıpkı öğrencilerimin bu türden yazı yazmanın Alman geleneğinde olmadığını ve Alman üniversitelerinde kabul görmediğini söylemeleri gibi ben de bu iktidar kipiyle çatışmaya girmenin olanaklı olduğunu ve bunu yapmanın yollarından birinin yazı yazmak olduğunu onlara anlatacak en azından birinin olmasının tam da bu nedenle değerli olduğunu ileri sürüyorum.
Bu tıpkı herhangi bir başka demokraside olduğu gibi Almanya’da da elzem çünkü konuşma hakkı, başkalarının seslerine saygı duyma hakkı, dahil olma ve tartışma hakkı… tüm bu haklar kırılgan. Bu haklar, var oldukları her toplumda kırılganlar ve şu anda var olmadıkları ya da asla var olmadıkları pek çok toplum var.
Eğer “otorite” gibi soyutlamalardan korkma nedeniyle veya profesörlerin ve dersten alınacak notların bizim üzerimizdeki asgari gücü yüzünden bu becerilerin yok olmasına izin verirsek biber gazına karşı bu hakları savunmak zorunda kaldığımızda ne yapacağız? Ya silahlara karşı? Cezaevine? Ölüme? Umarım bir daha asla Almanya’da oralara varmaz. Dilerim hiçbir yerde oralara varmaz; ama varıyor ve varabilir. Hiç kimse hiçbir yerde güvende değil, ne terörizmden ne de sessizce çaktırmadan sokulabilen uyumluluğun katıksız iktidarından.
Kafanızda kaldığı veya yalnızca özelde ifade edildiklerinde fikirlerin pek az değeri var. Eğer İsviçre ve Almanya’daki öğrencilerim, fikir üretmekte oldukça güvende oldukları bir yerde sözün değerini görmeye dair hiçbir arzuları yoksa böylesi bir güvenliğin olmadığı tüm diğer yerler için bir umut olabilir mi? Şu işe bakın ki sanat tarihi bölümünde, genellikle geleneksel olan İslam sanatı tarihi alanında ders veriyorum. Her disiplinin, hegemonik sistemlerin ister lehine ister eleştirerek bir yazma alanı olma potansiyeli var. Sanat tarihinin kendine özgü konumu, değerli nesneler ve mekanlarla olan yakın ilişkisinden kaynaklanıyor.
Koleksiyonlardaki nesneleri analiz ederken, bu nesnelerin müzelerde mekansallaştırılmalarıyla meşgul olurken ve mimariye olan muazzam yatırımları analiz ederken sanat tarihi, benzersiz bir şekilde zenginlikle ve dolayısıyla iktidarla ilgilenen beşeri bir disiplin. Bu nedenle çoğunlukla, hegemonik kültürlerin sürdürülmesine yönelik merkezi bir söylem olarak hizmet ediyor. Şanlı, karmaşık, güzel nesnelerin tarihinde görülür olan “uygarlığımızın” başarılarını kutlayabilir.
Koleksiyonculara ayırt etme kabiliyeti ve dolayısıyla ince zevk görünümü kazandırır. Uluslara, onları eşsiz kılan tarihsel anlatılar sunar ve ayrıca toplama ve düzenleme becerisi üzerinden iktidar miraslarını ifade eder. Bu söylemsel pratik, “akademik” yazı kisvesi altında desteklenen, tam olarak aynı üçüncü tekil şahıs, tarafsız, otoriter seste meydana gelir.
Bu söylemsel miras aynı zamanda sanat tarihini, bu hegemonik sesteki boşlukları analiz etme ve maddi mirasları incelemenin alternatif yollarını geliştirmeye olanak sağlayan mükemmel bir yer kılar. Sanat tarihi öğretmem gerekirken yazı yazmayı öğretiyorum; çünkü eğer insan, otoritenin cüppesi altında değil de argümanın otoritesi üzerinden yazmayı öğrenemezse akademik seste cisimleşen hegemonik iktidarın söylemlerinin dışında konuşmak tamamen imkansız olur. Bu konuşma olmadan, çeşitliliğin dahil olmasının hiçbir olanağı yok. Bu da demokratik söze hiçbir olasılık bırakmaz; onun yerine ister gösteride ister çatışmada, iktidara ancak bedenle karşı çıkma olasılığını bırakır.
Pek çok sanat tarihçisi gibi benimle birlikte çalışan öğrenciler de bu karşıt sesi benimsemek istemeyebilirler. Hegemonik sesi sevebilir ve onu kendi sesleri olarak benimsemek isteyebilirler. Buna kesinlikle hakları var. Bununla birlikte, hem okulda hem de sonrasında benimsemek isteyebilecekleri sese dair aslında bir tercihe sahip olmalarını sağlayan araçlar, üstelik mantıksal ve hassas araçlar olduğunu onlara öğretmediğimde işimi yapmamış olurum.
Yazan: Wendy MK Shaw
Çeviren: Ayşe Lucie Batur
Kaynak: bianet.com