Bilimin ne zaman başladığına ilişkin rivayet muhteliftir. Kimisi için 10 bin yıl öncesinde başlamıştır, kimisi için Antik Yunan bilimin başlangıcını oluşturur, kimisi içinse ampirik dönemle birlikte başlamıştır, yani deneye dayalı bilim gerçek bilimdir. Bizim inceleyeceğimiz alan aslında aydınlanma sonrasındaki deneye ve gözleme dayalı aklı ön plana alan bilim kavramına ait bir denemedir. Hypatia’nın çalışmalarının, Lucretius’un müthiş bilimsel dizelerinin, Sümerlerde, Mısır’da yapılan çalışmaların, örneğin Pisagor’un çalışmalarının bugünün bilimine etkisini inkar edemeyiz ancak, bu yazının konusu hiç kuşkusuz deneye dayanan bilim geliştikten sonra bilimin felsefeyle ilişkisi üzerine kişisel bir gözlem olacaktır.
Rönesans itibarıyla Avrupa’da belki de tarihin en önemli gelişmesi olan düşünce ve fikirlerini iletme özgürlüğü yerleştiğinde, o güne kadar gizli gizli yapılmakta olan bilimsel çalışmalar gün yüzüne çıkmaya başladı. Newton’ın, Darwin’in ve Curie’nin çalışmaları ve öncesinde Galileo, Kepler’in gözlemleri, sonrasında Einstein’ın çalışmaları bilimde ani ve hızlı ilerlemeleri ardı ardına getirdi.
Dünya bir anda bilimsel teorilerin, bilimin ürettiği aletlerin, arabaların, sonrasında uçakların hücumuna uğradı. Tıpta yine bilimsel teknoloji sayesinde büyük ilerlemeler sağlandı ve bu döngü günümüze dek gittikçe hızlanarak ve son dönemlerde hız geometrik şekilde artarak sürüp gitti. Bugün sıradan insanların bilimsel gelişmeleri takip etme şansları yok gibi bir şey çünkü bilimdeki geometrik artış çok hızlı. Ancak bilim adamlarının da eski dönemlerde olduğu gibi bırakın aynı anda felsefe, matematik, astronomi gibi birçok dalda uzman olmalarını, kendi dallarında master ve doktora yapmaları bile yetmiyor. Doktora sonrası çalışmalarda gittikçe daha küçük alanlarda uzmanlaşmaları ve o alanda çalışma yapmaları bekleniyor. Çünkü dünya üzerindeki bilgi muazzam bir biçimde artıyor.
İşte bilim belki de son 200 yılda sadece önündeki problemi çözmeye ve bunu gözleme ve sonra da deneye dayandırmaya alıştı. Bulgular her zaman nesnel ölçülerle değerlendirildi ve sonuçlar yayınlanarak bilimin dünya üzerine yayılması sağlandı. Artık bin yıllık acı dönemin sonunda bilim dünya üzerinde yönetimi ele almış diyebiliriz, çünkü; bilimsel gelişmenin gerisinde kalan toplumların tümü geri kalmaya mahkum oldu, zaman içinde dünya üzerinde yaygın şekilde kullanılan tüketim araçlarını kendi teknolojileriyle üretemez hâle geldiler ve bu olgu o ülkelerin dışa bağımlılıklarını geri dönülemeyecek biçimde artırdı. Önce borçlandılar sonra hem kendi geliştirdikleri küçük teknolojileri hem ithalata dayanan montaj teknolojilerini bile yabancılara kaptırmaya dolayısıyla tamamen dışarıdan yönetilmeye başlar hâle geldiler. Bu durum bilimin ortaya koyduğu teknolojinin gelişmemiş ülkeleri getirdiği ekonomik durum olarak ortaya çıktı, ancak bu teknolojiyi elinde tutan ve o ülkeleri neredeyse satın alan sayılı ülkelerin gittikçe zenginleşmesine ve sermaye birikimi nedeniyle gittikçe daha hızlı ve yoğun bilim ve teknoloji üretmelerine neden oldu. Bugün artık ne yazık ki dünya üzerindeki denge aşırı düzeyde bozulmuş durumdadır ve bu da gelir dağılımını bozduğu için dünya üzerinde sorun olmayan bölge kalmamış hâle gelmiştir.
Konunun ekonomik yanı yaklaşık böyle olsa da, bilim ele geçirdiği bu iktidar gücüyle felsefeyi de kenara itmiş ve belki bilinçli belki bilinç altıyla geçmiş yılların intikamını alırcasına dünya üzerinde tek söz sahibi konumuna gelmiş durumdaydı. Ancak yakın zamanda birkaç gelişme oldu. Örneğin, bütün batı medeniyeti Antik Yunan’dan gelir sanılırken Mısır ve Sümer medeniyetleri bulundu ve medeniyeti Batı’ya Antik Yunan yaymış olsa bile onların da bu medeniyetin temellerini Sümer ve Mısır’dan aldıkları ortaya çıktı, ancak bilim bunu uzun süre görmezden gelmeye devam etti. Son zamanlarda ortaya çıkan bulgularla örneğin yazının İ.Ö. 4000 civarında bulunmuş olamayacağı daha önceden bulunduğu, örneğin Göbeklitepe’de yapılan kazılarla 12 bin yıl önceye ait mabetlerin bulunmasıyla insanlığın çok daha önce yerleşik düzene geçip inanç geliştirdiği gösterilmiş olsa da bunlar henüz gerek okullara gerek dünya toplumlarına yayılan bilgiler olmadı.
Bilimin aydınlanma çağı sonrası gelişiminin ilk yıllarından başlayarak günümüze yakın zamanlara kadar fark edilmeyen bir başka olguyu içinde barındırdığı da zaman içinde ortaya çıktı: Bilim, bilimini yaparken felsefeyle hiç yakın durmamıştı, tıpkı felsefenin bilimden gittikçe uzaklaşması gibi. Bilim insanoğlunda öyle bir heyecan yarattı ki, doğanın gizemleri, fiziğin, matematiğin bilinmeyenleri deneysel verilerle ardı ardına kanıtlanmaya başladıkça insanoğlu sürekli olarak doğadaki her şeyin nasıl olduğunu, kuralların nasıl işlediğini bulmaya başladı. Ancak tek bir şeyin farkında değildi, bilim her şeyin nasıl olduğuyla ilgileniyordu aslında ve bizler bilim okurken ve yaparken nasılı çözdüğümüzü bilsek te nedenle hiç ilgilenmiyorduk ve aklımıza bile gelmiyordu. Çünkü her şeyden önce nedenin illa dinle ilgili bir durum olduğu varsayılıyordu ve insanlar yaşadıkları 1000 yıllık baskılardan sonra neden sorusundan belki de bilinçaltında mümkün olduğunca uzak durmaya çalışıyorlardı. Ama yine 2000’li yıllar demek zorunda olduğum yıllarda nasıl sorusunun neden sorusuyla birlikte yürümesi gerektiği düşünülmeye başlanmış olabilir. Ve bu konunun kesinlikle dinle ilgisi yoktu. Bilimsel verilerle paralel evrenler araştırılmaya, bazı metafizik kavramların bilimsel temelleri ortaya çıkmaya başlayınca, insanlar nasılın nedenin yanında yer alması gerektiğini düşünmeye koyuldular.
1600’lü yıllardan itibaren ele alırsak, bilim asla felsefenin yanında olmadı. Bu iki kurum birbirlerinden mümkün olduğunca uzak durarak kendi alanlarında çözüm üretmeye çalıştılar. Biri doğanın gizeminin nasılını tamamen nesnel deney ve gözleme dayanan yöntemlerle çözmeye çalışırken, diğeri neden buradayız, neden bu evrendeyiz, neden insanız, neden varız, neden yok oluyoruz, ölünce yok mu oluyoruz, varoluş nedir, yok oluş nasıldır, hiçlik nedir sorularını düşünmeye başladı. Geldiğimiz noktada bilimin nasılı ile felsefenin nedeni bir şekilde bir araya gelmeye başladı. Sanırım nedenin içindeki nasılla, nasılın içindeki nedeni çözme düşüncesi her iki akıma hakim olunca, her iki akımdan kişiler deneye ve gözleme dayalı bilimsel bir felsefe üzerinde düşünmeye, özellikle bilincin gizemini ve evrenin neden var olduğu sorularını çözmek için çalışmaya yöneldiler. Ve gördüler ki, bu soruların çözümü her iki kurum olmadan çözülemeyecek. Tıpkı iyi ile kötü, siyah ile beyaz, varlık ile yokluk birlikte var olur hepsi bir bütünün parçasıdır deyişimizdeki gibi, bilimle felsefenin aslında birbirlerinden çok uzun süre koparılmış bir bütünün parçaları olduğu görülmeye başlandı. Gelecekte bu bütünün adının konmasını ve çalışmaların her zaman neden ve nasıl’ın üzerinde yoğunlaşarak evrenin, bilincin, doğanın kanıtlanmış gizemlerinin bu sayede tamamen ortaya çıkarılmasını umuyoruz. Yine de insanın yolculuğunun bir sonraki evrim aşamasında da süreceğinin farkındayız…
Yazar: Serdar Öktem
Bu yazı Felsefe Taşı’nın internet sitesinden alınmıştır.