Mülkiyet, özgürlüktür. Sahip olduğumuzla istediğimizi yapabiliriz. Bedenlerimize sahip olduğumuza inanırız ve onlarla istediğimizi yapabileceğimize. Ancak gerçekten öyle mi? Bedenlerimiz üzerinden deneyimlediğimiz bu en müstakil mülkiyet türü, ona dilediğimizi yapma özgürlüğü veriyor mu bize? Bu düşünceden sıyrılmak için –ürkütücü zindanların biraz daha ötesinde, mülkiyetin sınırlarının ve hatta mülkiyetin kendisinin kolayca konumlandırılabildiği– hastane koridorlarında bir gezintiye çıkmanız yeterli. Bedeni, arzu edilen durumda tutmak için özenle tasarlanmış araçlarla donatılmış, birbiri ardına sıralanmış hastane odalarında, kişi, belki de yaşamın en rahatsız edici gerçeklerinden biriyle yüzleşir: en bize ait görünen (bedenimiz) aslında ne denli yabancılar. Leonardo ya da Michelangelo tarafından harika bir ustalıkla çizilmiş, boyanmış bedenler; Vesalius’un rahatsız edici çizimlerindeki bedene, içindeki her şeyi açığa seren; bir binada ya da arabada benzerini gördüğümüzde bakmakta bu kadar zorlanmayacağımız tüm o boru ve kablo ağlarını açıkça sergileyen bedene ilham kaynağı olur. Peki neden böyle?
Bu zorluk, aksi halde kendimizden saklayacağımız, bedenimizin kimi yanlarıyla yüzleşmemizi zorunlu kılan nahoş karşılaşmadan kaynaklanır. Tüm o borular ve kablolar oldukça kırılgandır ve her an bozulabilir, bedenlerimize yönelik algımızda çok da üzerinde durmadığımız bir konudur bu. Tabi ki dönem dönem rahatsızlıklar yaşarız, hatta bazen mahcup edici olanları da olur. Mahcup olmamızın sebebi; bu rahatsızlıkların, sahip olduğumuzu sandığımız şeyin, aslında ne kadar azına sahip olduğumuzu fark ettirmesinden ileri gelir.
Bedenimizin şu yegane gerçeği kavramamız konusunda bize seçenek bırakmadığı anlar belki de karşılaşacağımız en afallatıcı ve yabancılaştırıcı anlardan biridir: “Biz” (neden bu “biz”?) , bizim olmayan, sahip olmadığımız ve bizim için önemli olan şeyleri pek de önemsemeyen bedenlerimizde yaşayan yabancılarız.
Kimiz öyleyse biz? Bu soruyu birçok farklı şekilde yanıtlayabiliriz. Zihin olabiliriz örneğin, beden olabiliriz, ruh ya da et olabiliriz. Ama her durumda, bedenimizin, üzerinde hiçbir kontrolümüz olmayan bir yabancı olduğu gerçeğini kavramamızla, bir çelişkinin içine düşeriz. İşte bu, en somut örneğiyle tartışılan “zihin/beden” problemidir. Filozoflar bu problemi farklı şekillerde tartışsalar da hepimiz bunu deneyimliyoruz günlük hayatlarımızda. Bedeni çökmeye başlayan, acının, yalnızlığın, çaresizliğin alacakaranlığında, insanın varını yoğunu elinden alan bu yabancıdan ürkmüş bir hasta, bu gerçekliği en acı şekilde yaşayanlardan biridir örneğin.
Mülkiyet miti de bedenle birlikte çöker bu aşamada. Martin Heidegger’in şu mübalağalı sözüyle yüzleşmek durumunda kalırız: “Ölüm, Dasein’ın kendisine en ait olan, en öz olasılıktır”. İngilizce “ownmost” [kendisine en ait olan, en öz] sözcüğüyle karşılanan Almanca kaynak dildeki “eigenste” sözcüğü bu noktada dikkate değerdir. Eigenste sözcüğü, sahiplik anlamındaki “eigen” kökünden gelir, bu da şu demektir: en çok sahip olduğumuz şey (başka bir imkânsız ifade!) ölme olasılığıdır. Biraz farklı bir biçimde ifade edecek olursak, gerçekten sahip olduğumuz şey, ölümdür. Tabii ki bu ifade oldukça esrarlı bir ironi barındırır. Bu nasıl bir mülkiyettir ki, mülkiyet kavramının kendisinde saklı olan umut kalıntısını ortadan kaldırır? Bu umut kalıntısı şunu imler niteliktedir: Ölümden muaf olabilirim, ebediyete sahip olabilirim, ya da şöyle ifade edilebilir; ölümün bu küçük düşürücülüğü ile karşılaşmak zorunda değilim, beni kavrayınca bırakmayacak olan bu ürkütücü gerçeklikten korunmak için özenle tasarlanmış çitlerim, evim, arabam, sahip olduklarım var.
“Her şeyi en güzeliyle yaptım bu hayatta, ama yine de ölmeliyim”. Bu cümle, Heidegger’in Varlık ve Zaman’da kendisinin de değindiği, Lev Tolstoy’un ürkütücü novellası İvan İlyiç’in Ölümü isimli kitabındaki ana karakterin mottosu olabilir. İvan İlyiç, cennetin burjuvazi versiyonunda yaşamını güvenli sularda sürdüren bir karakterdir: mutlu bir evliliği, kazançlı bir işi ve iyi bir kariyeri, güzel bir evi vardır – her şey mükemmeldir. Sonra, çok da mükemmel olmayan bir şey gelir ve yaşamına yerleşir; başlarda hafif bir ağrı olarak başlayan, ancak sonra artarak hayatının tümüne hâkim olan; düşüncelerini karmaşıklaştıran, ailesini uzaklaştıran, tüm dünyayı bir işaret sıfatına indirgeyen bir ağrı. Karakter, bu süreçte “kendine en çok ait” varlık olanağını keşfeder. Kendini tanımaya başlar ve edindiği bilgi karşısında, sahip olduğu şeyler hızla değerini yitirir.
Eğer mülkiyet menfur bir yanılsama, sonunda bizi ölüm sancısına sürükleyen bedende sıkışıp kalmanın dehşetini dindirmek için kendimize söylediğimiz bir yalansa, bu “kendine en çok ait” olasılıkla yüzleşmek mümkün müdür? Eğer bu kurtuluş yanılsamasını mülkiyet üzerinden tanımlıyorsak ne yapmaya çalışıyoruz? Bu keşfin kendisi zaten bir ölüm formu değil mi? Ve son soru; mülkiyetsiz yaşayabilir miyiz?
Yazar: Jeff Love ve Michael Men
Çevirmen: Naciye Taşdelen Sağlam
Kaynak: The Philosophical Salon