Maximilian de Gaynesford, şiir ve felsefe arasındaki uçuruma köprü kurmak üzerine
Analitik filozoflar, şimdi okuyacağınız otobiyografi kesitinde herhangi bir nahoşluk sezmeyebilir:
Kendi kulağına hoş gelen satırları bir yana bırakıp dizelerini savunmaktansa, okuyucuya hitap etmeye çalışan bir şairin tarzında yazmayı bırakalı çok oldu. (Bu şekilde yazanlar ya halk arasında büyük yankı uyandırırlar ya da bunu beceremeyip yok olurlar.) Bunun yerine, yazarken kendime şunu sormaya başladım: Bu cümle, gelişen olay örgüsüne ya da argümana tam olarak nasıl katkıda bulunuyor ve bu argüman doğru mu? Bu türden (genellikle zorlayıcı) bir özeleştiri uygularsanız analitik olmuşsunuz demektir.
—G. A. Cohen, Karl Marx’ın Tarih Teorisi
Yazar, burada, çoğumuzu bu bakış açısıyla felsefe yapmaya çeken, bizi tam da bu noktada tutan şeyi yakalamıştır. Bu fikri daha geniş bir kitleye aktarırsanız, insanların takdir ve dehşet karışımı bir tepki verdiğini görebilirsiniz. Takdir, çünkü yazar okurları tam olarak neyin analitik felsefeden uzak tuttuğuna değinmiştir. Buna, apaçık ukalalıkla beraber dehşet ve diğerlerine yönelik lakayt bir tavır eklenir (özellikle de şairlere yönelik fakat yalnızca onlar için diyemeyiz). Bir taraf, meselenin esasen iyi ifade edildiğini, ancak süssüz anlatıldığını düşünür. Diğer taraf ise hayli ölçüsüz belirtildiği kanısındadır, halbuki konu gayet sıradan bir biçimde ele alınmıştır.
Aslında bunları daha yakından inceleyebiliriz, ancak bu yazıda bahsedilen amaç için düşünecek olursak “Bir filozofun bunu gerçekten söylemesine gerek var mıydı?” diye düşünenler ile “Bir filozof bunu gerçekten söyledi mi?” diyenleri birbirinden ayıran uçsuz bucaksız idrak eksikliğine dikkatimizi vererek başlayabiliriz. Bu iki grup arasındaki uçurum, her iki tarafın da diğerini gerçekten takdir edebileceği umudunu yok edecek büyüklükte olabilir.
Aslında, vaziyetin bu kadar da kötü olmadığına kendimizi inandırabiliriz. Son yıllarda analitik felsefe ile şiiri bir araya getirmeye çalışan bir avuç konferans ve toplantı düzenlendiği bir gerçek. Nitekim, şiir ile analitik felsefe arasındaki fazlasıyla üzücü uçurumun kibarca göz ardı edilmesinden ve eskide kaldığı düşünülen bir gelecekten bahsetme eğilimi artmış durumda. Bu cesurca olsa da bence daha cüretli olmalıyız. Mesela, var olan bu uçurumun aslında okuru aydınlattığı gerçeğiyle karşı karşıya olduğumuzdan bahsetmekle başlayabiliriz. Kısmen, terapide nasıl derinlerde antipatiyle yüzleşiyorsak bu durumu da öyle düşünebiliriz. (Eğer yapmazsak, altta yatan acı kalacak ve daha çirkin biçimlerde patlayacaktır). Ancak esasen bu yüzleşme daha derin, daha olumlu bir yanıt bulmak için kaçırılmayacak bir fırsat olacaktır. Antipatiden vazgeçmek yerine, onu hem şiir hem de analitik felsefenin yararına kullanmalıyız. Aralarındaki husumeti görmezden gelirsek, karşılıklı saygıya dayalı, ikisinin de birbirinin alanına girmediği bir uyum sağlamak mümkün olabilir. İki pratiği iç içe ele alan girişimler, alt türlerin dikkatlice bastırılmış karmaşık neticelerine mahkumdur. Bu iki türü harekete geçiren enerjiden olumlu yararlanabilmek için bu husumetle yüzleşmek daha iyi olacaktır.
Peki, bu yaklaşım nasıl işleyebilir? Bu soruyu cevaplamak, son yirmi yıldır yaptığım işin merkezinde duruyor. Analitik filozoflar şiirin ağırbaşlı olduğunu ya da olabileceğini inkâr ettikleri zaman asıl sıkıntılı olan noktayı gözden kaçırıyorlar. Ben ise bu noktayı göstermek için elimden geleni yapıyorum. Ve aynı şekilde, şairler ve edebiyat eleştirmenleri bu tutuma karşılık verirken, rahatsız edici olanı hayli abartarak can sıkıcı bir polemikten daha kötü olmayan bu durumu profesyonelliklerine edilen bir hakaret olarak görüyorlar. Böylelikle felsefeyi ciddiye almaya yönelik gönülsüzlüğü güçlendirmiş oluyorlar. Uzun zamandır süregelen bu çıkmaz, şiirsel ifadede felsefi açıdan önemli olan pek çok şeyin göz ardı edildiği ve felsefede şiirin değerlendirilmesiyle ilgili pek çok hususun fark edilmediği kusurlu bir iletişim ortamını ortaya çıkarıyor. Bu durum, hem şiirin kendini tam olarak ifade etme kapasitesinden hem de felsefeyi salt eleştirel potansiyelinden mahrum eder. Gerçekten yapıcı bir şey başarılmadan önce anlamamız ve yüzleşmemiz gereken derinlik tam da budur.
Bu durum, her iki tarafta da daha derin yanlış anlamalarla sonuçlanır. Filozofların şiir söz konusu olduğunda niyetleri, genellikle sanılandan daha olumludur. Ancak önerileri çoğunlukla daha beterdir. Şairlerin ürettiklerini koruma eğilimleri nispeten yüzeysel olsa da vermeye hazır oldukları ödünler tahrip edicidir. Şiirin belirli türden eylemleri gerçekleştiremeyeceği kabul edildiğinde, her iki durum da farkında olmadan bu iki tür arasındaki karşıtlığı besler. Bence bu, daha sonraki tüm yanlış anlaşılmalarıyla birlikte, kusurlu iletişim ortamını kabul ettirmeye zorlayan temel bir hatadır. Ama umudun anahtarı da burada yatıyor. Şiirin felsefeye uyarlanmış analizinin bize gösterdiği, gerçekten de felsefe ile alakalı faaliyetler bütününe sahip olduğudur.
Şairler ne yansıtmak isterlerse istesinler bu bahsettiğim, kendi çalışmalarında fark ettikleri bir özelliktir. Aynı zamanda bu, felsefenin seve seve destekleyeceği bir bakış açısıdır. Birkaç küçük örnek düşünelim. İlk olarak, Tennyson’ın “Engelleri Aşmak” şiirinden birkaç satıra bakalım:
Lakin, öylesi bir gel-git ki uyuyor görünen,
ses ve köpükle dolu fazlasıyla;
sonsuz derinliklerden çekilince
döner tekrar yuvaya.
Burada, şiir okunurken “döner” kelimesine kadar ilk hecede söylenen vurgunun aniden bu kelimeyle son heceye geçtiğini ve “tekrar” ile yeniden ikinci heceye aktarıldığını görüyoruz. Şiirde kelimeler, ölçüyü sadece yazmak için değil, fikri fiziksel olarak gerçekleştirmek için de kullanılır.
İkincisi, Donne’un “Sabah-ı Şerif” şiirinden şu satırlar:
Merak ediyorum gerçekten, birbirimizi sevmeden, evvel ben
Ve sen, ne yaptık bunca zaman?
Satır sonunda kesilen “ben/ve sen” ve baştaki “merak ediyorum” sözcüklerinin ardında müthiş bir merak var. Bu ifade şekli, satır sonunu (kırık dize dizilimi) sadece merak etme eylemini tanımlamak için değil, onu şiiri okurken gerçekleştirmek için de kullanır. Aslında, bu kullanım, anlamın belirlenmesine yardımcı olur, çünkü aksi takdirde cümle “tam da bunları söylerken müthiş bir merak duyuyorum…” değil, “yeterince ölçülü bir biçimde merak ediyormuş gibi davranıyorum…” anlamına gelebilir.
Burada gördüğümüz tutum, söylenmek istenenleri sadece betimleyerek aktarmak değildir. Bu kadarına zaten analitik dil felsefesindeki söz eylem kuramından (1) aşinayız. Bu bağlamda, şiirle beraber cümlelerin aslında eyleme dökülebileceğinin en az iki yolu olduğunu öğreniyoruz: ölçü ve kırık dize. Söz eylem kuramı, bunu yalnızca dilin gündelik kullanımlarından keşfedemezdi. Böylece, şiir ve analitik felsefeyi birbirine uydurduğumuzda var olan çok büyük fırsatların küçük ama çarpıcı örneklerini görmüş oluyoruz: uygun şekilde hassas bir şiir incelemesi, analitik felsefeye bir şeyler katmamızı sağlar ve karşılığında şiire eleştirel yaklaşma becerimizi artırır.
Şiir ve analitik felsefeyi farklı şekillerde uyumlu hale getirebiliriz. Çoğu kişi şiirin felsefi bir biçim aldığı veya felsefenin şiir biçimine büründüğü nadir ve ayrıcalıklı alana odaklanır. Diğerleri ise, şiir hakkında takdir ettiklerimizi şiirin doğasından gelen özellikler olarak kabul ederek bunu analitik felsefeyi yüceltmek için bir koz olarak kullanır ya da analitik felsefe hakkında bildiklerimizi felsefenin getirisi olarak alıp bunu şiirin takdirini geliştirmek için kullanır. Fakat sonuçta bu iki tutum da kavrayış açılarını kısıtlamaktan ileri gidemez. Bu şekilde son derece seçici veya bir tarafa meyilli olmanın kötü bir yanı olduğunu düşünmüyorum. Ancak bunlar hem şiirin hem de analitik felsefenin enginliğinin değerini ve bunları, ifade biçimi olarak beraberce kullanmanın önemini gözden kaçırmamıza sebep olabilir. Ve şiiri, felsefeyi yağmalaması için bir örnek yığınına küçültmek veya analitik felsefeyi, kayda değer bir form olarak savunma heyecanıyla basit bir entelektüel malzeme topluluğuna indirgemek gibi tehlikeler barındırabilir. İstemeyerek de olsa, bu girişimler, birinin veya diğerinin değerini küçümseme konusunda daha genel bir eğilimi destekler.
Bence, peşinden gitmemiz gereken şey, güçlü bir şekilde birbirine bağlı veya karşılıklı olarak birbirini geliştiren, içinde analitik felsefeyi tam anlamıyla barındıran, (yani varlığı gerçekten de felsefi yollarla analiz ederek, bir konu hakkında düşünme şeklimizi değiştirebildiğimiz) ve şiiri canı gönülden takdir eden (şiire karşı tutumumuzu gözden geçirerek gerçekten edebi bir eleştirel yaklaşım benimseyebildiğimiz) şekillendirici bir pratiktir. Şiir ve analitik felsefenin bu uyumlaması tek ve birleşiktir, ancak bunu uygulamak için disiplinler arasındaki sınırları bulanıklaştırmamız gerekmez. Eğer yakalanabilirse, uyum, yürümek kadar doğaldır. Tıpkı her bir bacağı bağımsız olarak hareket ettirmek gibi, analitik felsefe ve şiir bağımsız olarak değerlendirilebilir. Unutmamalıyız ki, yürümek ve uyum sağlamak, bu hareketleri, birlikte ilerlemek amacıyla birleştirmek; bir parçanın hareketini sürekli ve diğerinin hareketine bağlı olarak ayarlamak ve düzeltmektir.
Böyle bir uyum özgürleştiricidir. Şairleri ve filozofları kısmen gönüllü engellemelerden ve kısıtlamalardan kurtarır. Özellikle, iki türün de bir diğerinin resmiyete dayalı bütünleşme potansiyelini tanımasını sağlar. Edebiyat eleştirmeni Charles Altieri, bir zamanlar çok anlayışlı ve uzlaştırıcı bir itirafta bulundu: “Analitik felsefe, korktuğumuz ve çekindiğimiz bir disiplindir çünkü, kuramsal belirsizliğe olan tutkumuz yüzünden, kafa yorduğumuz konular üzerine düşünürken olmayan gücümüzü boşa harcıyormuşuz gibi görünüyoruz.”. Bu üzücü bir durum, ama düzeltmek de bizim elimizde. Şiir ve analitik felsefeyi uyumlu hale getirmek için çalışırsak, bu güçlerin yararlı ve takdir edilesi bir amaca hizmet etmesini sağlayabiliriz.
- Söz eylem kuramında, cümleler sadece karşı tarafın duyması için söylenmez, kullanılan ifadeler eyleme dökülür. Örneğin; “Özür dilerim!” derken, bir daha aynı davranışı sergilemeyerek bu cümleyi sadece söylemiş değil aynı zamanda yapmış da oluruz. (ç.n.)
©® Düşünbil (2020)
Yazar: Maximilian de Gaynesford
Çeviren: Bilgesu Resenerol
Çeviri Editörü: Onur Demir
Kaynak: blogs.lse.ac.uk