Site icon Düşünbil Portal

Freud’dan fazlası: Edebi kurgu en iyi terapidir

Paylaş

Yazar ve eski psikanalist Salley Vickers, romanın sosyal izolasyonu kırdığını ve aidiyet duygusu yarattığını ileri sürüyor.

Edebiyat hocası olarak üniversitedeki sözlerimden biri şudur: “Harika bir roman sadece anlayışımızı zenginleştirmez – daha da önemlisi kendimizi anlamamızı sağlar.” Sonradan psikanalist olmak için eğitim aldığımda hocalarım, edebiyat üzerinden insan psikolojisinin inceliklerini öğrenmekten ziyade Freud’un, Adler’in ya da Jung’un çalışmalarından öğrenmeyi eleştirmemden rahatsız olmuştu. Bu aslında büyük psikologların öncü bilgeliklerini kınamamdan ileri gelmiyordu; fakat, uzun yıllar edebiyat öğretmek kurgunun, bilincimize teorik olarak gizli kapıların aydınlatılmasında baskın çıktığına ikna etmişti.

Terapi savaşları: İntikam

Okumanın terapötik etkilerine dair güçlü argümanlar var. the Reader Organisation tarafından organize edilen The Shared Reading projesi, grup içinde okumanın –örneğin bu kişiler zihinsel rahatsızlıkları olan kişileri bir araya topluyorlar ama yerel okuma kulübünün aylık toplantısında insanlar şarap eşliğinde kitaplarını okuyor ki bulgular bu kişiler için de geçerli– “özgüveni ve özsaygıyı geliştirdiğini, sosyal bağlar kurmaya yardımcı olduğunu, ufku genişlettiğini ve insanlara aidiyet duygusu kazandırarak sağlıklı kişilerde zihinsel ve fiziki sağlığı koruyup zihinsel toparlanmayı sağladığını” ifade ediyor.

Kronik yalnızlık ve izolasyon artık yaygın bir sosyal problem ancak bu sosyal rahatsızlıktan kurtulmak için grupça okuma projelerine girmeye gerek yok. J. D. Salinger’ın Çavdar Tarlasındaki Çocuklar kitabında kurnaz ve yabancılaşmış Holden Caulfield’ın dediği gibi, “Bir kitapta beni sarsan şey şu ki okumayı bitirdiğinde yazarın korkunç bir arkadaşınmış gibi gelmesi ve canın istediğin zaman onu arayabilecek olman.” Bence birçoğumuz bazı kitapları dostumuz gibi görüyoruz (benim arkadaşlarım Henry James’in Bir Kadının Portresi ve Patrick White’ın Arabadakiler’idir). Kesinlikle iyi olan şeyse, temel düzeyde okumanın, bizi eğlendirerek bir yarar sağlaması. Burada “eğlendirmek”, “kabul etmek, neşelendirmek, misafir gibi karşılamak”tır ve kitaplar, sosyal izolasyonu, okuyucuyu hayali bir dünyaya sokarak kaldırır, aynı tuhaf ve yaralı Caulfield’ın örnek gösterdiği gibi. Kurgusal bir topluluğa dahil olmak, gerçek bir toplum içinde olmanın getirdiği birçok ödülü bize sunabilir: Diğer yararlarının yanında, tabii ki bunu her zaman tetiklemeyerek, kendilikten kaçmamızı teşvik eder. Bireysel egolarımızın zindanından çıkmak, başka bir evrene gitmek özgürleştirici bir deneyimdir; bunun yanında, yazılı kelimeler aracılığıyla başka, bireysel karşılaşmadan belki daha güvenli ya da pratik olarak mümkün bir evrene giriş için, yaşı daha geçkince olan, hapsedilmiş ya da duygusal anlamda hassas kişiler için, bir rotadır. Bu anlamda Shared Reading’in başarısı psikiyatri hastanelerinde ve hapishanelerde de kendini gösteriyor.

Edebi bir manzarayla karşılaşmada en verimli olan şeyin diğer insanlarda teşvik ettiği samimi bilginin, kurgusal olanların yanında, kendimizde de gördüğümüz şeyler olduğu konusunda şüpheliyim. Bu yönden büyük edebiyat tarafından bahşedilen “anlamak” sözcüğü terapötik hale gelir. Tolstoy’un Anna Karenina’sındaki giriş cümlesi, “Bütün aileler benzerdir; her bir mutsuz aile kendi tarzında mutsuzdur,” diyerek aslında ailelerden daha fazlasına sesleniyor. Tüm mutsuz bireyler de kendi tarzında mutsuzdur. Bunun nedeni kısmen, kendilik ifadesinin ve kendini anlamanın kolay olmaktan uzak olmasıdır, ayrıca bununla ilgili sözcük dağarcığı da sınırlıdır. Fakat, kurgusal duyarlılıkla bunlar faydalı bir şekilde anlaşılabilir.

Örneğin Charlotte Brontë’’un Villette’ini ele alalım (bence Jane Eyre’den daha üstün bir kitaptır). Kahramanı duygusal anlamda bastırılmış olan Lucy Snowe –sade, yalnız, kızgın ve çaresizce kendine yetmeye çalışan biri– Belçika’daki bir okulda İngilizce öğretmeni olduğu dönemde arkadaşsız kaldığı haftalardan sonra şiddetli bir bunalım yaşar. Bunalımlara dair profesyonel bilgime dayanarak söyleyebilirim ki, Brontë’un anlatımı oldukça açıktır ve sadece yazardaki derin bir deneyimi iletmez (gerçek ya da hayali) ama benzer sessizlikten sıkıntı çeken, hayatında kritik bir dönemden geçen kişi için ona dünyada yalnız olmadığını gösteren nesnel bir karşılık olarak hareket eder. Benzer şekilde, aile içi geçimsizliğin yaralayıcı deneyimlerinden geçen ve yabancılaşmaya başlayan biri, Kral Lear ya da Marilynne Robinson’in Ev’inde benzer şeyler bulabilir.

Belki de daha da şaşırtıcı, daha radikal olan kendimiz hakkında bilmediğimiz ya da fark etmediğimiz bir şeyin gölgesini keşfetmektir. Çok azımız potansiyel bir katil olduğumuzu hayal edebiliriz: Biraz Suç ve Ceza okumakla, cinayet işlemede kendini haklı gören biri olan Raskolnikov’un işkence eden bilincine girmekte ya da aldığı cezanın acısına empati duymakta başarısız olabiliriz. Bu karakter aracılığıyla Dostoyevski, koyduğu karakter aracılığıyla ne olabileceğimize karşı anlamakta, ne kadar savunmacı olabileceğimizi gösterir: medeni kendiliklerimiz öldürücü bir silah saklama ve vahşete yol açacak bir potansiyele sahip olma durumunda olabilir. Yani, ideoloji adına cinayeti savunanlar inanmak istediğimiz gibi aramızdaki uzaylılar olmayabilir.

Okumak, sadece yaşanan acıdan avunma ya da ayrılma durumu değildir; aynı zamanda dünyamızı, sempatimizi, bilgeliğimizi ve tecrübemizi genişletir. Başka bir varlığın, cinsiyetin ya da cinsel tercihin, sosyal grubun, politik ya da dini kanaatin bilincine girmek, özel ve sınırlı meşguliyetlerimize karşı bir mola vermemizi sağlar. Kaygılarımızı genişletmek başka bir yere ya da tarihteki bir döneme – ya da bilgisiz olduğumuz bir yere girmemize engel olabilir. İnsanların tekrar etmekten bıkmadığı gibi eğitim, başka bir yarar da sağlayan bir dışa dönüklük sürecidir: Önceden bilmediğimiz yollara girdikçe, öğreniriz.

Yazar: Salley Vickers
Çevirmen: Özge Mete
Kaynak: The Guardian


Paylaş
Exit mobile version