Descartes der ki: cogito ergo sum, “Düşünüyorum, öyleyse, varım”…
Psikanalist Jacques Lacan, Descartes’ın nihai önermesine ulaşmadan önce geçirdiği sürecin önemini tartışıyor: “Düşünüyorum, öyleyse varım”. Bir kimseyi, vardığı sonuca ulaştıran şeyin şüphecilik olduğunu belirtir: “Şüphe duyduğum gerçeğine binaen, düşündüğümden eminim.” Lacan bizlere, Sigmund Freud’un felsefesindeki ana fikrin de “şüphe” olduğunu anlatır.
“Tam da benzer şekilde, Freud, şüphe duyduğunda…orada bir fikir olduğundan emindir ki bu, bilinçdışıdır; bunun anlamı, kendini namevcut olarak açığa çıkarmasıdır. Diğerleriyle ilgilenir ilgilenmez, öznenin kendisini açığa çıkaracağı ‘düşünüyorum’ önermesini bu noktaya çağıran da odur. Kısaca, şayet bu şekilde ifade edersem, bu düşüncenin orada, varım olgusuyla soyutlanmış olduğundan emindir; ve, bu bir sıçramadır, biri onun yerine düşünmektedir. [Düşünmeye devam ediyor] Freud ve Descartes arasındaki asimetri de bu noktada ortaya çıkar. Bu durum, özneye dayanan ilkel belirsizlik metodunda saklı değildir. Aksine, öznenin ‘evde’, bu bilinçdışı alanında olduğu gerçeğinden ileri gelir. Bunun nedeni, Freud’un bilinçdışının belirsizliğinin, bizim için dünyayı değiştiren gelişimin gerçekleştiğini beyan etmesidir.” (Kitap XI)
Descartes, araştırmasını, düşünen kimsenin öznelliği üzerinde yoğunlaştırırken, Freud, bilinçdışından kaynaklanan daha derin bir öznelliğe odaklanır. Böyle yaparak, öznelliğin iki belirgin odak noktasını teşhis eder: Ben ve özne. Öznellik dâhilindeki bu özne, “varım” beyanını sunan konuşan ve düşünen özneden daha büyük ve engindir. Bu, direkt olarak erişilemeyecek bir öznelliktir; fakat sadece rüyalar, özgür çağrışım ve aktif hayal gücü aracılığıyla bilinir. Bu, “bilinçdışının öznesi”dir. Bu öznelliği, aynı zamanda, ‘benlik’ olarak adlandırabiliriz.
Freud’un keşfi, derin bir nesnelliğin, “varım” beyanını sunan konuşan ve düşünen özneden daha büyük ve engindir. Bu, direkt olarak erişilemeyecek bir öznelliktir; fakat sadece rüyalar, belirtiler, özgür çağrışım ve aktif hayal gücü aracılığıyla bilinir. Lacan, bizlere bilinçdışının öznesi hakkında daha fazla şey anlatmıştır:
“Daha radikal olarak, göreceksiniz ki, bilinçdışını konumlandırmanız gereken yer, varlık düzeyindeki bir senkroni (eşzamanlılık) boyutudur; fakat, bir anlamda her şeye yayılabilir. Başka bir deyişle, ifadenin öznesi düzeyinde, cümlelere, kiplere göre, kendisini kaybettiği kadar yeniden bulmuştur ve bir ünlem, bir emir, bir dua, bir tereddüt duygusu içinde dahi, sizi bu muammayla karşı karşıya bırakan ve konuşan şey -kısaca, bilinçdışında gelişen her şeyin Freud’un da rüya hakkında söylediği gibi miselyum gibi merkezi bir nokta etrafında yayıldığı kademede-her daim bilinçdışıdır. Bu her zaman mahiyeti belirsiz bir özne sorusudur.” (Kitap XI)
Lacan bizlere, “bilinçdışı öznenin” esrarengiz bir dilde konuştuğunu söyler. Dışarıya doğru, söylenen her şeyin üzerinde genişler. Boşluklarda bulunur ve dilimizin sürçmesiyle duyulur. Hiyeroglif gibi, duygulardan ve etkilerden oluşan fazla süslenmiş bir dil gibi, rüyalarımızın içinde konuşur. Ve Lacan’ın bilinçdışından miselyum olarak bahsettiğine dikkat edin: Çiçek açan ve belirsiz, merkezi bir noktanın etrafında yayılan.
Deleuze, aşağıdaki pasajda Lacan’ın Descartes’ın Cogito’suna (Düşünüyorum, öyleyse varım) gönderme yaptığı söylevi hakkında daha fazla konuya ışık tutar:
“Cogito, her ifade, öznenin üretimidir demektir. Birincil olarak bu anlama gelir; ikincil olarak, her ifadenin onu yaratan özneyi bölmesidir…Sonra, her ifade bir özneye tekabül eder, ve her ifade, kendisini üreten özneyi böler, keser ve ayrıştırır. Önermeleri doğal olarak bağlantılıdır; çünkü eğer ifadenin bir özne tarafından üretildiği doğruysa, aynı nedenden dolayı, bu özne, telaffuz ve ifade öznesi olarak bölünecektir…dolayısıyla, özne, telaffuz ve ifade öznesine bölünmeden bir ifade yaratamaz. Bu da, öznenin bütün metafiziğini psikanalize aktarır. (İkilik, Tekçilik, Çeşitlilik)”
Eğer Deleuze haklıysa, bizleri düalizmin ilk evresine getiren şey, telaffuz eylemidir: “İfadenin öznelerinin ikiliği ve telaffuzun özneleri”. Ve öznedeki bu ikilik, bütün ikiliklere eşlik eder: “Ruh-beden, düşünce-uzanım, ifade-telaffuz”. Deleuze’e göre “İkilik düşünmeyi engeller”. Ve bu ifadeyi açıklamaya devam eder: “Her nerede çeşitliliğin etki alanını terk edersek, tekrar ikiliklerin kucağına düşeriz. Yani, düşüncesizliğin alanına kayarız ve düşüncenin alanını terk etmiş oluruz”
Kendi öznelliğimizi keşfederken, ikiliklerin doğasında var olan sınırlı düşünme şeklinin ötesine geçeriz. Ve bilinçli olarak, rüyaların ve hayal gücünün, “bir süreç olarak düşünce”nin alanına dahil oluruz. Lacan, psikanalitik çalışmanın açığa vurucu niteliğini şu şekilde netleştirir:
“…bir kimse, bilinçdışında kendini yeniden ziyaret etmek için özneye başvurabilir – buna karşın, kimi çağırdığı önemlidir. Bu, ölümlü ya da ölümsüz, uzun zamandır bizimle olan ruh değildir; bir gölge de değildir; bir ikiz, bir hayalet ya da savunmaların ve basitleştirilmiş kavramların saklandığı sözde bir psikolojik kabuk da değildir. Çağırılan öznedir – sadece o vardır, başka kim seçilebilir? Orada belki, hikayede de olduğu gibi, birçoğu çağırılır ve birkaçı seçilir; fakat çağırılanlar dışında başka kimse olmayacaktır.” (Book XI)
Bilinçdışında kendisine yeniden katılmak ve düalist düşüncenin ötesinde Varlık’la karşılaşmak için başvuran Özne’dir; diğer bir deyişle Kendi’dir.
Kaynaklar:
Sigmund Freud, SE XIV, Our Attitude Towards Death Matte, Blanco, The Unconscious as Infinite Sets
Sigmund Freud, Instincts and their Vicissitudes
Jacques Lacan, The Seminar. Book XI. The Four Fundamental Concepts of Psychoanalysis
Gilles Deleuze, Dualism, Monism and Multiplicities (Desire-Pleasure-Jouissance)
Jacques Lacan, The Seminar. Book XI. The Four Fundamental Concepts of Psychoanalysis
Yazar: Jenna Lilla PhD
Çeviren: Zeynep Şenel Gencer
Kaynak: jennalilla.org