Site icon Düşünbil Portal

Foucault’nun Episteme Yorumu: Las Meninas ve Don Kişot

Paylaş

Cervantes ve “kurgunun icadı” hakkında kaleme aldığım son yazım için bitmiş müsveddemi teslim etmeden önce 20. yüzyılın en etkili yorumlamalarından birine geri dönmek istedim: Michel Foucault’nun yorumuna. Öncelikle Foucault’nun Rönesans ve Klasik Çağ [âge classique] arasındaki epistemelerin değişimini araştırmak amacıyla iki İspanyol sanatçıyı seçtiğini hatırlamalıyız: Diego Velázquez ve Miguel de Cervantes. Velázquez’in, IV. Felipe’nin kızı İspanya Prensesi Margarita Teresa ve onun maiyetini resmettiği ünlü tablosu Las Meninas hakkında Foucault şunları söyler:

Ressamın da bize baktığı bir tabloya bakıyoruz. Mutlak bir yüzleşme, bakışların bir diğer bakışı yakaladığı, geçişirken üst üste binen net bakışlar. Ve durum böyleyken karşılıklı görünüyor olmanın bu narin çizgisi; belirsizliklerin, değişimlerin ve aldatmacaların oluşturduğu tüm o karışık yapıyı kucaklıyor. Ressam, sadece onun öznesiyle aynı pozisyonda yer alabildiğimiz sürede gözlerini bize çeviriyor.

Foucault için Velázquez’in tablosu, 17. yüzyılın kültürel eserleri kapsamında çok önemli bir yer tutar. Çünkü bahsi geçen tablo, ait olduğu zamanı ele geçiren o bilgiyi anlama ve organize etmenin yeni bir yolunu ortaya çıkarıyor. Bu yeni düzenin anahtarı, dünyanın kendisinin doğrudan bir ifadesi yani “dünyanın düzyazısı” olmasından ziyade yerini gösterebildiğimiz ama sonunda kendi yapımımız olan anlam ağı ya da anlam örgüsünden bilgimizin oluştuğu fikridir. Foucault’nun bu iddiasını sürdürdüğü, göze çarpan bir diğer örnek de Miguel de Cervantes’in Don Kişot eseridir.

“Don Kişot ilk modern edebiyat eseridir” der, Foucault ve ekler: “çünkü bu eserde biz, özdeşliklere ve farklılıklara dair acımasız muhakemenin, göstergeler ve benzerliklerle bitmek tükenmez alayını görebiliyoruz. Çünkü eserin dili daha önce kurduğu ilişkileri bir kenara bırakıp bizi ileride sadece edebiyat olarak karşımıza çıkacak yalnız bir egemenliğin içine sokuyor.” O hâlde bilgiyi organize etme açısından yeni bir tür oldukları iddiasını haklı çıkarmak için Velázquez’in tablolarında ya da Cervantes’in yazılarında, onları daha öncekilerden yeterince farklı kılan nedir?

Bilhassa kayda değer bir tesiri olan Cervantes başta olmak üzere bu iki sanatçı da en azından geçmiş yüzyıla kadar süre gelen insanların, dünyayı ve ona dair bilgileri nasıl anladıklarına etki eden değişimleri açıklığa kavuşturdu. Matbaanın devriminden, 16. yüzyılın sonlarına doğru artan şehir tiyatrolarına kadar dünyanın temsillerini aktarma ve bunları temsil etmeye dair yeni yolların yaygınlaşması sonucu Batı Avrupa, kısmen hakikat buhranı olarak adlandırılabilecek bir şey yaşıyordu. Birisinin hemcinsiyle paylaştığı ortak alan fikri, tüm bu varlıkları bir araya getiren kusursuz bir bütün olarak değil daha ziyade gizli tutulabilen, yanlış algılanabilen ve en sonunda da deneyimlendiği perspektife dayanan bireysel algıların arka planı olarak düşünülmeye başlandı. Bundan dolayı Foucault’nun açıklaması, 17. yüzyıl dil bilgisi uzmanlarının teorilerindeki dilin, artık dünyanın doğasına ait hiçbir şeyi ifade etmediği daha ziyade dünyaya yön verme ve onu sınıflandırma adına kullanılabilecek özdeşlikler ve farklılıklar yapısının şeklini aldığı yönündedir. Foucault’nun Las Meninas yorumunu da benzer bir şekilde açıklayabiliriz ki Velázquez’in resim içindeki resim düzlemi, iki gerçekliği birbirinden ayırır, “sanki ressamın kendisi hem bizzat resmedildiği tabloda görünüp hem de üzerinde temsil ettiği şeyi aynı anda göremezmiş gibi. O, birbiriyle bağdaşmayan bu iki görünürlüğün eşiğinde hüküm sürer.”

İki bağdaşmayan görünürlük: dünyanın kendi içinde Tanrı ya da herhangi başka biri için nasıl olduğu ve bir bireyin dünyayı nasıl gördüğü arasındaki ilişkinin düşündürücü formülasyonu. Dünya kökünden sökülmüş, herkes için ayrı bir kutuya koyulmuştu ve Velázquez ile Cervantes gibi sanatçılar sanat eserlerinde bu deneyimi anlatıyordu. Ama bu kökünden sökme beraberinde çok daha karışık ve önemli bir deneyimi zorunlu kılar. Dünya bir kez taşınır hâle getirildiğinde; basım, tiyatro, resim gibi iletişim araçlarının tüm dünyaya farklı bir perspektif sundukları bir kez düşünüldüğünde, kendilerine geri dönmeleri de kaçınılmaz olur. Başka bir deyişle onlar, dünyayı kendi çerçevelerine dâhil ederek aslında herhangi bir sanatçının, çerçeveleme yapan herhangi birinin temsilini barındıran çerçevenin ta kendisini de işin içine katarlar.

Foucault, 17. yüzyılın entelektüel değişimlerine birincil kanıt olarak değerlendirdiği bu eğilimi, Antoine Arnauld and Pierre Nicole’un kaleme aldığı Port-Royal Mantığı’nın dilbilim teorilerinde görür. Böyle düşünenler için bir fikir, resim ya da algı, temsil ettiği şeye ek olarak o şeyle olan ilişkisini de gösterdiği takdirde ancak bir şeyin göstergesi olarak değerlendirilebilir. Foucault’nun öne sürdüğü gibi “bir şeyi temsil etmeli ama bu temsil sırayla kendi içinde de temsilini içermelidir”. Foucault’nun Les Mots et les Choses (Kelimeler ve Şeyler) eseri yayımlamadan yıllar önce Foucault’nunkine benzer bir gözlemi Martin Heidegger de Almancada die Neuzeit olarak adlandırılan yeni çağ ya da modernitenin ortaya çıkışını anlatan etkili bir makalede yapmıştır. “Dünya Resimleri Çağı” eserinde Heidegger, bir dünya görüşümüzün olması fikrinin, içinde bulunduğu kültüre ve tarihe özgü olduğunu savunur; modern düşüncenin problemi şudur ki dünyanın, belirli dünya görüşleri veya dünya resimleri hâlinde paketlendiği bilgi anlayışını benimseyerek aslında kendisinin de içinde düşünüyor olduğu o dünyanın bir parçası olduğunu unutur. Yine de tıpkı Foucault’da olduğu gibi söz konusu olan temsilden sorumlu öznenin, resmin bir parçası olmadığı anlamına gelmez. Aksine Heidegger’in öne sürdüğü gibi “bu nerede olursa olsun, insan ‘resmin içine girer’ ve kendisi her ne ise onun önüne geçer.” İlk modern insanın kendini algılama biçimine göre insan aslında kendinin bir yansıması olarak dünya resminin bir parçasıdır; kendi arzularına, temsil etmekle meşgul olduğu resmin şartları tarafından dayatılan ölçünün farkında olmadan eylemde bulunan bir dublördür.

Foucault’nun, Cervantes’in Don Kişot ile yeni bir dünya deneyimini anlattığını ve bundan dolayı bu ifadenin ilk modern edebiyat eseri hâlini aldığını söylemesi kesinlikle geçerlidir. Yine de bu iddia, Cervantes’in yaratımının bu dünyanın karmaşıklığını ne ölçüde kapsadığını kavrayamadığından, yeterince radikal değildir. Şu kesindir ki Foucault, Don Kişot’taki özellikle ikinci bölümde kendini belli eden düşünümselliği fark etti: “Romanın ikinci bölümünde Don Kişot, hikâyesinin ilk bölümünü okuyan karakterlerle karşılaşır ve Don Kişot’u yani o gerçek adamı, kitabın kahramanı olarak tanırlar. Cervantes’in metni kendi içine dönüyor hatta kendini kendi yoğunluğunun içine itiyor ve kendi anlatısının nesnesi hâline geliyor.” Ancak Foucault, öncelikle bu tekrar içine yansıtma konusuyla ister bir şövalyelik hikâyesi ister kendi hikâyelerinden oluşturduğu bir metin olsun, Don Kişot’un kitaplarla kurduğu ilişki bağlamında ilgilenir. Bu ilişki benzerliklerin kadim bir modeliyle betimlenir: “Kahramanın maceralarının ilk kısmı, esasen şövalye romanslarının üstlendiği rolü ikinci kısımda oynamıştır. Don Kişot, hâlihazırda dönüştüğü kitabına karşı inancını diri tutmalı.”

Don Kişot karakteri gerçekten de bilmenin kadim yolunun bir simgesi olarak görülebilir ancak Cervantes’in kitabı daha çok bunun “gerçeklikte” nasıl olduğuyla ilgilenir. Bir başka deyişle onun eseri en nihayetinde, Foucault ve Heidegger’in kendi şahsi eserlerinde de tasvir ettiği türden bir karışıklık ve bireylerin dünya görüşlerindeki sapmanın yol açtığı gerçeklik krizinin bir keşfidir. Hem dünyanın çerçevelendirilmesi hem de çerçevenin içindeki karakterlerin ve mekânların tekrar kendi içine yansıması, bilginin düzenlenmesini gerekli kıldığı için Cervantes’in bu yeni metodu, sanatta ve politik gerçeklikte bu iki işlevin süreç ve sonuç yazılarının bir keşfi olarak görülebilir.

© Düşünbil® (2023)

Yazar: William Eggington
Çeviren: Nevin Kemikkıran
Çeviri Editörü: Selin Melikler
Kaynak: shc.stanford.edu


Paylaş
Exit mobile version