Site icon Düşünbil Portal

En Büyük İcadımız, İcat Etmenin Kendisiydi

Paylaş

Diğer tüm hayvanlarda olduğu gibi, bizim türümüz de belli bir çevresel konum içerisinde hayatta kalmak ve üremek için gerekli donanımı sağlayan aşamalı bir doğal seleksiyon süreciyle evrimleşti. Bununla birlikte, bizi diğer hayvanlardan farklı kılan, türümüzün kalıtsal biyolojik rolünden kaçıp kendi kaderinin kontrolünü eline almayı başarmasıydı. Yenilik yapmaya başladı, aktif bir şekilde yaşam biçimini, çevresini ve hatta gezegenin kendisini yeniden şekillendirdi. Öyleyse biz Homo sapiens’ler bunu nasıl başardık? Türümüzü diğerlerinden ayıran neydi?

Kültür veya beyin yapısındaki belirleyici bir değişim gibi tek bir konuyu araştırmak muhtemelen hata olacaktır. 1,5 milyon yılı aşkın bir süredir Homo erectus gibi erken Homo türlerine mensup arkaik insanlar yavaş yavaş diğer büyük maymunlardan ayrılarak, gittikçe artan iş birliğinin belirlediği bir yaşam biçimi geliştirmiş; birlikte taştan basit aletler yapmış, avlanmış, yemek pişirmiş, belki ebeveynliği de ortak olarak yapmışlardır.

Sanatsal aktivite veya teknik yeniliklere dair işaretlere rastlansa da arkaik insanların yaşam tarzları geniş zaman dilimleri boyunca büyük ölçüde durağan kaldı. Sadece son 300.000 yıl içinde türümüzün ve kuzenimiz olan Neandertallerin ortaya çıkması ile bir şeyler değişmeye başladı, fakat son 40-60.000 yıl öncesine kadar hızlı bir değişim yaşanmadı.

Öyleyse bizim türümüzü arkaik insanların yaşam biçimini takip etmekten alıkoyan sebep neydi? Muhtemelen birçok faktör vardı. Fakat insan zihni üzerine çalışan biri olarak benim açımdan özel anlam taşıyan çarpıcı bir gelişme var: tarihin herhangi bir noktasında ortaya çıkıp, atalarımızın yaratıcı güçlerini epey arttırmış olan, bugün sahip olduğumuz zihinsel yeteneğimiz.

Bahsettiğimiz yetenek, kişinin zihnini buradan ve şu andan ayırıp bilinçli olarak diğer olasılıkları düşünmesini sağlayan ve sürekli bir yenilenmeyle yaratıcılığın, sanatın, bilimin ve teknolojinin gelişiminde kilit unsuru olan varsayımsal düşünmedir. Büyük ihtimalle bu yeteneğe sahip olmayan, durağan yaşam tarzlarının doğası gereği o anı yaşayan ve dikkatlerini sadece dünyaya odaklayan arkaik insanların davranışları ise alışkanlıklar ve çevresel uyarılarla belirleniyordu. Günlük yaşamlarında bir şeyleri daha iyi yapmanın yollarını tesadüfen bulmuş ve böylece git gide yeni alışkanlıklar ve yetenekler geliştirmiş olsalar da yenilikler üzerine aktif şekilde kafa yormadılar.

Peki varsayımsal düşünme nasıl gelişti? Sizi, biri İsrailli dilbilimci Daniel Dor’a, diğeriyse Amerikalı felsefeci Daniel Dennett’a ait iki önermeyle tanıştırıyorum. Her ikisi de direkt olarak varsayımsal düşünme hakkında olmamakla beraber, daha karmaşık bir konu olan, insanların bu kapasiteyi nasıl geliştirdikleri üzerine ikna edici bir tablo sunuyorlar.

Dor’un, The Instruction of Imagination (2015) adlı kitabında yer alan doğa ve dilin kökeni ile ilgili önermesi ana hatlarıyla şöyledir: Arkaik insanlar, toplumları daha çok bir arada hareket eder hale geldikçe uyarma, yardımcı olma, tavsiye verme ve eğitme gibi karmaşık iletişim yollarına ihtiyaç duydular. Bunu yaparken anlatmak istedikleri şeye dikkat çekmek için jestlerini, mimiklerini ve seslerini kullandıkları pandomimvari hareketlerden faydalandılar. Amaçları, Dor’un “deneysel ortak özdeşleşme” olarak adlandırdığı; gördükleri, hissettikleri ve tepki verdikleri şeyleri karşı tarafın da aynı şekilde deneyimlemesini sağlamaktı. Bu işte oldukça yetenekli olsalar da bu deneysel-mimiklere dayalı iletişim şekli epey kısıtlıydı. Çünkü bu tür iletişim, deneyimlerin paylaşılmasıyla yürüdüğünden, sadece eldeki mevcut deneyimlerle sınırlanmış oluyordu. Mesela yaklaşan bir kurttan eğer onu gerçekten görmüşseniz bahsedebilirdiniz. Oysa zaman ve mekândan uzak olan şeylerden bahsedemezdiniz. Dolayısıyla, insan toplulukları karmaşıklaştıkça, bu kısıtlama daha ciddi bir soruna dönüştü.

Dor, arkaik insanların üstesinden gelemediklerinden şüphe ettiği bu sorunu türümüzün ve muhtemelen Neandertallerin harika bir manevrayla çözdüğünü iddia ediyor; üstelik yeni iletişim araçları gerektirmeden, eskileri yeniden şekillendirerek… Manevra, zaten bir şeyle bağlantılı olan bir sesi veya jesti alıp onu yeni bir yolla kullanmaktı – o şeyi deneyimlemek için bir davet olarak değil de o şeyi hayal edebilmek için yönerge olarak. Mesela anlatıcı, “kurt” sesi çıkardığında, o an orada bir kurt yoktu, dinleyenler göremedikleri fakat anılarında canlandırdıkları bir kurt imgesini hayal ediyorlardı. Anlatıcı “tepe” sesi eklediğindeyse, dinleyiciler tepe ve kurtla ilgili anılarını birleştirip ona göre tepki veriyorlardı. Böylece iletişim buradan ve şimdiden bağımsız hale geldi. Dor’a göre dönüşü olmayan bir şeydi bu: “İnsanlar ilk kez başkaları için deneyimlemeye başladılar ve başkalarının da onlar için deneyimlemesine izin verdiler.” Dilin doğuşu işte bu şekilde oldu.

Dor, insanların zamanla bu yeni iletişim teknolojisini gittikçe geliştirdiklerini söylerken, onlar için önemli olan şeyleri ortak olarak ifade eden yeni işaretler tanımladıklarından, deneyimlenen dünyayı belirli özelliklere bölen “sembolik bir manzara” yaratıp bu işaretleri birbirine bağlayan uzlaşımlar (konvansiyon) oluşturduklarından söz eder (bu uzlaşımlar elbette fikir birliğiyle ortaya çıkmıyor, sosyal uzlaşımlarda olduğu gibi açıkça söylenmeden gelişiyordu).

Eğer Dor’un önermesi doğruysa dil, varsayımsal düşüncenin yolunu açtı diyebiliriz. İnsanların deneyimlemedikleri şeyler hakkında öğrenebilmelerini mümkün kıldı. Hatta, dilbilimsel unsurları farklı yollarla bir araya getirerek sadece dinleyicilerin değil, hiç kimsenin deneyimlemediği şeyler hakkında bile sınırsız aralıktaki şeylerin hayaline dair fikir sahibi olmalarını sağladı. Düşüncelerini, ne olabileceği, ne olması gerektiği hatta ne olamayacağının tasavvuruna yönlendirebiliyorlardı. Zamanla bu yeteneği, hikâye anlatmak, mitler uydurmak ve birbirlerini kandırmak gibi yaratıcı alanlarda kullandılar. Ancak bizim açımızdan asıl önemli olan varsayımlar üretebilmek için bunu kullanmış olmaları. Örneğin kötü bir avlanma günü üzerine konuştuklarında birbirlerine neyin yanlış gitmiş olabileceğine dair fikirler verirken nasıl daha iyi yapılabilir diye öneriler sunup sonraki günün planına bu tavsiyeleri almış olabilirler.

Bu ortak bir deneme yanılma süreciydi. Öncelikle, başlarda varsayımsal düşünme, konuşanların fikirlerini özel olarak önce düşünüp sonra paylaştığı değil (bunu nasıl yapabilirlerdi?) aksine, konuşma eylemi sırasında fikirlerini yarattıkları, birbirlerinin hayal güçlerine yönerge vererek olumlu yanıt alana kadar bekledikleri sosyal bir süreçti. Öyleyse insanlar daha sonra tek başlarına yürüttükleri varsayımsal düşünme sürecine nasıl geçiş yaptılar?

İşte şimdi, Dennett’ın Bilinç Açıklanıyor (1991) adlı kitabında yer alan önermesine geliyoruz. Dennett, aklımızdan geçen düşünceler, fikirler ve etkilerin akışı yani bilinçle ilgilenir. Beyinlerimizin temel işlevinin (belki diğer hayvanların beyinlerinin de) bilinç üretmek olduğunu düşünmek cazip görünebilir. Fakat böyle olmadığını ileri süren Dennett, beyinlerimizin birbirine paralel olarak bilinçsizce çalışan çoklu uzman sistemlerden oluştuğunu ve bilinçli aklın öğrenilmiş kesin öz-uyarım (self-stimulation) alışkanlıkları vasıtasıyla, kendimiz için yarattığımız geçici bir organizasyon – sanal bir sistem – düzeyi olduğunu ileri sürüyor.

Özet olarak fikir şu şekilde: Bir defa dili geliştirince, atalarımız, önceleri tesadüfen kendi kendilerine konuştular. Ve bunu yaptıklarında kendi seslerini duyup, çoğunlukla başkasından duymuş gibi tepki verdiler. Kendi kendilerine soru sorduklarında cevapladılar, kendi kendilerini azarladıklarında daha sıkı çalıştılar, kendi kendilerini uyardıklarında daha çok odaklandılar ve dahası, tüm bu tepkiler bilinçsiz süreçler tarafından kendiliğinden üretiliyordu. Bazen bir söz diğerini çağrıştırır o da başka birini çağrıştırır ve bu düşünceler treni böyle uzar gider. Bu zihinsel öz-uyarım sistemi, farklı beyin sistemlerindeki kaynakların koordine olmasına yardımcı olarak öz-denetimi güçlendirme ve sürekli davranış örgülerinin desteklenmesinde faydalı olduğunu kanıtladı. İnsanlar kendilerine özel konuşma alışkanlıkları oluşturup, git gide kendi içlerinden sessizce konuşma yeteneği geliştirdiler. Ayrıca resim çizme veya akılda canlandırma gibi başka zihinsel öz-uyarım biçimlerini de benimsediler. Detaylı ve rafine olan içinden konuşma akışı ve diğer görüntülerle ilgili zihinsel reaksiyonlar bilinçli zihin dediğimiz forma dönüşmeye başladı.

Dennett’ın önermesi daha eski olsa da Dor’un önerisini gayet iyi tamamlıyor. Atalarımız kendi kendilerine konuşmaya başladılar, kendi hayal güçlerini eğitmeyi öğreniyorlardı. Bu eğitici süreci, yaratıcı bir biçimde kullanmaya ve önceden birlikte yapılan uygulamaları bireyselleştirmeye oldukça yaklaşmışlardı. Artık bir problemle karşılaştıklarında onu kendileri keşfedebilir, sorularla, çıkarımlarla ve görsellerle kendilerini uyarabilirlerdi. (“Bu neden kayıyor?”, “Öbür ucu dene”, “Bu şekilde idare edebilirim.” Daha fazla içinden konuşma (“Daha sıkı olması gerekir”, “Daha iyi”, “Bu daha güzel görünür”) şeklinde tepkiler ve bir kez daha öz-uyarımı tetikleyebilecek eylemler, tatmin veya hayal kırıklığı duyguları yarattı. Süreç hala iyi bir fikri bekleyen bir deneme yanılma süreciydi. Bu bağlamda, yeni beceriler öğrenen arkaik insandan farkı yoktu. Büyük fark, insanların artık dünyanın kendilerine fikirler sunmasını beklemeden, zihinlerinde yeni olasılıkları hızlı ve sistematik bir şekilde gözden geçirerek, sürecin kontrolünü ele almış olmalarıydı. İnsanlar, icat etmenin yolunu bulmuşlardı!

Bireyler zihinsel olarak kendilerini uyarmak, sonuçlara dikkat etmek gibi alışkanlıklar kazandıkça bir şey daha yapmış oldular: İçlerinde onlara özel bir dünya varmış hissi yarattılar. Öyle bir dünya ki, bazen onlara etraflarındaki dünyadan daha gerçek görünüyordu. Bir anlamda, kendi bilinçli zihinlerini ve benliklerini yarattılar.

Dor ve Dennett eğer haklılarsa, insanları eşsiz yollarına sokan kilit unsurlar, yeni iletişim yolları icat etmeleri ve bu yolları önce sosyal sonra da bireysel olarak nasıl yaratıcı bir şekilde kullanacaklarını keşfetmeleriydi. Beyinlerimiz ve duysal-işitsel sistemlerimiz, artık insan yaşamının merkezinde bulunan bu eylemleri çok daha gelişkin düzeyde uygulayabiliyorlar ancak başlangıçta bunlar kültürel yeniliklerdi. Dolayısıyla, insanların en büyük icadının, icat etmenin kendisi olduğunu söyleyebiliriz.

 ©® Düşünbil (2020)

Yazar: Keith Frankish
Çeviren: Ayşegül Atalay
Çeviri Editörü: Onur Demir
Kaynak: psyche.co


Paylaş
Exit mobile version