Site icon Düşünbil Portal

Evet, Özgür İrade Var!

Paylaş

İnanmıyorsanız Schopenhauer’a sorun

Hiç yoksa 18. yüzyıldaki Aydınlanma çağından beri insan varlığına dair en temel sorulardan biri, özgür iradeye sahip olup olmadığımızdır. 20. yy’da kimileri sinirbilimin bu soruya bir yanıt bulduğu kanaatindeydi. Ancak yakın dönemlerde anlaşılmış olduğu üzere, durum hiç de öyle değil. Sinirbilimin verdiği kaçamak cevap yine de ahlaki kurallarımıza, ceza adaleti sistemlerimize, din ve hatta hayatın anlamına kadar pek çok şeye temel teşkil etmekte. Zira, hayattaki her olay, mekanik yasaların öngörülebilir sonuçlarından ibaretse, bütün bunların amacı sorgulanabilir.

Ancak kendimize özgür iradeye sahip olup olmadığımızı sormadan önce bu ifadeyle tam olarak neyi kastettiğimizi anlamalıyız. Yaygın ve yüzeysel bir görüşe göre, seçimlerimiz önceden belirlenmiş ise özgür iradeye sahip değilizdir; aksi takdirde sahibizdir. Buna karşın, daha dikkatli bir şekilde bakıldığında, bu görüş şaşırtıcı bir biçimde uygunsuz olacaktır.

Neden diye sorulacak olursa, “önceden belirlenmiş seçim” ifadesindeki “önceden” kelimesinin anlam bakımından hiçbir katkı sunmadığı dikkatinizi çekmelidir. Tanımı gereği, yalnızca önceden belirlenmiş olan seçimler belirlenmiş olmakla kalmaz; her belirlenmiş seçim de önceden belirlenmiş olarak kabul edilebilir. Bunlar daima kendilerini önceleyen eğilimlerin ve ihtiyaçların sonucudur. Bu sebeple aslında sorduğumuz, seçimlerimizin belirlenmiş olup olmadığıdır.

Bu bağlamda özgür iradeyle yapılmış bir seçim, belirlenmemiş bir seçim olacaktır. Ama belirlenmemiş bir seçim nedir ki? Temelde rastgele olmayan herhangi bir şey, onu belirleyen bazı temel eğilim veya zorunlulukları yansıtacağından belirlenmemiş bir seçim yalnızca rastgele bir seçim olabilir. Determinizm ile rastgelelik arasında, biri veya öbürü olmayan seçimleri barındırabilecek bir anlam boşluğu yoktur. Bu basit ancak önemli bir ayrımdır, çünkü sıklıkla – ve tutarsızca – özgür iradeli seçimlerin ne belirlenmiş ne de rastgele olduğunu düşünürüz.

Rastgelelik kavramımız zaten daha baştan bulanık ve belirlenmemiştir. İşlevsellik bakımından, içinde bir örüntü belirleyemediğimiz sürecin rastgele olduğunu söyleriz. Bununla birlikte, temelde gerçekten rastgele bir süreç, tesadüfen de olsa herhangi bir örüntü oluşturabilir. Bunun olma olasılığı düşük olabilir, ancak sıfır değildir. Dolayısıyla, bir sürecin rastgele olduğunu söylediğimiz zaman yalnızca onun altında yatan ve ona kaynaklık edebilecek olası temelleri kulak arkası ettiğimizi kabul etmiş oluruz. Bu nedenle, rastgeleliğe başvurmak, özgür iradeyi tanımlamakta yeterli olmaz.

Dahası, yeterli olsa bile özgür iradenin ne olduğunu düşündüğümüz zaman aklımıza gelen şey sadece rastlantısallık değildir. Özgürce yapılan seçimler pekâlâ öngörülemez değildirler, öyle değil mi? Ayrıca belirlenmemiş de değildirler: Özgür seçimler yaptığıma inanıyorsam, bunun nedeni seçimlerimin benim tarafımdan belirlendiğini düşünmemdir. Özgür bir seçim, başkasının veya diğer dış güçlerin aksine benim tercihlerim, karakterim, hoşlandığım ya da hoşlanmadığım şeyler vb. tarafından belirlenir.

Ama eğer seçimlerimiz her halükârda zaten belirlenmişse, ilk başta özgür iradeden bahsetmenin ne anlamı var? Bunu dikkatlice düşünürseniz, cevap apaçık ortadadır: Seçimlerimiz deneyimle özdeşleştiğimiz şey tarafından belirleniyorsa, özgür iradeye sahibiz demektir. Ben bilinçli olarak hissettiğim zevklerim ve tercihlerimle özdeşleşirim, öyle ki onları benliğimin ifadeleri olarak görürüm. Dolayısıyla seçimlerim, bu hissedilen zevkler ve tercihler tarafından belirlendiği ölçüde özgürdür.

Öyleyse neden metafiziksel materyalizmin, seçimlerimizin kendi beynimizdeki nörofizyolojik faaliyetler tarafından belirlendiği fikrinin özgür iradeyle çeliştiğini düşünmekteyiz? Çünkü ne kadar denersek deneyelim, deneysel olarak nörofizyoloji ile özdeşleşmeyiz; kendi beynimizin içinde olsa bile. Bize ait olan bilinçli yaşam söz konusu olduğunda, beynimizdeki nörofizyolojik faaliyet yalnızca bir soyutlamadır. Doğrudan ve somut olarak bildiğimiz tek şey, deneyimlendikleri haliyle korkularımız, arzularımız, eğilimlerimiz vb., kısacası istemli bir şekilde hissettiklerimizdir. Yani, kafatasımızın içinde ateşlenen sinir ağlarıyla değil, bunlarla özdeşleşiriz. Nörofizyoloji ile hissedilen istenç arasındaki iddia edilen özdeşlik, deneyimsel değil, yalnızca kavramsaldır.

Burada materyalizmin metafiziğine bütünüyle nüfuz eden temel bir mesele söz konusudur: gerçekten sahip olduğumuz tek şey, filozofların “olgusallık” dediği şeyler bilincin içerikleridir. Tüm hayatımız, hissedilen ve algılanan bir olgusallık akışıdır. Bu olgusallığın bir şekilde ateşlenen sinir ağları gibi maddesel veya bilinç ötesi bir şey vasıtasıyla ortaya çıkması, yaşanmış bir gerçeklik değil, teorik bir çıkarımdır. Bu, hissedilen bir şey olmaktan ziyade, kavramsal bir akıl yürütmeye dayanarak yaratmış olduğumuz ve benimsediğimiz bir anlatıdır. Bu nedenle yaşamımız boyunca bununla tam anlamıyla özdeşleşemeyiz.

Öyleyse özgür irade sorunu, metafiziğin bir dalına indirgenir: Hissedilen istemli hallerimiz bilinçten bağımsız mıdır ve dışarıdaki bir şeye indirgenebilir mi? Eğer öyleyse bu, özgür irade olamaz, çünkü biz yalnızca bilincin içeriği ile özdeşleşebiliriz. Fakat nörofizyoloji, dışsal ve bilinçten bağımsız bir şey olmak yerine, yalnızca bizim hissettiğimiz istemli hallerin kendilerini dışarıdan bakan bir göze sunma biçimiyse – yani, nörofizyoloji, istencin nedeni ya da kaynağı değilse, yalnızca bilinçli iradenin görüntüsü ise – işte o zaman özgür iradeye sahibiz demektir. Çünkü bu ikinci durumda seçimlerimiz, sezgisel olarak, kendimizin dışavurumu olarak gördüğümüz istemli haller tarafından belirlenir.

Unutmamak gerekir ki metafizik sorunu, meşru bir yolla alışılagelmiş özgür irade denklemini tersine çevirecek şekilde ortaya konabilir: 19. yüzyıl filozofu Arthur Schopenhauer’a göre iradeyi meydana getiren şey doğanın kanunları değildir; tam tersine, doğa kanunları kişilerarası iradeden ortaya çıkar. Schopenhauer’ın görüşleri, yazıktır ki çoğu kez yanlış anlaşılmakta ve yanlış ifade edilmektedir; hem de en çok uzman diye kabul edilen kişiler tarafından. Ancak doğru şekilde yorumlandığı zaman Schopenhauer’ın görüşleri, görünürde deterministik olan doğa yasaları ve özgür iradeyi uzlaştırmak için tutarlı bir şema sunar.

Schopenhauer’ın Metafiziğini Çözmek (1) adlı yeni kitabımda da kısa ve öz bir biçimde açıklandığı gibi, Schopenhauer için her şeyin özü bilinçli istenç, nam-ı diğer iradedir. Doğa dinamiktir çünkü onun altında yatan istenç halleri, doğal olayların ortaya çıkması için gerekli olan ivmeyi sağlar. Selefi Immanuel Kant gibi Schopenhauer da “fiziksel dünya” dediğimiz şeyin sadece bir görüntü, bir gözlemcinin zihninde dünyanın algısal bir temsili olduğunu düşünür. Ancak bu temsil, temsili önceleyen kendinde dünyaya benzemez.

Dış çevre hakkında sahip olduğumuz bilgiler, görünen o ki algısal temsillerle sınırlı olduğundan Kant, kendinde dünyanın bilinemez olduğunu düşünüyordu. Ancak Schopenhauer, bu konuda sadece duyu organları aracılığıyla değil, aynı zamanda iç gözlem yoluyla da bir şeyler öğrenebileceğimizi savunur. Argümanı kısaca şudur: Duyu organlarının aracılık ettiği tüm benlik algısı yok olsa bile kendi hissettiğimiz, içsel istenci deneyimlemeye devam ederdik.

Bu nedenle bizler, temsil edilmeden önce esasen iradeyizdir. Fiziksel bedenimiz, irademizin kendisini dışsal bir bakış açısına sunmasıdır. Ve göründüğü üzere hem bedenimiz hem de dünyanın geri kalanı madde olarak temsilden ibaret olduğundan, Schopenhauer, tıpkı bizim gibi dünyanın geri kalanının da özünde irade olduğu sonucuna varır.

Schopenhauer’ın aydınlatıcı gerçeklik görüşünde irade, gerçekten de özgürdür çünkü o, nihai olarak var olan her şeydir. Yine de dış dünyanın bu görüntüsü, deterministik olması muhtemel doğa kanunlarıdır ve bunlar, iradenin içindeki içgüdüsel tutarlılığı yansıtır. Bugün, çığır açan fikirlerini ilk kez yayınladıktan 200 yılı aşkın bir süre sonra Schopenhauer’ın eserleri, doğuştan gelen özgür irade sezgimizi modern bilimsel determinizmle bağdaştırabilir.

©® Düşünbil (2020)

Yazar: Bernardo Kastrup
Çeviren: Narod Dabanyan
Çeviri Editörü: Onur Demir
Kaynak: blogs.scientificamerican.com


Paylaş
Exit mobile version