Site icon Düşünbil Portal

Erich Fromm’dan Düşlerin Doğası Üzerine

Paylaş

Düşler, Freud’un ileri sürdüğü gibi düşü gören kişinin akıl dışı arayışlarını mı ifade ediyor? Yeni bir düş yorumu öneren çağdaş bir analiste göre tam olarak öyle değil.

Sigmund Freud’un düş teorisi, onun insan teorisinin bir parçasıdır. Freud, sosyal yaşamın gerekliliklerine uyum sağlamak için insanın, büyüme aşamasındayken benmerkezcilik, yıkıcılık ve akıl dışılık gibi kötücül uğraşlarını bastırmak zorunda olduğunu varsayıyordu. Freud’a göre insanlar bunu kısmen, Freud’un bu süreci “yüceltme” veya “tepki oluşturma” olarak yorumladığı, asosyal uğraşların sosyal açıdan işlevsel olanlara çevrilmesi yoluyla gerçekleştiriyordu. Kendine özgü sadistik uğraşlarını sosyal olarak işe yarar bir etkinliğe çeviren bir cerrah, başarılı bir “yüceltme” örneği olabilir. Başarılı bir “tepki oluşturma” örneği ise yıkıcı içsel gücü ile savaşarak büyük bir merhamet duygusu geliştiren bir yardımseverdir. Freud’a göre insanın en iyi yanları, temelini onun en kötü yanlarından alır.

Freud, uyuduğumuz zaman özümüzde olduğumuz suçluyu dizginleyen gücü gevşettiğimizi düşünür. Düşteki yaşamımız, deyim yerindeyse kültürümüzün ağır yükünden kurtulduğumuz ve bastırılmış çocuksu uğraşlarımızı doyurma özgürlüğünü bulduğumuz bir sığınaktır. Buna rağmen uykuda bile içsel sansürün dikkati tamamen kesilmiş değildir, yalnızca gevşetilmiştir. Onu aldatmak için bir çeşit gizli şifre ile düş görürüz. Düşün gerçek anlamı ise yalnızca bu şifrenin deşifre olmasıyla anlaşılabilir. Bu deşifre sürecine Freud, düşlerin yorumu adını verir.

Freud’un düş teorisi, psikologları şaşkına çevirmiş ve pek çok kişi tarafından bilime aykırı görülerek kınanmıştır. Bazıları bu teorinin yoğun hakikat içeriğini kabul etse de destekçilerinin çoğu, bunu tutucu bir şekilde inkâr etti ve tek taraflı değerlendirdi. Bu grubun lideri haline gelen Carl Gustav Jung, tıpkı düşlerin “alçak” yönlerini vurgulayan Freud gibi tek taraflı bir şekilde onların “yüksek” yönlerini daha çok vurgulama eğilimi gösterdi. Freud, düşlerde yalnızca akıl dışı çocuksu uğraşlar bulurken Jung, etnik miras olarak alınan dini ve metafizik fikirlerin doğal bir sonucu olarak yorumladığı ahlaki veya dini deneyimlerin dışa vurumunu görür.

Eğer bir adam düşünde, bilmediği özelliklere sahip bir kadın görseydi; Freud, bu kadının, o adamın annesini simgelediğini ve adamın, annesine yönelik bilinç düzeyinde bastırılmış olan çocuksu cinsel bağlılığının bu düşle tatmin edildiğini varsayardı. Freud’a göre anne, sansürü kandırmak için düşü gören adama karşı bilinmez halde kalıyordu. Anneye yönelik bu özlem düş görenin son deneyimleriyle birleştirildiğinde, analist, düş görenin yakın zamanda âşık olmuş olabileceği bir kadınla olan ilişkisinin gizli ensest yönlerini arardı. Öte yandan Jung, bilinmeyen kadını “bilinçdışının” imgesi ve aynı zamanda düş gören erkeğin kişiliğinde yer alan dişil tarafın bir sembolü olarak yorumlardı.

Jung, başka bir ekol oluşturmakla daha az meşgul olsaydı ve akıl dışı ırkçılıktan daha az etkilenseydi, Freud’un dogmatizmini terk edişi onu eninde sonunda yöneleceği çıkmaz sokaktan kurtarabilirdi. Şu hâlde Freud’un düş teorisinin yapıcı bir düzeltmesi, ipleri Jung’un ve diğer psikanaliz ekollerinin teorilerinden önce Freud’un kaldığı yerden ele almalıdır.

Öyleyse biz, Aristoteles’in Freud tarafından alıntılanan ancak kabul edilmeyen düş tanımıyla başlayabiliriz: Düşler, herhangi bir zihinsel aktivitenin uyku durumundaki dışavurumudur. Buna göre düşlerin ayırıcı niteliği, Freud’un “çocuksu istekler” veya Jung’un “öznel durumun doğru tasviri” fikri gibi belirli bir deneyim alanı değil; uyku durumunun, bizim deneyimleme biçimimiz üzerindeki etkisidir.

Fizyolojik olarak uyku, organizmanın kimyasal olarak yenilendiği bir durumdur. Fiziksel aktivite ve hatta duyusal algı neredeyse tamamen dururken enerji depolanır. Uyku, uyanık yaşamın ana işlevini askıya alır: algı ve eylem yoluyla gerçekliğe tepki vermeyi. Uyanıklık ile uykunun biyolojik işlevleri arasındaki bu fark, aslında iki deneyim hâli arasındaki farktır. Uyanık hâldeyken düşünceler veya duygular, öncelikli olarak çevremiz konusunda uzman olma, onu değiştirme ve kendimizi ona karşı savunma gibi zorluklara yanıt verir. Uyanık insanın birincil görevi hayatta kalmaktır; bu da aslında onun, uzay ve zaman bakımından düşünmesi gerektiği ve düşüncelerinin eylem için gerekli olan mantıksal yasalara bağlı olduğu anlamına gelir.

Uyku sırasında referans çerçevesi tamamen değişir. Uyurken dış dünyayı kendi amaçlarımıza doğru yöneltmekle ilgilenmeyiz. Çaresiz ama özgür oluruz. Çalışmanın yükünden, saldırma veya savunma görevinden, gerçekliği izleme ve onda uzmanlaşma zorunluluğundan arınırız. Yalnızca kendimizle ilgilenen içsel bir dünyada yaşarız.

Uykudayken gereklilik dünyası, düşünce ve duyguların işaret ettiği tek sistemin “ben” olduğum özgürlük dünyasına boyun eğer. Bir düşte, 10 yıl önce deneyimlediğim yas hâlâ bir o kadar güçlü olabilir ve dünyanın öbür ucundaki birinden sanki o kişi yanımda duruyormuşçasına nefret edebilirim. Uyku deneyimi, gerçeklikle baş etmede önemli olan niteliklere dikkat etmek zorunda değildir. Örneğin bir kişinin, bir korkak olduğunu hissedersem düşümde onun, bir tavuğa dönüştüğünü görebilirim. Bu değişim, dış gerçeklikle aramdaki uyum açısından mantıksızdır ancak o kişiyle ilgili hissettiklerim açısından mantıklıdır. Dolayısıyla uyku deneyiminde mantık yetersizliği yoktur, uyku tamamen o biricik deneyim hâlinde geçerli olan özel bir mantığa dayalıdır.

“Bilinçdışı”, yalnızca “normal” eylem durumuna kıyasla bilinçdışıdır. “Bilinçdışı” dediğimizde aslında sadece davranışımızda var olan, zihnin yapısına yabancı bir deneyimden bahsediyoruz. Böylece bilinçdışı; hayaletimsi, davetsizce araya giren, hatırlaması ve ele geçirmesi zor bir unsur hâline geliyor. Ancak uyurken gündüz dünyası nasıl bilinçdışıysa gece dünyası da uyanıkken öyledir.

Şimdiye dek söylediklerimizi, “bilinç” ve “bilinçdışı” konseptlerinin sırasıyla uyku ve uyanıklıkla ilgili olarak anlaşılması izliyor. Eski bir Çinli şairin dediği gibi: “Düşümde bir kelebek olduğumu gördüm; şimdiyse düşünde kelebek olduğunu gören bir insan mıyım yoksa bir insan olduğunu gören bir kelebek miyim, bilmiyorum.” Uyanıklık hâlindeyken düş esnasında gerçek gibi hissettiren deneyimler “bilinçdışıdır”. Ancak uyuduğumuzda ve artık eylemle değil de öznel deneyimle meşgul olduğumuzda, uyanıklık deneyimi “bilinçdışı” hâle gelir ve bazen uyku dünyasını kendimizden uzaklaştırmak, kendimizi uyanık yaşamın gerçekliğine ikna etmek zor olabilir.

Varoluşun uyanıklık durumunda bile düşünmenin ve hissetmenin tamamıyla uzay-zaman sınırlarına bağlı olmadığı doğrudur. Yaratıcı hayal gücümüz, geçmiş ve geleceğe dair konuları sanki şimdinin konularıymış gibi uzak cisimleri ise gözümüzün önündelermiş gibi düşünmemize izin verir. Dolayısıyla uzay-zaman sisteminin yokluğunun, uyanık varoluşla çelişen uyku varoluşunun değil, eylemle çelişen düşüncenin ve duygunun karakteristiği olduğu söylenebilir. Burada çok önemli bir noktayı netleştirmemiz gerekir.

Düşünce sürecinin içerikleri ile düşüncede kullanılan mantıksal kategorileri ayırmalıyız. Uyanıkkenki düşüncelerimizin içeriğinin uzay-zaman sınırlarına bağlı olmadığı doğruysa da düşüncenin mantıksal kategorileri, uzay-zaman mantığına aittir. Örneğin babamı düşünerek onun belirli bir durumdaki tavrının benimkiyle aynı olduğunu söyleyebilirim ve bu, mantıken doğru bir ifade olur. Öte yandan “Ben babamım” dersem bu ifade, fiziksel dünyaya ilişkin olmadığından “mantıksız” olur. Ancak bu cümle, tamamıyla deneyimsel bir alanda mantıklıdır: babamla olan yoğun yakınlık deneyimimi ifade eder. Uyanık olduğum bir andayken 20 yıldır görmediğim biriyle ilgili bir duygu hissettiğimde, o kişinin o anda orada olmadığı gerçeğinin farkında olurum. Ama bu kişiyle ilgili bir düş görürsem hislerim bu kişiyle “sanki o buradaymış” gibi baş eder ve bu duyguyu mantıksal uyanık-yaşam kavramları ile ifade eder. Uykunun varlığında“-mış gibi” yoktur; kişi o andadır. (Ancak bazen düşümüzde gördüğümüz şeyin gerçekten öyle olamayacağını düşünmemiz, uykunun eylemsel kavramlardan tamamen arınmış olmadığını kanıtlar.)

Düşüncenin deneyimsel hâli; hipnotik trans, psikoz, erken çocuksu deneyimler ve belki ilkel düşünce gibi düş harici başka çözülme formlarında da gerçekleşir. Ayrıca elbette, dikkatin potansiyel bir eylem alanı olarak dış dünyadan tamamen çekildiği ve kişi uyanık kalsa da tamamıyla kendilik-deneyimine odaklandığı, yoğun bir mistik tasavvur vardır. Mistik olan, bu durumu en yüksek farkındalık olarak görür. Böylesi bir tasavvur durumunda kullanılan dil, “normal” düşüncenin eylemsel mantığını değil, düşün deneyimsel mantığını takip eder.

Görünen o ki uyku hâli, uyanık kişinin kendi içsel deneyimine odaklanarak da gerçekleştirebileceği yegâne aşırı ve saf tefekkür deneyimidir. Deneysel mantığın çalıştığı sembolik dil hem en az “normal” mantığımız kadar geçerli ve rasyonel olan hem de ondan yalnızca referans sistemleri yönünden farklı olan insan ifadesinin bir biçimidir. Bu sistemlerse kültürün bütünlüklü yönelimi tarafından belirlenir. Doğuda veya bazı “ilkel” kültürlerde olduğu gibi kendilik deneyimine vurgu yapılan kültürler, sembolik dile oldukça geniş bir alan tanır. Neredeyse tamamen doğaya egemen olma eylemine odaklanan modern Batı kültüründe ise sembolik dil kavrayışı körelmiştir. Düşler, artık deşifre edilemeyen hiyerogliflermiş gibi hayranlık duyulan, insan ifadesinin oldukça iyi bilinen meşru bir biçiminin kalıntılarıdır.

İçsel deneyimlerin sanki duyusal deneyimler, dışsal gerçekliğin üstesinden gelen öznel durumlarmış gibi ifade edilmesi, düşlerin bir tuhaflığıdır. Bu iki deneyim durumu arasındaki yer değişimi sembollerin ve özellikle de düş sembolünün asıl özüdür. Vücut hareketsiz ve algılar kapatılmış hâldeyken içsel deneyim, duyusal tepkilerin uykuda olan becerilerinden faydalanır.

Düşlerin sembolik dilinin etkileyici bir örneği, Yunus peygamberin öyküsüdür. Tanrı, peygambere Ninova halkına kendi günahlarından pişmanlık duymaları konusunda yardım ederek onları kurtarma emrini verir. Ancak Yunus merhamet değil, katı bir adalet insanıdır; günahkârların sorumluluğunu almayı reddeder ve görevinden kaçmaya girişir. Bir gemi inşa eder. Bir fırtına çıkar, Yunus geminin ambarına girer ve derin denize düşer. Denizciler, fırtınayı, Yunus’u denize atmak için Tanrı’nın gönderdiğine inanır. Yunus bir balina tarafından yutulur ve günlerce hayvanın içinde kalır.

Bu sembolik ve düşsel öykünün ana teması, Yunus’un inzivaya çekilme ve sorumsuzluk arzusudur. Bu arzu, başta onu görevden kurtarması gerekirken sonrasında katlanılmaz, zindanımsı bir deneyime dönüşmüştür. Gemi, uyku, okyanus, balinanın karnı hepsi de varoluş durumunun farklı sembolleridir. Uzay ve zamanda birbirlerini takip ederler ancak gittikçe yoğunlaşan bir inziva ve korunma hissini temsil ederler. Balinanın içinde olmak, Yunus’un bu deneyimine öyle yoğun bir son getirmiştir ki Yunus buna daha fazla dayanamaz ve tekrar Tanrı’ya döner. Özgür bırakılmayı, görevine devam etmeyi diler.

Şimdiye dek ifade biçimi ve düşlerin özel durumundan dolayı ortaya çıkan kendine has mantığı ile ilgilendik. Şimdiyse düşlerin içeriğini de belirleyen uyku durumuna dönmeliyiz. Freud’a göre bu spesifik bir yolla gerçekleşir. Ona göre kültür, ilkel ve kötücül içgüdülerimizi bastırır ve bu bastırmadan türeyen yüceltme ve tepki oluşturma mekanizmaları, medeni yaşamın özünü oluşturur. Öyleyse mantıken, uyuduğumuzda kültürel baskıdan muaf olduğumuzdan dolayı düşler içimizdeki en kötü yanı dışa vurmalıdır.

Birçok düşün, uyanık hâldeyken başarıyla bastırdığımız mantıksız, asosyal ve ahlak dışı isteklerin tatmin edilmesini ifade ettiği konusunda şüphe yoktur. Uykuda, eylem kabiliyetimiz yokken en alçak dürtülerimizin varsanısal tatmininin keyfini çıkarmak güvenli hâle gelir. Ancak Freud’un düşündüğü gibi kültürün etkisinin, kelimenin tam anlamıyla tek taraflı bir yararı vardır. Genellikle uyurken uyanık yaşamımıza kıyasla daha zeki, daha bilge ve daha ahlâklı oluruz. Bunun nedeni sosyal gerçekliğimizin muğlak yapısıdır. Bu gerçekliğe egemen olarak gözlem, zekâ ve mantık becerilerimizi geliştirmemize rağmen aynı zamanda sürekli olarak propaganda, tehditler, ideolojiler ve en değerli bazı entelektüel ve ahlaki işlevlerimizi durduran kültürel “gürültü” yüzünden çıkmaza düşeriz. Aslında düşündüğümüz ve hissettiğimiz şeylerin pek çoğu, uyanık deneyimimizin ne ölçüde “bizim” olduğunu merak etmemize yol açan bu hipnotik etkilere bir karşılıktır. Uyurken gürültü kültürüne maruz kalmadığımızdan dolayı gerçekte ne hissedip düşünüyorsak bunların farkına varırız. Asıl kişilik konuşabilir; o, genelde uyanıkken “biz” gibi görünen yalancı kişilikten daha akıllı ve daha düzgündür.

O hâlde düşlerimizde, ahlâk dışı ve akıl dışı arzularımız kadar gerçek iç görüleri ve önemli değer yargılarını da bulmayı bekleyebileceğimiz sonucuna varıyorum. Onlarda, bu gücün doğru bir takdirine dayanan güvenilir öngörüler ile bizi ve başkalarını yöneten güç idaresini bile bulabiliriz. Freud’un düş içeriğinin “alçak” yönüne yaptığı vurgu da Jung’un “yüksek” vurgusu da dogmatik kısıtlamalardır. Şayet düşlerin, kişinin doğasının her iki yanını da ifade edebileceği fark edilirse düşlerin gerçek anlayışına giden yol da netleşir.

Sıradaki örnekler, aynı düşe yapılan alternatif yorumları gözler önüne seriyor. Düş gören kişi kendini yabancıların önünde çıplak hâlde görür ve ne kadar utansa da bu acı verici durumu değiştirme gücünü kendinde bulamaz. Freud bu düşün, yetişkinlikte hâlâ canlı olan çocuksu bir teşhircilik dürtüsüne işaret ettiğini söylemiştir. Uyku sırasında bu dürtü öne çıkar ve düşte gerçekleşme imkânı bulur; kişinin olgun kişiliği kendisinin çocuksu isteklerine korku ve utançla karşılık verir.

Birçok çıplaklık düşünün bu şekilde anlaşıldığına şüphe yoktur. Ancak bazı düşler farklı yorumlanmalıdır. Çıplaklık mutlaka cinsel teşhirciliğin ifadesi değildir; o, aynı zamanda bir kişinin yalandan ve yapmacıklıktan arınmış, esas kişiliğini de simgeleyebilir. Düşünde kendisini şık giyimli bir grup insanın arasında çıplak hâlde gören bir kişi; dürüst olma, kendisi olma, herkesi memnun eden bir uyumcu olmama gibi isteklerini simgesel olarak ifade ediyor olabilir. Bu durumda düşte hissettiği utanç, uyanıkken başka insanların görüşlerine olan bağlılığından kurtulmaya çalıştığında yaşadığı utançla aynıdır.

Geleneksel Freudyen yoruma göre çıplaklıkla ilgili düşteki ana dürtü, çocuksu bir cinsel arzu ya da düş görenin kişiliğinin en olgun kısmında köklenmiş olan akılcı bir istektir. Peki öyleyse bu dürtü, neden düş sembolizminde öne çıkar? En iyi dürtülerimizden bazılarını neden bastırmamız gerekir? Bunun sebebi, kültürümüzde insanların en iyi uğraşlarından da en az en kötü uğraşları kadar utanç duymasıdır. Cömertlik “aptallık” olarak, dürüstlük “saflık” olarak, doğruluk ise “gerçekdışı” olarak görülür. Karmaşık kültürümüzün, bu özellikleri erdemler olarak sunan bir eğilimi varken aynı zamanda onları “idealist hayaller” olarak damgalayan bir eğilimi de vardır. Neticede böylesi erdemler tarafından güdülenen istekler sıklıkla kusurlarımızda kök salmış isteklerimizde yaşamaya devam eder. Kişinin akılcı isteklerini akıldışı uğraşları ile karıştırması, onun kendisi için koyduğu olumlu hedeflerin farkına varmasını imkânsız hale getirir. Bununla beraber her düşte, ideal ya da derin dinî semboller görmek de bir o kadar yanıltıcıdır. Bir düşün akılcı veya akıldışı yanlarımızın bir dışavurumu olarak anlaşılacağına karar vermek için mutlaka kişinin karakterinin, düş unsurlarıyla kurduğu çağrışımların ve uykuya dalmadan önce kaygılandığı problemlerin bütünsel şekilde incelemesi gerekir.

Sıradaki düş, bilinçdışı anlayışın ve ahlaki yargının bir örneğidir: Bir adam X kişisini, iyiliği ve bilgeliği herkesçe bilinen bir figürü ziyaret eder. Adam, hayranlık uyandıran X’ten oldukça etkilenir. Aynı gece düşünde, artık zalim bir tarafı olan ve son parası için yaşlı, yoksul bir kadını dolandırmaya çalışan X’i görür. Ertesi gün bu düşü hatırlar, çok şaşkındır ve düşünde X’in neden “gerçekte” olduğu kişiden tamamen farklı olduğunu merak eder. Birdenbire X’e gösterdiği ilk içgüdüsel tepkinin, yoğun bir hoşnutsuzluk olduğunu anımsar ancak X’i ilk ziyaret ettiğinde, oldukça kısa süren bu ilk tepkisinin farkına varamaz. Aslında düşünde X’e duyduğu nefret, onun kişiliğine dair duyduğu gerçek sezgisidir. Bu anlayışı, X’in geleneksel imajı tarafından susturulmuştur: “gürültü”, adamın düş sırasında o uyurken uyanan asıl yargısını boğmuştur.

Bu düş, Freud’un terimleriyle anlaşılsaydı özne, kendini bilinçdışı düşmanlıkla suçlar ve kendi kötülüğünü keşfettiği için X’in geleneksel imajını kabul etmeye daha yatkın olurdu. Diğer yandan yorumcunun varsayımı, düşlerin istisnasız “gerçek” yargıyı ifade ettiği olsaydı düş gören kişi, bu düş gerçekten yalnızca onun düşmanlığını gösteriyor bile olsa düşünü X’e karşı bir kanıt olarak kabul eder ve buna göre davranırdı. Hangi yorumun doğru olduğu ancak düş görenin bütünsel durumunun değerlendirmesi ile bulunabilir.

Öngörüde bulunan düşler arasında en çok bilinenlerinden biri, İncil’de bahsedilen Yusuf’un düşüdür. Yusuf düşünde güneşin, ayın ve yıldızların onun önünde eğildiğini görür. Düşü duyan kardeşleri, bu düşün, Yusuf’un kendi ebeveynleri ve kardeşlerine karşı hissettiği üstünlük hissini yansıttığını anlamak için bir uzmanın görüşüne gerek duymaz. Baba ve kardeşler ile çocuksu rekabetin, bu düşün kökenini oluşturduğu kesinlikle tartışılabilir – ki Freud’un yorumu bu yönde olurdu. Ancak Yusuf’un düşü daha sonra gerçek olur, düş gerçekten de gelecek olayları öngörmüştür. Yusuf da kendisini gerçekten de ailesinden üstün yapan olağanüstü yeteneğini sezip böylesi bir öngörüde bulunabilmiştir. Ne var ki bu anlayışın kibirli niteliği nedeniyle uyku durumu dışında, üstünlüğünün farkına varması mümkün olmamıştır.

Düş gördüğümüz zaman mitlerde, masallarda, sanatta ve Franz Kafka’nın romanları gibi eserlerde kültürümüzün en önemli alanlarında da kullanılan bir dili konuşuruz. Bu dil, her ırkta ve her zaman diliminde ortak olan tek evrensel dildir. Aynı dil, bugün her birimizin düşlerinde olduğu gibi en eski mitlerde yer alan dildir. Dahası bu dil; içsel deneyimleri, istekleri, korkuları, yargıları ve içgörülerimizi sıradan dilimizden çok daha kesin ve bütünlüklü bir şekilde ifade edebilen bir dildir. Yine de sembolik dil çoğu kişi tarafından önemsiz ve anlamsız görülen, unutulmuş bir dildir. Bu cehalet yalnızca mitlerde ifade edilen bilgeliği anlamlandırmamızı engellemekle kalmaz, aynı zamanda kişiliğimizin önemli bir kısmıyla bağlantımızı da koparır. “Anlaşılmamış düşler açılmamış mektuplara benzer” der, Talmud ve bu ifade inkâr edilemeyecek biçimde doğrudur.

Öyleyse neden bu unutulmuş dilin anlaşılmasını yüksek eğitimin müfredatında bir konu olarak öğretmiyoruz?

Doğru, öylesine zor ve karmaşık düşler vardır ki bunlar, fazlasıyla bilgili bir psikolog ve teknik beceriler gerektirir ancak bazen uzmanlar da başarısız olabilir. Ama bu durum dil, matematik, fizik çalışmalarından çok mu farklıdır? Liberal eğitim genel olarak öğrencinin daha sonra kendi kendine geliştireceği uzmanlık becerileri için temel yaratır. Düş yorumu öğretmek ile dil öğretmek arasında kurulacak benzerlik hem düş dilinin bir nevi “yabancı” dil oluşu hem de bu dili öğretmenin sonuçlarının aynı olmasından kaynaklanır. Hiçbir öğrenci uzman bir çalışma olmadan yabancı bir dilde ustalaşamaz ama ortalama bir lisans öğrencisi bile sözdizimi ve grameri anlayabilir.

Birkaç yıldır yalnızca psikanaliz yüksek lisans öğrencilerine değil, Bennington College’daki lisans öğrencilerine de düş yorumu öğretiyorum. Sonuçlar, en azından beni memnun edecek şekilde, aynı öğrenci grubuna başka herhangi bir konuyu anlatmaya benzer nitelikte. Her konuda olduğu gibi bunda da göze çarpan başarılar oldukça ender, düşük başarılarsa şimdiye kadarkilerin en düşüğü. Amacım, öğrenciye kendi kişiliğinin önemli yönlerini ifade edeceği yabancı bir dili ve insan türünün en dikkate değer fikirlerini belirttiği bir ifade biçimini anlamasına yardım etmek.

©® Düşünbil (2022)

Yazar: Erich Fromm
Çeviren: Zeynep İrem Çobanoğlu
Çeviri Editörü: Selin Melikler
Kaynak: timokinnunen.net


Paylaş
Exit mobile version