Site icon Düşünbil Portal

Görülmesi gerekenle görülmemesi gerekenin yer değiştirmesi: Selfie çekmek

selfie
Paylaş

Ev arkadaşlarımla beraber akşam yemeğinin ortasındayken Morgan kalkıp fotoğraf çekiyor. Ardından oturup garip şeyler yapıyor: Kafasını yana eğiyor, dilini çıkarıyor. Ne zaman birinin selfie çektiğini görsem, görülmemesi gereken bir şeye şahit oluyormuşcasına garip hissederim. Gizli gizli prova izler gibi.

Özgürlük Hayaleti (1974) filminde yönetmen Luis Buñuel, görülmesi gerekenle görülmemesi gerekenlerin yer değiştirdiği bir dünya hayal ediyor. Akşam Partisinde mesela, tuvaletinizi bir masa etrafında arkadaşlarınızla beraber yaparken yemeğinizi tek başınıza küçük bir odada yiyorsunuz. Burada ana fikir, aleni şeylerle özel şeyler arasındaki farkın yaptığımız şeylerden ziyade onları nerede ve ne amaçla yaptığımız hakkında olduğu. Yalnızken yaptıklarımız, toplum içinde yapacaklarımıza hazırlık niteliği taşır.

Neden toplum karşısında sürekli rol yapma ihtiyacı duyuyoruz? Filozof Alasdair MacIntyre, bir şeyler anlatmanın yalnızca hikayemizi paylaşmak amaçlı değil, aksine tamamen doğal bir ihtiyaç olduğunu söylüyor. Haberleri takip etmek söz konusu olduğunda, örneğin gençsem, Facebook’u tercih ederim ya da eğer bir bankacıysam gidip Financial Times alırım. Ama eğer bir genç gidip Financial Times alıyorsa ve bir bankacı kendini Facebook ile oyalıyorsa roller yanlış oynanıyor demektir. Kendimizi ve diğerlerini içinde olduğumuz hikayelerle anlarız. “İnsan ömründeki birlik, hikayelerde birlik demektir,” diyor MacIntyre After Virtue’de (1981). Başkalarının anlaması için hikayeler hazırlayarak yaşıyoruz. Kendini yaratan, sürekli başkalarının okuduğu hikayelerde yaşayan karakterleriz. Bu görüşle yaklaşırsak, Morgan’ın selfiesi, kendi hikayesinden ufak bir cümleydi.

Benzer şekilde Bulantı’da (1938) Jean-Paul Sartre, “insan her zaman hikayecidir, kendisinin ve başkalarının hikayeleriyle çevrelenmiştir, hikayeleri sayesinde anlar başından geçenleri ve bunları anlatarak tekrar yaşar,” der. O zaman Cafe de Flore’da otururken kendi kendine şunları sormuş olmalı: İnsanlara gerçekten bu içtiğim kahveden söz edecek miyim? Yaptığım her şeyi anlatmalı mıyım? Ya da yaptığım her şey anlatmak için mi?” Seçmelisin diyor, yaşayacak mısın yoksa anlatacak mısın? Ya kahvenin tadını çıkar ya da Instagram’da paylaş.

Filozof Bernard Williams da “hikayeleşen hayat” konusunda benzer endişeler taşıyor. MacIntyre gerçek hayatta birliğin kurgusal hayat sayesinde sağlandığını düşünürken, Williams’a göre gerçek karakterlerle kurgusal karakterler arasındaki başlıca fark, onların hayatları başlangıçta belirlenmişken bizimkilerin öyle olmadığı gerçeğidir. Diğer bir deyişle, kurgusal karakterler kendi geleceklerini belirlemek zorunda değiller. “Dolayısıyla,” diyor Williams “hayat geriye doğru anlaşılır, ileriye doğru yaşanır.” Tercih yapmamız gerektiğinde, hikayemize en çok yakışacak olanı bulmaya çalışırız. Doğru; genelde yaşam tarzımıza uygun tercihler yapmaya çalışırız ama yine de sahip olacağımız yaşam tarzı, dışarıya nasıl gözüktüğümüzden çok daha önemlidir. Williams, karakterimize uygun yaşamaya çalışmak –bildiğimiz bir şeyi metodik olarak yapmaya çalıştığımızda olduğu gibi- sıradan bir hayata sahip olmamıza neden olur, diyor. Tıpkı nasıl yürünür diye düşünerek yürüdüğümüzde sendelediğimiz gibi.

Bundan yaklaşık 10 sene önce Williams bunları yazdığında, bugüne kıyasla çok daha az selfie vardı. Eğer haklıysa, günümüzde kendimizi anlamayı daha mı çok önemsiyoruz demektir bu? Filozof David Villeman’ın dediği gibi, insanlar hayatlarını anlamlandırmak adına toplumsal bir figür yaratırlar; bir anlatı olarak değil, eylemliliğe sahip özneler olarak okuyabilecekleri bir imge olarak. Bu anlaşılabilirlik ihtiyacı, kişisel ve herkese açık yönlerimiz arasında ayrım yapmamızı gerektiriyor. Anlaşılabilir olmak için kendimizi tanıtmaya ihtiyacımız var, kendimizi tanıtmak için de hayatımızın ne kadarını paylaşacağımıza, ne kadarını kendimize saklayacağımıza karar vermeliyiz. Kişisel tarafımızı kendimize saklamamızın sebebi ondan utanmamız değil, sadece tanıtımımızda yararlı olmayacağına inanmamızdır. Morgan’ın selfiesi, insani bir ihtiyacın dışa vurumu sadece.

Selfie salgınının sebebi, insanın kendisini sunabileceği mecraların artmasından kaynaklı diye düşünürdü Velleman. Dolayısıyla kişisel alanımız gittikçe azalıyor. Neleri göstereceğimizi seçmek doğal bir dürtüyse, sosyal medya da yalnızca bu dürtümüzü tatmin etme yollarından biri. Velleman 14 sene öncesinden dahi, daha kapalı olmamız gerektiğini söylüyordu. Bugünleri görseydi, insanların kişisel sunumlarını renklendiren hashtaglerden nefret ederdi muhtemelen (#bugünböyleuyandım, #instamood, #life). Ama farketmez; sonuçta herkes istediğini ortaya koyar ve istediğini gizler diyen Velleman’dan başkası değil.

Hayat bir anlatı olarak görülse de görülmese de, yaşamak neyi sunup neyi kendimize saklayacağımızla alakalı. İkisi arasında gezinip dururuz. Kişisellik ve toplumsallık algısı kültürden kültüre değişiyorsa bireyden bireye de değişebilir. Dolayısıyla, ev arkadaşlarım selfie çekerken, onları iç çamaşırlarını değiştirirken görmüş gibi garip hissetmeye devam edeceğim.

Yazar: Emmanuel Ordóñez Angulo
Çevirmen: Şebnem Ertan

Kaynak: Aeon 

Düşünbil Portal’da yayımlanan, Düşünbil yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır.


Paylaş
Exit mobile version