Akıl, insan ırkına bahşedilmiş en özel güçtür. İnsan, bu güç sayesinde başta bir problem gibi görünen her şeyi belli deneyimler sonucunda çözebilir. Çevresindeki her şeye aşina olur ve bilgisinin ve deneyimlerinin yettiği kadar çevresini ve kendisini anlamaya çalışır. Bu yüzden yapılması gereken insanın anlama yetisinin nasıl çalıştığını çözmek olacaktır, çünkü bunu çözmek kendimizi bilmek ile eş değerdir. Zihin, insanın deneyimlerinden türettiği her bilgiyi, başka benzer olaylar içinde öyle oluyormuş gibi varsayarak kimi zaman bizi yanılgıya uğratabilir.
Deneycilik (Empirizm) akımının önemli temsilcilerinden biri olan David Hume, insanın tek tek şeyleri deneyimlemesi sonucu ortaya çıkan sonuçları, diğer başka şeylere genellemesini problemli bulur. O, bu problemin veya bu sanının temelinin ne olduğunu araştırır. Neden geleceğin her zaman geçmişe benzeyeceğini düşünürüz? Felsefe tarihine bakılacak olursa, bu sorunun doyurucu bir cevabı yoktur çünkü ya bilgilerimiz doğuştan gelmiştir ya da deneyim yoluyla elde ettiğimiz her bilgiyi bu zamana kadar böyle olduysa bundan sonrada böyle olacaktır yanılgısıyla diğer şeylere uyarlayıvermişizdir. Bu yanılgıdan kurtulmak için yorulmadan bir araştırma yapmak şarttır. Bu araştırma zihnimizin sınırlarını bilmek açısından da önemlidir.
Hume, ilk olarak, zihin algılarımızı, idealar/düşünceler ve izlenimler/duyumlar olarak ikiye ayırır. İdealar, izlenimlerimizi olduğu gibi hatırlamamıza vesile olurlar fakat izlenimlerimizin yanında daima sönük kalırlar. İzlenimlerimiz anın algılarıdır. Beş duyu organımızla hissettiğimiz, deneyimlediğimiz andaki her şeydir ve hâliyle düşünceden daha canlıdır:
“…En canlı düşünce, en sönük duyumdan daha aşağı kalır yine de. …Geçmiş duygu ve heyecanlarımız üzerinde düşündüğümüz zaman düşüncemiz sadık bir aynadır ve objelerini gerçeğe uygun biçimde kopya eder; fakat kullandığı renkler ilk algılarımızın renkleri ile karşılaştırılınca, silik ve sönük kalır” (Hume, 369). O hâlde, bilgimizin doğruluğu açısından bizim için önemli olan izlenimlerimiz olacaktır. Zihnimiz sınırsız bir güce sahip değildir, aslında onun tek yaptığı; duyuların ve tecrübenin verdiği şeyleri birleştirmek, yerlerini değiştirmek, büyültmek ve küçültmektir. Her idea aslında zihnimizin bu işleyişinin sonucudur. Mesela tanrı ideası, iyiliğin ve bilgeliğin büyütülmesi ile oluşturulmuştur. Her düşünce, izlenimlerin kopyasıdır. Zihinde bir ideanın oluşabilmesi için o ideanın malzemesini deneyimlemiş olmak gerekir. O hâlde, şeylerin ne olduğu, bir nesnedeki nedenin veya onun etkisinin ne olduğu apriori bilinemez, onları sadece aposteriori olarak bilebiliriz. Öyle ki; bir buzun etkisinin soğuk olduğunu deneyimlemeden bilen insan pek keskin görüşlüdür (Hume, 388).
İnsan aklının bütün objelerini idea ilişkileri ve olgu sorunları olmak üzere ikiye ayırabiliriz. İdea ilişkileri, mantıksal veya matematiksel iddialardır, ve aprioridirler. Bu önermelerin değili alındığında iddia yanlışlanır ve çelişir. Olgu sorunları ise empirik iddialardır ve onların doğruluğunu apriori olarak bilmemiz mümkün olmadığı gibi, değillerini aldığımızda çelişkiye düşmeyiz. Mesela; “üçgenin üç kenarı vardır,” önermesi, idea ilişkileri sınıfına mevcutken, “dün yağmur yağdı, bugün de yağmur yağacak,” önermesi, olgusal meseleler sınıfına mevcuttur. Çünkü ilk önermenin değili alındığında cümle, “üçgenin üç kenarı yoktur,” olacaktır ve bu yanlıştır. Oysa ikinci önermenin değili; “dün yağmur yağdı, bugün yağmur yağmayacak,” şeklinde olur ve bu bir çelişki içermemektedir. Aposteriori iddiaların değili, mantıksal bir çelişki içermez ve bu yüzden bu iddiaların doğruluğunun kanıtlanması rasyonel olarak mümkün değildir. İzlenimlerimiz aposterioridir. O hâlde izlenimlerimizin doğruluğunun kanıtlanması rasyonel olarak mümkün değildir. Peki biz sadece anda gerçekleşen duyularımızın ve hafızamızın kayıtlarını nasıl doğru sayabiliyor ve nasıl bunu ispatlayabiliyoruz? Bu türden bir ispatın mantıksal yapısı nedir? Hume bu soruya nedensellik cevabını verir. Ona göre olgu meseleleri ile ilgili bütün akıl yürütmelerimizi (endüktif akıl yürütme) bir olgudan başka bir olguyu çıkarsayarak yaparız. Üstelik bu çıkarımı yapmamızı sağlayacak bir bağ olduğuna da inanırız. İşte bu bağ Hume’a göre neden-etki bağıdır ve bu bağ tecrübelerimiz sonucunda oluşur. Biz sadece; bu zamana kadar o şeyi veya nesneyi deneyimlediğimizde, böyle bir sonuca vardığımızı gözlemleriz ve bu sonucun tekrarlanması durumunda, bundan sonra da hep böyle olacakmış gibi davranırız. Ama bu problemlidir çünkü bir şey bin defa öyle oldu diye bin birinci defa da öyle olmasının mantıksal olarak doğrulanmasına imkân yoktur. Bu olsa olsa tecrübelerimizin ardı ardına verdiği sonuçlara alışma hâlidir. Aristoteles’in de dediği gibi; “Alışkanlıklarımız bizim ikinci doğamızdır.” Doğa düzenlidir, birçok tekrarla karşılaşabilir ve o tekrarı doğru kabul edebiliriz ama bu sadece geleceğin her zaman geçmişe benzeyeceğine olan inancımızdır. Buna inandığımız için her şeyde neden-etki bağlantısı kurarız. Bu yüzden ateşi her gördüğümüzde onun yakacağını biliriz veya hiç deneyimlemesek bile bir bilardo topunun diğer topa çarptığında onu hareket ettireceğini biliyor gibi davranırız. Akıl, hayal gücü ve tecrübeleri kullanarak bilgi yapbozunda eksik parçaları tamamlamaya meyillidir.
Gelecek her zaman geçmişe benzer önermesinin apriori temellendirmesi imkânsızdır çünkü önermenin değili de pek tabii mümkündür. Önermenin aposteriori temellendirilmesi ise döngüsel olur. “Gelecek her zaman geçmişe benzemez,” önermesinin temellendirilmesi yine kendisinin değili ile mümkün olacağından, yapılan şey bir çemberin üstünde dönüp durmaktan farksız olacaktır. Ve bu durum bütün endüktif akıl yürütmeler için geçerlidir. “O hâlde, endüktif akıl yürütme sonucunda ulaştığımız hiçbir rasyonel sonuca inanmanın hiçbir rasyonel temellendirmesi yoktur” (Elgin, Mehmet).
Hume’un bu sonucu, bir filozofu uykudan uyandırdı. Bu filozof Kant’tı ve o, Hume’ un felsefesinden, “beni dogmatik uykumdan uyandırdı” diye bahsetmektedir. Kant, ilk yıllarında Leibniz-Wolff felsefesinin etkisindeydi ve dogmatik uykudan kastı kavramların bilgisinin apriori olarak bilinebileceğini sanıyor olmasıydı. Hume sayesinde o, “Bu kavramlar nereden geliyor?” sorusunu sordu.
Kant, Hume’un felsefesinde ulaştığı endüktif akıl yürütmelerin rasyonel temellendirmesinin mümkün olmayacağı sonucuna katılıyordu. Fakat doğa biliminin ana kavramı olan nedensellik boş bir tasarım olamazdı (Akarsu, Bedia, 26). Zirâ deneyde salt alışkanlık yoktur. Alışkanlığın bütün doğabiliminin temelini oluşturduğu üzerinde durulması gereken önemli bir sorundur. Kant, Hume’un felsefesini sadece neden kavramı ile sınırlamadı o bu felsefeyi anlama yetisinin kavramları olan nicelik, nitelik, ilişki ve kiplik alanlarına da yaydı. Kant’a göre her şeyi salt alışkanlık ile bilmemiz problemliydi. Evet, bilgilerimiz deneyden geliyordu ama bizim deneyimleyemememize rağmen var olan şeyler de –mesela uzay-zaman, sonsuzluk– vardı. O hâlde bizim görüleyemediğimiz (fenomen) ama pekala düşünebildiğimiz (noumenon) şeyler de var olmak zorundaydı ve bunun bilgisi bize salt deneyimden gelmiyordu. Kant bize, etkilerin nedenleri takip etmesinin kaynağının saf deneyim olamayacağını gösterdi. Bilime salt alışkanlıkların dışında temel olacak belli önermeler vardı fakat bu önermeler henüz bulunmuş değildi. Kant bu bağlamda kendinde-şeylerin olduğu düşünülür dünya ile insan zihninin bu dünyayı bilmesi hakkında bir köprünün olup olmayacağı sorusuna ulaşarak kendi eleştirel felsefesini başlattı.
Kaynakça
AKARSU, Bedia (2014). Çağdaş Felsefe, İnkılap Yayınevi.
CEVİZCİ, Ahmet (2007). Felsefe, Sentez Yayınları.
HUME, David (2010). Fikir Mimarları Dizisi-23/İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Soruşturma, (Çeviren: Aruoba, Oruç), Say Yayınları.
Yazar: Merve Karacan
Düşünbil Portal’da yayımlanan, Düşünbil yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır.