Site icon Düşünbil Portal

Bir gecede Freud

Paylaş

Sene 1968. Dünya gökkuşağını keşfediyor… Özgürlüğün ne olduğu yeniden gözden geçiriliyor. “Marks Freud’u okusaydı…” diye başlayan cümleler sarf edilmiş miydi bilmiyorum ama Lacan Freud’u çoktan gezmeye çıkarmıştı.

Sene 1968. Türkiye’de anti-emperyalizm örgütleniyor. Leylâ Erbil’in ikinci öykü kitabı Gecede yayımlanıyor. İlk öykü kitabı Hallaç’ta Türkiye edebiyatındaki biçimsel devrimi gerçekleştiren yazar, bu defa biçimi anlama yaklaştırıyor. Edebiyatımız buna hiç hazır değilken üstelik. 1950 kuşağının varoluşçuluğu keşfiyle birlikte başlayan süreç ve fotoğraf gerçekçiliğinin karşısına geçen iç gerçekçilikle birey önem kazanıyor. Erbil’in kendince yarattığı yeni noktalama işaretleriyle birlikte algıyı zorlayan dili verili biçimi yıkıyor. Günümüz edebiyatındaki deneyselliği düşününce Erbil yazınının zamanının çok ötesinde olduğunu görüyoruz.

Gecede, toplumcu gerçekçiliğin kabul gören yüceltilmiş tek edebi anlayış olduğu o dönemde Sait Faik Öykü Ödülü’nü alamıyor. Eleştiri noktasınınsa metnin saldırganlığı ve sevgisizliği olması dikkat çekiyor. Değişik bir okuma gerçekten. Yazar, toplumun sevgiden uzaklaştırılmasını mesele ederken, altmetinde sevgiyi ararken üstelik. Ki hâlâ biraz böyle değil midir beklenti. Maske düşüren edebiyatla, dünyaya maske takan organik edebiyat arasında dev uçurumlar yok mudur? Tek bildiğim Leylâ Erbil kalemine ulaşan çok sayıda eser üretilmediği bugün, tam da bir önceki cümle yüzünden. Maske düşüren eserlerin keşfi ve sahiplenişinin hep kendi zamanının uzağında olması da bundandır belki.

Leylâ Erbil edebiyatının hak ettiği yeri bulması da doksanlı yıllara varıyor. Onu daha çok Cüce’yle tanıyoruz. Erbil anlaşılamamanın etkisiyle hemen hemen tüm metinlerinde aynı sorunsalı işliyor. Değişen zamanın getirdiklerini yazdığı metinlere dâhil ederek. Ataerkilliği katlayarak devralan kapitalizmin bireyde açtığı yaralar, kadın erkek ilişkileri üzerinden sosyopolitik yaşamın tasvir edilişi… Onun metinlerinde sorunsalın sabit kaldığını, iç gerçekliğin bilinçakışıyla aktarıldığını ve altmetinde hakikat arayışının olduğunu söyleyebiliriz.

Gecede’nin yazıldığı yıllarda henüz Türkiye’de psikanaliz yerini bulamamışken, Erbil Freud’u içselleştirmekle meşguldü. Freud, Erbil yazınında her zaman güçlü bir yer tutar. Bir gecede Freud’a yaklaşmak için ne yapmalıyım diye soranlara Gecede’yi okutmak yanlış olmaz. Hatta Freud’un psikanalitik çözümlemelerini yaşam alanına taşır. Dünya psikanalizle felsefeyi buluşturup ideolojileri yeniden gözden geçiredursun, modernizmin postu yere serilmek üzereyken üstelik, Leyla Erbil kötülük saçan, öfkeli, saldırgan yazar olarak eleştirilmektedir. Edebiyata işlevsel anlamlar yükleyen her görüş gibi, iyi, topluma faydalı, idealist insan yaratma arzusu Türkiye edebiyatının da karnına yerleşmiştir çünkü. Leylâ Erbil ve kuşağı, iç gerçekliği, yani insanın içsel dünyasının gerçekliğin dışında sayılamayacağını savunurken, dönemin eleştirmenleri, “Sanat toplum içindir,” savından yola çıkarak, bu anlayışı metniyle tartışan yazarları yok saymaktadır. Cüce’nin Zenîme’si aracılığıyla kendine hiçyazar der Leyla Erbil ta ki Kalan’da okuruna seslenene kadar.

Şimdiden bakıldığında bile okurun beynindeki damarları genişleten Gecede’nin, dâhice kaleme alındığını söylemek durumundayım. Uzun aralıklarla üç defa okuduğum Gecede’de her seferinde başka anlamlar buldum. Eser sanki durduğu yerde çoğalıyor gibi. Kadıncanın yani verili dilin sınırlarından kurtulmanın çabası içinde olan Erbil, düzeni kadının bilinçdışını irdeleyerek keşfeder Gecede’de. Üstelik dış dünyayı içeri alarak. Gecede yayımlandığında Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün üstünden yedi yıl geçmiştir. Erbil, Adorno’nun, “En bireysel olan, en genel olandır,” sözüne ya da Kate Millet’ın “Özel olan politiktir,” düşüncesine denk bir yerden, politik olanı bireyin bilincini resmederek yazar. İlericiliği kimsenin sorgulamadığı bir yerden irdeler. Toplamda yedi öyküden oluşan Gecede’de temel izlek cumhuriyetle birlikte inşa edilmeye çalışılan modernizm ve onun yaratmış olduğu çelişkilerdir. Fakat dil öylesine devrimci, eril dilden öylesine uzaktır ki, metin anlaşılmama sorunu ve okura uzaklıkla yargılanır. Erbil, toplumun birey üzerindeki etkisini, ahlaki ve kültürel yapıyı batılılaşma çabasının gölgesiyle buluşturur. Birey olamamanın önündeki engelleri açımlamaya çalışırken, hayatta devrilmeyen tabuları dille yıkmaya çabalar.

Kaptanını kaybeden “Vapur” öyküsü, 50’li yıllardan sonra değişen Türkiye’yi anlatır. Erbil böylece anlatıyı kurduğu yerin sosyopolitik konumunu bize verir. “Halk vapuru seyretmektedir.” Vapurun kaptanı ölmüştür çünkü. Tam burada Erbil’in Kemalist ideolojiyle kurduğu bağı fark ederiz. O dönemin anti-emperyalist hareketlerine de

sirayet eden Atatürk milliyetçiliği ile Amerikancı hükümet arasında kalan halk şaşkındır. Bu durum bir vapurla simgeleşirken, hızlı değişen koşulları psikanalizle buluşturur Erbil. Daha doğrusu anlamlandırmaya çalışır. Freud’un “nevrotik hayvan” diye tanımladığı insanı mesele eder. Dolayısıyla ikinci öykü olan “Ayna”da nefes kesici bir anlatım kurar. Nefes kesmek içinse metinde kendine has olanlar hariç noktalama işareti kullanmaz. Cümleleri bölmez. Biçimsel anlamda okuru okuduğu her kelime üzerinde düşünmeye sevk eder. Öyküdeki benanlatıcı tabiri caizse çıldırmış bir kadındır. Deli demek istemiyorum. Çünkü delilik Erbil’e göre olumlamadır. Kadın duldur ve paşayla evlenmesine tek mani, Amerika’ya karşı mücadele vermeye giden oğludur. Anlatıcının aslında oğlu ölünce dul kaldığını anlarız. Freud’un Oedipus Kompleksi toplumsal düzenle bütünleşir. Öyküye “Ayna” adını vermesiyse eminim Lacan okuyanları gülümsetmiştir. Erbil’in metni sezgisel düzeyde müthiş öngörüler içerdiği kadar sağlam bir toplum analizidir de. Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyet’ine, oradan da Demokrat Parti dönemine uzanan tarihsel süreci akılsızlıkla, bastırılmışlıkla işlerken, erkekliğin yeniden üretiminde kadının yerini de gösterir.

“Çekmece” öyküsü gelecekteki Mektup Aşkları romanının ilk habercisi olmakla birlikte, toplumun politik yapısını kadın erkek ilişkisi üzerinden işler. Yazar metnin gerçeklikle bağını mektup içlerine yerleştirilen dilekçe, gazete küpürü ve amblemlerle güçlendirir. Anlatının yetmediği yerde görselliğe yaslanır ve günümüz deneysel öykücülüğünde sık rastladığımız tekniğin anası oluverir.

“Tanrı” öyküsü de mektuplaşmalardan oluşur. Böylece birden çok anlatıcının perspektifinden ortaya metin çıkar. Okur parçaları birleştirir. Günümüzde “ürün yerleştirme” diye anılan marka ismi sıralama da sanırım yine ilk kez Leylâ Erbil’in keşfidir. Çünkü modernleşmenin arkasına saklanan tüketimcilik ve ekonomik anlamda dışa açılma diye bilinen emperyalizmi göstermek ister. Erbil, Marks’ın altyapı üstyapı ilişkisini buna benzer detaylarla verir. Metnin akışını bireysel ilişkiler sağlar.

“Ölü” ve “Hokkabazın Çağrısı” yine benzer biçimlerde ikiyüzlülüğü işler.

Kitaba adını veren öykü Gecede Erbil’in daha sonra yazacaklarının asıl habercisi gibi durur. “Çok ayığım gene, olmaz, ne konuşmalı, kimi dinlemeli, söz bulantı verir oldu, sözcükler, sözcükler…” der ve bu sözleri Türkiye’de burjuva sınıfının olmayışına bağlar. Yani bunları yazmanın kendisiyle de içten içe hesaplaşır. Biçim ve içerik anlamında Cüce’ye çok yakındır öykü. Kadın erkek ilişkisini oldukça sert cümlelerle ele

alırken, böylesi bir toplumdan ne umulacağını sorar. Bugünden bakıldığında aslında üzerine çok şey söylenmiş bir konu gibi durur anlatılanlar. Gecede’den doğru bakıldığında sanırız düzenin erkek oluşunu işleyen ilk kadındır Erbil. İlerleme adına pek çok adımın atıldığı ülkede kendisi olamamanın öyküsünü kurmuştur. Ve kendisi olamayan her birey ya da toplum ikiyüzlülüğe mahkûmdur. Dolayısıyla cinsellik ya bastırılır ya da duhûl etmeye indirgenir. Tabuların yücelttiği ahlak vicdan tembelliğine dönüşür. Erbil edebiyatında gerçekten de sevgi dolu bir kişilik göremeyiz. Fakat yazarın Cüce’deki tasviriyle yaralı doğan bu insanlar sevgi dilenir ömrünce. Bu sebeple sevgi ürkekçe metnin altına sığınır. Bizim okuduğumuzsa yüzümüze inen sert bir tokattır.

Umarım ki bu tokadı yemeyen kalmasın… Herkes sevgisini gün yüzüne çıkarsın.

Sevgiyle…

* Japonya Şiir Dergisi Sayı 3

Yazan: Arzu Eylem


Paylaş
Exit mobile version