“Felsefenin etiğe katkısı ne olabilir?” diye soruyor James Griffin modern felsefenin bazı köklü varsayımlarına meydan okuyarak. Etiğin felsefenin bir alt dalı olduğunu düşünenlere böyle bir soru sorulması şaşırtıcı gelebilir. Oysaki Griffin, nasıl yaşamamız gerektiğine dair bir düşünme pratiği olarak algılanan etiğin, “bir kültürün varoluş sürecinin ilk aşamalarında ortaya çıkan bir şey” olduğunu ve filozoflar gelsin de ona temeller oluştursun, onu kuramsal bilimin tuzaklarına düşürsün diye beklemediğini bize hatırlatıyor. Griffin’in savına göre etik yaşamın karmaşık enginliğini eğip bükerek tertipli bir şekilde kuramsal bir kalıp içine sokma saplantısı, etik ile ilgili anlayışımızı çarpıtmaktadır.
Filozoflar, etiğin tamamını birkaç basit kurala ya da ilkeye indirgemeye çalışmaktadırlar fakat etik üzerinde etkili olan hayati kısıtlamaların kuramsal değil uygulamada geçerli olduğunu görememektedirler. Etik bizim kapasitelerimizin sınırlarını görmezden gelemez. Kapasite derken sadece fiziksel olarak başarabildiklerimiz değil, hesaplayabildiklerimiz ve yapmak istediklerimiz de kastedilmektedir. Tüm insanların refah düzeyinin mümkün olduğu kadar yükseltilmesini savunan yararcılık gibi derli toplu olan soyut kuramlar, gerçekleştiremediğimiz eylemlerin gelecekteki sonuçlarının hesaplanmasını, içimizde olmayan ve hatta olamayacak dürtülerde belirli bir ölçüde tarafsızlık olmasını bekler ve bu beklentileri, hayatlarımızı değerli yapan bağlarımızı ve sorumluluklarımızı kaybetmeden karşılamamızı ister.
Etik için basit ve birleşik bir temel bulma olasılığı ise her koşulda düşüktür. İnsanların özünde eşit olduğu iddiası ya da Immanuel Kant’ın ileri sürdüğü Koşulsuz Buyruk gibi temel niteliğinde olduğu söylenen ilkeler, aradığımız yolu bize gösteremeyecek kadar soyut kalırken, masum insanları öldürmenin yasaklanması gibi evrensel olduğu iddia edilen ilkelerin tümünde akla yatkın istisnalara izin verildiği görülmektedir. Böylece Bernard Williams gibi Griffin de filozofların, sınırlı ve bölgesel ahlak eleştirisi ve kavramsal açıklama biçimlerinin yerine koymak üzere, sistemli ve herkesi kapsayan “etik kuramları” aramayı bırakmaları gerektiği sonucuna varıyor.
Griffin sonuçlarının çoğunu, çok iyi bildiğimiz “ought implies can”, yani gerçekte yapamayacağımız bir şey konusunda ahlaki sorumluluğumuzun olmaması formülünden çıkarıyor. Bu formül tanıdık olsa da Griffin formülden, birçok filozofa göre daha fazla çıkarım yapıyor. Bu düşüncenin en ünlü savunucusu olan Kant, etiği basit ve sistemli hale getirmeye çalışıp boş ve kullanışsız soyutlamalardan başka bir şey bırakmayan bir filozof olarak, Griffin’in hedeflerinden biri. Griffin’in bu ayrılığının temelinde söz konusu ilkeyi fazlaca katı bir şekilde yorumlaması var. Gerçekte olanaksız olanın yanında, normal bir insanın yetilerini aşan her şeyi de etik zorunlulukların dışında tutuyor. Etik bizden, azizlerin tarafsızlığını ya da geleceği görenlerin öngörüsünü gerektiren şeyleri yapmamızı isteyemez.
Griffin cesur bir yorum yapsa da dil ve anlama başvurmaktan daha iyi bir argüman sunmaması üzücü. Griffin’in uzman görüşüne göre “ought implies can” çıkarımı “sözlüğe dayanan bir yargıdır”; başka bir deyişle, sözcükleri konu alan bir yargıdır. Oysa bu görüşün dile getiriliş biçimi bile tartışmalı ve etik argümanı olarak yetersiz kalıyor. Çoğu etik kuralının bizden talep ettiği, sıradan bir insanın yapabileceklerinin ötesindedir ve zorunluluk kavramının bunu göz ardı ettiği söylenemez. Göz ardı etseydi dahi, etiğin birincil görevinin ideal davranış kurallarını belirlemek olduğunu söyleyen birçok filozof bu şekilde susturulamazdı. Zira ortalama bir failin sınırlarının dışına çıkan ahlaki kavramların da olduğu kuşku götürmez ve ideallerle ilgilenen ahlak bilimcileri de bunlar üzerine yoğunlaşabilirler.
Daha iyi bir sav ise uygulamaları sonuna kadar incelemeye yönelir. Etik, davranışları yönlendirmeyi amaçladığı için sıradan insan kapasitesinin sınırları içindekilerle ilgilenmelidir. Aristotales’ten beri filozoflar tarafından kabul edildiği üzere etik, kuramsal disiplinler değil, uygulama disiplinleri ile ilgilidir. Eğer etik yalnızca son derece mantıklı, tamamen tarafsız, her şeyi bilen faillere yol gösteren prensiplerle bir hayal dünyası içinde kalırsa yaşayan toplumlarımıza karşı olan ilgisini ve toplum içindeki değerini kaybeder. Bu durumda ahlak felsefesi de, pragmatist filozof John Dewey’in sözleriyle, en fazla “birkaç kişi için duygusal bir düşkünlük” olur.
Griffin; filozofların, kuralcı etiği -yani neyin iyi, neyin doğru ve neyin takdire değer olduğuna dair tanımlarımızı- sistemli ve teorik bir bilime benzetmek için saplantılı bir şekilde ancak boş yere uğraştıkları konusunda haklı. Yani etik üzerindeki önemli kısıtlamalar uygulama ile ilgiliyse etik yaşamın ve düşüncenin psikoloji, antropoloji ve doğa tarihinden kaynaklanan temelleri üstüne deneysel araştırmalar yapılarak önemli bilgiler elde edilmesi beklenir. Oysaki Griffin’in etiğin “sistemli hale getirilmesi”ne karşı saldırısı, bu alanlara da sıçramaya meyilli. Griffin, Deneyci David Hume ve Adam Smith’i “Newtonlaştırıcı” bir indirgemecilikle suçlamaktaysa da Hume ve Smith’in, kurallara dayanan bir doğru ve yanlış pusulası yaymaktan daha çok, etik yaşama katılan insanların ahlaki psikolojisini ve felsefi antropolojisini anlamaya çalıştıkları savunulabilir. Sonuçlarını mantıksız ya da etik ile alakasız gördüğü için Griffin, son zamanların etik kuramındaki “Darwinleştirici” eğilimi önemsemiyor.
Evrim teorisini uzun süredir ciddiye alan filozoflardan biri Richard Joyce’tur. Yeni tarihli makalelerini topladığı Essays in Moral Skepticism (Ahlaki Şüphecilik Denemeleri) adlı kitabı, çağdaş akademik tartışmalarla ilgili olan uzmanlara daha çok hitap etmektedir -genel okurların ise önceki, kitap uzunluğundaki çalışmalarına bakması daha uygun olabilir.
Muzip tarzda ikonoklazmın kendisini çektiğini, Joyce’un kendisi de kabul ediyor. Adı anılan derleme, Joyce’un topluca “ahlaki şüphecilik” olarak adlandırdığı, aşırı fikirleri savunanlar grubuna adanmıştır. Joyce’a göre ahlaki inançlarımızın tümü, epistemik olarak gerekçesiz olmanın -bu tür inançlara sahip olmamızın geçerli bir nedeni yoktur- yanı sıra, asıl itibarıyla yanlıştır da. Bununla birlikte, ahlaki değerlendirmelerde kullandığımız usulleri yararlı kurmacalar olarak devam ettirmek için kendi çıkarlarımıza uygun nedenlerimizin olduğunu savunuyor Joyce. İlk iddiasını “ahlakın doğuştanlığı” düşüncesinden, yani ahlakın evrimsel bir adaptasyon olarak insanlarda doğuştan olduğu düşüncesinden yola çıkarak öne sürüyor. Bu savın etik inançlarımızı çürüttüğünü söylüyor: Evrim gösteriyor ki doğru olsalar da olmasalar da tamamen aynı şeylere inanırdık. Ve ahlaki yargılarımız, insan arzularından ya da adetlerinden bağımsız olarak üstün “uygulama otoritesi”ni doğuran bir nesnel kaynağın varlığına dayanmaktadır ve bu da ahlakın buyruklarına çekicilik katıyor olabilir. Böyle bir otorite kaynağı olmadığından dolayı da ahlakın istemleri karşısındaki tutumumuz, aynı ateistlerin teolojinin istemleri karşısındaki tutumları gibi olmalıdır; yani esas itibarıyla hepsi yanlışmış gibi düşünmeliyiz.
Joyce radikal yerlerde durmayı sevse de en iyi argümanlarını üslubunu yumuşattığı zamanlarda veriyor. Kitaptaki en ilginç katkılarından birinde, öne sürdüğü argümanlara karşı kabul edilebilecek bir yanıtın, ahlaki uygulamalara devam edilip kendisinin talep ettiği türden temel ihtiyacının reddedilmesi olduğunu savunuyor. Bunun dışında ise ahlakın doğuştanlığının doğruluğunu ya da yanlışlığını kanıtlamanın aslında olanaksız olabileceğini söylüyor. Sonuçta, Joyce bu tür aşırı düşünceleri savunulabilecek tek vargılar olarak gördüğünden değil de, mizacı gereği, yani felsefi hoşnutluğa karşı protesto olarak savunuyor olabilir.
Bu sorularla ilgilenen herkes, antropolog Webb Keane’in Ethical Life: Its natural and social histories (Etik Yaşamın doğa tarihi ve sosyal tarihi) adlı kitabından çok şey öğrenebilir. Bu kitapta Keane, felsefeden aldığı fikirleri, doğa bilimleri ve sosyal bilimlerden aldıklarıyla birlikte ustaca dokuyor. Etiği psikoloji, sinirbilim veya doğa tarihi ile anlama çalışmalarında karşılaşılan sorunlar, görgül araştırmalardan etik konularına dair bilgi elde edilememesiyle ilgili değildir. Sorun, göz önünde bulundurulan görgül bakış açılarının yeterli olmamasından kaynaklanmaktadır. Antropolog, tarihçi ve diğer sosyal bilimcilerin çoğu, etik yaşamın yalnızca toplumsal ve kültürel etkenlerle şekillendiğini düşünerek, doğa bilimlerindeki etik araştırmalarını görmezden gelmişlerdir; oysa bu itirazlarında tam olarak haklı değiller. Doğa tarihlerinden yardım almanın kusurlu olduğu tek bir durum vardır; o da, doğuştancıların genellikle yaptığı gibi, etiğin biyolojik ya da psikolojik adaptasyonlarla şekillendiğinin varsayılmasıdır. Oysaki ahlaki yaşamı tek başına belirleyen hiçbir şey yoktur. Keane ise etik ile ilgili görgül araştırmaların merkezinde, belirli bir etik yaşam çeşidinin ortaya çıkmasına olanak sağladığı halde biçim alıp almayacağını ya da alacağı biçimi belirlemeden kolaylaştırıcı bir etken olarak, “sağlarlık” kavramının bulunması gerektiğini öne sürüyor.
Bu sağlarlıklar birçok yerde bulunacaktır. Örneğin insan psikolojisinin evrensel özelliklerinde, kültürel ve sosyal hayatın umulmadık ve değişken özgüllüklerinde ve Keane’nin sürekli vurguladığı gibi, bu iki alanı bağlayan insanlar arası etkileşimlerde. Etik yaşam; psikolojide empati ve duyguya ayrılan sığalardan, bir söyleşide sırayla konuşma ve güven gerekliliğinden, yerel toplum gelenekleri ve adetlerinden filizlenir. Bunların hiçbiri etik için yeterli değildir ve etiğin ortaya çıkışını kesinleştirmez.
Bazı psikologlar, etik gerekçelendirmelerin çoğunlukla post-hoc akla uygunlaştırmadan ibaret olduğunu, erdem ve kötülük kavramları için önce insanların kişiliklerinin oturmuş olması gerektiğini, oysa davranışlarımızın daha çok durumlara göre belirlendiğini söyleyerek etik düşüncenin önemini hafife almışlardır. Fakat Keane’nin de işaret ettiği gibi, etik fikirlerimiz hem kültürel koşullara şekil verir ki kültürel koşullar da akla uygun hale getirilecek eylemler için sınırlar koyar hem de kişilikten söz etmenin anlamlı olabileceği, duruma bağlı ancak kararlı bir ortam hazırlar. Birey psikolojisi ve toplumsal gerçeklik etiğe zemin sağlarken etik de karşılığında onları dönüştürür.
Psikolog J. J. Gibson’dan alınan bu sağlarlık kavramı, Joyce’un doğuştanlığı destekleyen savlarının ne kadar sınırlı olduğunu gösteriyor. Joyce, ahlaki yargıların doğuştan olması gerektiğini çünkü doğuştancılık karşıtlarının etik için temel olarak göstermeye çalıştıkları psikolojik evrensellerin hiçbirinin, tam olgunlaşmış ahlaki düşünce için yeterli olmadığını iddia ediyor. Keane, doğuştan gelen ahlaki yargılara başvurmak zorunda kalmadan Joyce’a bu konuda katılıyor. Bazı durumlarda empatinin neden grup dışına kadar uzanabildiğini ve bazı durumlarda öfkenin neden ahlak kaynaklı zorbalığa kadar büyüyebildiğini kültürel koşullar açıklar, doğuştan adaptasyonlar değil. Doğuştan gelenler ise ahlaki düşüncenin belirleyicileri değil, sağlarlıklarıdır.
Keane ayrıca Joyce’un etik için nesnel bir uygulama otoritesi kaynağı olmamasına dair duyduğu endişeyi azaltmaya yardım ediyor. “Nesneleştirme” ahlaki yaşamın kendine özgü bir özelliğidir. Kendimizi ötekilerin denetimine hazırlamak için etik standartlarının yerleşmiş ve etkili olduğunu görmek isteriz. Ne ki nesneleştirme birçok biçim alabilir. Kurallar bir kabilenin kimliğinde, kutsal sayılanın buyruklarında ya da Komünist devrimin amaçlarında köklenmiş olarak bulunabilir. Toplumlar ahlakın varsayılan bir temelini reddettiklerinde ahlakı terk etmezler, ahlakı üzerine inşa edebilecekleri yeni bir zemin ararlar. Bir hedefin, otoritenin evrensel kaynağının reddedilmesiyle Hristiyanlık sonrası, Kantçılık sonrası belirli bir felsefi etik çizgisinin altı oyulur. Yine de, Griffin’in de katılacağı gibi, etik yaşam, tek bir temel üzerinde durduğu düşünülemeyecek kadar ayrışıktır.
Bu ayrışıklık yalnızca etik uygulamaları arasından değil, etik uygulamalarının kendi içlerinde de mevcuttur. Etik, sonu gelmeyen bir şekilde birbirini izleyen, birinci şahısta kişisel kaygı, ikinci şahısta karşılıklı bağlılık duruşu ve üçüncü şahsın bağımsız seyirci görüşü gibi farklı bakış açıları benimseyen faillerde ortaya çıkar. Yalnızca bir bakış açısına ayrıcalık tanıyarak tatmin edici bir etik yaşam elde etmeyi beklememeliyiz. Bu gerçek, hem Joyce’un hem de Griffin’in çalışmalarında yer alan ortak bir konuyu açıklanmaktadır. Joyce ahlakı reddediyor ancak kendi çıkarlarımız için bir ahlaki yaşam görüntüsüne tutunmamız gerektiğini düşünüyor. Kişisel çıkarlarımızın gereklerinin neden ötekilerin çıkarlarından daha çok -ya da daha az- güvenli temelleri olduğunu varsayalım ki? Başkalarının iyiliği için kendi çıkarlarımıza sık sık karşı geliriz. Asıl soru şu: Başkalarını önemseme dürtüleri, önemsiz heveslere üstün gelecek şekilde nasıl yayılır? James Griffin’in, çoğunluğun iyiliği için tam olmayan taahhütlerimizden ve projelerimizden ne kadar vazgeçebileceğimizle ilgili endişeleri var. Buna rağmen özel taahhütlerin etik denetim karşısında sonsuz koruma sağlamadığını çoğumuzun bildiğini ve sıradan bireylerin bile zaman zaman oldukça tarafsız olabildiğini kabul ediyor. Eğer Webb Keane haklıysa bireysel eğilimler ile insanlar arası talepler arasındaki, taraflı ve tarafsız ahlak gereklilikleri arasındaki gerilim, etik yaşamın çözümsüz bir özelliği olarak kalabilir. Etik düşünce ilk olarak bu tür gerilimler bağlamında ortaya çıktığından dolayı da bu gerilimler için iyi bir etik çözümü beklememeliyiz.
Yazar: Max Hayward
Çevirmen: Burçin İçdem
Kaynak: The Times Literary Supplement
Düşünbil Portal’da yayımlanan, Düşünbil yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır.