Site icon Düşünbil Portal

Güldüğü varsayılan özne

by Rembrandt

Paylaş

Doğanın bilim ve teknolojiyle manipülasyonu belirsiz sonuçlar doğurur ve bu tehditler asla yüzde yüz kesinlikte öngörülemezler; elbette daha sonra aynı yöntemle kayıp geri alınmaya çalışılır. Kesin şekilde öngörüldüklerinde ise artık her şey için çok geçtir; yani felâket/kıyamet senaryosu çoktan olup bitmek üzeredir. Doğayı yok edebildiğimiz kibriyle varsaydığımız ekolojik soykırım teorilerinden biri gerçekleşiyordur.

Zombi apokaliptik fantezide ise durum neredeyse bunun tam tersidir; insan o kontrolsüz neo-liberal şehvetiyle şımarıkça yüzleşir. Nedense çoğumuzun kafasında, bu şartlar söz konusu olduğunda, bir tür “ilk yapılacaklar listesi” vardır. Biz hariç herkesin yaşayan ölülere dönüşeceği bu uydurma fikre o kadar bayılırız ki, sadece kurgudan ibaret bir plandan, ciddi ciddi güvenli ev inşa etmekten, silahlanmaya varana kadar; sanki bunları yapmak için böyle aptalca bahaneler arıyor gibiyizdir; fakat bunların büyük çoğunluğu, bahsi geçen yaratıklar gökten yeryüzüne atılacakmış gibi bir öngörüyle kurgulanır, yani kimse onlardan biri olma olasılığı üzerinde durmaz. Oysa durumun apokaliptik olabilmesi için insan nüfusunun neredeyse tamamının bu yaratıklara dönüşmesi gerekir. Yani bir zombi kıyametinde nasıl bir planımın olduğu, insanın kibirli penceresinden kurgulanmıştır ve bu yüzden pek de anlamlı değildir: Çoğunluk, çok kısa bir süre içerisinde zombi olacağı gerçeğiyle yüzleşmek yerine, dağılan toplumun ve kuralsızlığın içerisinde yaşayacağı ikonik hayatta kalma anlarının hayalini kurgular (benzer bir durum insanın yarattığı bir yapay zekanın, insanı köleleştirecek kadar güç kazandığı fantazma için de geçerlidir: eğer böyle bir şey başımıza gelse ne yapardık? Oysa asıl mesele; eğer böyle bir şey gerçek olsaydı, bu sorunun da son derece anlamsızlaşacak olmasıdır); ama bu basit gerçeği dahi göremeyecek kadar saf bir kalabalığın planı böylesi kritik durumlarda ne kadar işe yarayacaktır? İşte bu soruya verilecek cevap, bize virüsün nasıl bu denli hızla yayılacağının formülünü de verir. “İlk yapılacaklar listeleri” o kadar birbiriyle aynıdır ki, sadece durumu daha da kaotik bir hâle getirecektir (sığınak inşa eden grubu burada tenzih etmek gerekir. Bu bekaret kalkanı hobileri, onları sokağa çıkıp, insanlara rastgele ateş etmekten alıkoyan son istasyon gibidir).

Burada Gerçek, kurguya düşmandır ve böyle bir kalabalık hayatta kalacaksa ölü-dirilerden oluşan diğer gruba dâhil olmak arka cepte tutulması gereken bir seçenektir. O zaman, hiç değilse bu insanların gerçekle ilişkisiz, onu yadsıyan kurguları ve saçmalıklarına kayıtsızca yüz çevirebiliriz. Ayrıca, Return of The Living Dead (1985) filmindeki anlamsız konuşan zombi sahnesi haricinde, zombilerin mutsuz olduğu, acı çektiği algısının da bir dayanağı yoktur. Muhtemelen onları suratlarının ortasından vurmayı tamamen etik hâle getirmek için, insanların her şeyin üzerine özdeş ya da karşıt bir duygu durumu yüklemesi takıntısı sayesinde uydurulmuştur: Tıpkı golden-retrieverların devamlı güldüğü ve mutlu olduğu palavrası gibi; oysa goldenların kafalarının içerisinde yaşlı bir kadının acı dolu çığlığının yankılandığı sonsuz bir huzursuzlukta gömülü kalıp kalmadıklarını asla bilemeyeceğiz.

İnsanın doğaya atfettiği bütün kurgu kendi çarpık penceresinden gördükleridir ve aynı sebeple gözlemlediği hiyerarşik duruma yüklediği sembolik anlamların en asilleriyle özdeşleşir. Bir hayvan olacaksa, avlanabilen, hatta uçabilen bir hayvan (hatta ikisi birden) olmalıdır; fakat kuş için “uçmak” diye bir şey yoktur. Havada o anın inanılmaz spritüal coşkusuyla asılıp kaldığı, kesintisiz bir adrenalin banyosu yaşadığı, “uçuyorum!” anı tamamen insanın baktığı noktadan kurgulanmıştır. Aynı şekilde, doğaya hükmedebildiğimiz hissi de aynı kurgunun ürünüdür ve bu sorumluluk hissi üstesinden gelinmesi zor bir tahakküm yaratır.

Bu sorumluluktan doğan vicdan aslında dışarıdan dayatılan bir şeydir ve belli bir zümre bu sayede hayvan haklarını da korur; fakat bu “hayvan hakları” gene insancıl perspektiften kurgulanıp, bütüncül bir baskıyla dolaylanmıştır. Oysa bu yüce gönüllüler, durumu bu şekilde görmeyi reddederek vicdanî muhasebelerini etkisiz kılarlar. Evrimsel olanın karşıtı şekilde, eşeyli üremelerini engellememiz tamamen onların iyiliğini gözetiyor olmamızdandır ve bu yapay sıkıntılar sözüm ona evrimlerini bir parçasıdır, yani durumu tersyüz ederek gene problemin karşısında kahramanca bir pozisyon tutturmayı başarır. Burada sağduyu, telkin kılığında hastalığa yakalanmış döngümüzü bize geri verir, gurur ise fantezinin görevini devralır, oysa bunun, görevini yaparken olağanüstü fedakârlıklar yaptığını sanan birinin sinsi gurundan farkı yoktur ve insan ilişkileri tam olarak bu tavırla iç içedir.

Despot iktidarlarla sahte bir özdeşleşme yaşayan ve taleplerine teslim olan insanlar, iktidara içsel ve onu kontrol eden adaletsizliğe yüz çevirirler. Burada da gerçek, kurguya düşmandır ve bu itiraftan hayatî bir şekilde kaçınılır: Yapılan fedakârlık, artık fedakârlık olamayacak kadar ileriye gitmiştir. Bununla başa çıkmanın tek yolu da kafamızı başka bir yöne çevirip, sahte bir özneleşme yaşamaktan geçer. Böyle bir durumda, artık hak arayışı bile tutsaktır. Efendiyi muhatap aldığı an (ondan talep ettiği an) tam da onun düzenini garantileyen, Öteki oluşunu tasdikleyen jesti gerçekleştirmiş olur. Burada yasa kendi ihlâlini beraberinde getirir. Yani isyan onu sömüren disiplinin bir ürünüdür, fakat kibirle dolaylanmış kurgu gene bunun tam zıttıdır.

Yani özgürlük arayışı ve rahatımızın kaçmaması arasında tutunabileceğimiz bir konum mevcut değildir. Düzenin her yönüyle çürüğe çıktığı yerlerde, hem iktidar karşıtı eylemlere destek olup hem de iktidarlarının sürmesini garantileyen, adil olmayan, hukuksuz şekilde dağıtılan gelir ve rüşvet döngüsünün bir parçası hâline gelip, bunun refahının her koşulundan faydalanmak son derece anlamsız, hatta ikiyüzlü bir tavırdır. Bu “sözde anarşist” edimi sayesinde, toplumun bir bölümü tarafından o şekilde kabul görerek, kahramanca bir sosyal statü elde eden kişi, aslında kendini Örümcek Adam sanan ufak bir çocuktan pek de farklı değildir, çünkü bu dışsal algılanan, rahat kaçırıcı unsurlar aslında feragat edilemeyen rahatın neticesidir. Aynı yanılgı tuttuğu takımın taraftar grubunun isminin içerisindeki anarşizmin “A”sıyla özdeşleşmeye çalışan insan için de geçerlidir. Bu tavır bizi ne o grupla, ne anarşizmle, ne de o “yüksek uçan hayvanla” özdeşleştirmez, tam tersi, kostümün ortasından göbeği fırlamış kötü bir cosplayden farksızdır. Tabii aradaki tek fark, bu sahte “karaktersizliklerimiz”, karşılıklı olarak görmezden geliniyor oluşudur. Çünkü oldukça yüksek bir kalabalık bu sahte duyarlılıkların peşine düşmüştür. Sadece muhalifler değil, iktidarın garantisi altında yaşamını sürdüren kişi de kendini ufak bir çocuk gibi feodal veya modern bir asker zanneder. İşte bu noktada, kaotik bir ortamda gerçekten bu kimlikleri samimi bir şekilde üzerine giyen insanları ayırmamız gerekir. İşler gerçekten çığırından çıktığında ortada kendini bu oyuna kaptırmış kişilerden (ve dönüşü imkânsız yalanlar söylemiş yalancılardan) başka kimse kalmayacaktır.

Bu bakımdan, hem her türlü özgürlüğe sahip olayım, hem de lüksümden en ufak ödün vermeyeyim diyen kişinin sisteme öfkesi, “İstiyorum, çünkü istiyorum!” diye ağlayan çocuğun zırıltısından pek de farklı değildir; ama durum bu kaymak tabakanın saçma direnişi kadar basit değildir. Dışarıdan dayatılan bir şey olarak “içsel arzu”, dış mahrem olmasına rağmen bizim içsel bir tarafımızı dürter. Bizim adımızı koyanın ahlakı bizi kendi adımızla çağırır. Bu çağırma sayesinde özne oluruz ve bu ad bize açıkça dışarıdan dayatılmıştır; yapılan bu çağrı asla susmadan, dinsel-ideolojik bir tınıyla bizi çağırmaya devam edecektir. Hatta dışarıdan dayatılan bir şey olarak “ad” seçilirken bile bize, bizi o organik yığının parçası yapacak “seçim” dayatılır. Aynı sebepten seçimlerimi kendim yapıyormuşçasına, kibirli bir jestle üstlenmek zorunda bırakılırım.

Burada Althusser’in Devletin İdeolojik Aygıtları tezini anmamak olmayacaktır: Devletin siyasal ideolojik aygıtı ve devletin siyasal aygıtları ayrı şeylerdir; siyasal partiler ideolojik bir kurguya dayandırılarak kurulurlar. Bunun dışında kalan partiler ise zaten yasadışı hâle gelmişlerdir. Bu yapı genellikle bir sınıfın egemen siyasetini hayata geçirmek için vardır. Bu sebeple, tüm (yasal) siyasi partilerin arasından istediğimi “özgürce” seçebilirim.

Burada altyapı, üstyapıyı etkiler ve belirler. Fakat üstyapı, altyapıyı kendisini tekrar tekrar üretecek şekilde tasarlar ve üretir; yani ideoloji ve daha sonra −kendileri seçmiş gibi− üstlenecekleri seçim jesti dayatılır. Bu bakımdan asıl mesele ideolojinin ötesindedir. Onun temellendiği yer üretim ilişkilerindeki kurmacadır, yani tüm ideolojik kurgudan hortlayan Gerçek durumdur, fakat çoğunlukla suçlanan ve horlanan tamamen alakasız bir unsur olur.

Dahası bu üstümüze yapışan kimlik, kendimizi ifade ettiğimiz sözde kimliği (ve bizi de) gülünç bir pozisyona düşürür. Öyle sanıyorum ki buna en güzel örnek Umut Sarıkaya’nın Aytek’idir: Ailenin tüm o fantazmatik, batılı kurgusu, biyolojik verili olan tarafından sürekli yerle bir olur. Ailesi Aytek’e ne dinletirse dinletsin, ona nasıl eğitim verirse versin; Aytek, beyaz yakalı kurguyu delip geçen, anne ve babanın nereden geldiklerini onların yüzüne vuran gerçeğin patlamasıdır; çocuk (yani Aytek) ailenin bilinçdışıdır ve kontrol edemedikleri bir uzuvları gibi, onların asıl arzularını devamlı işaret eder. Ego simgesel yasanın imgesel yanlış tanınışına direnir. Bu sebeple ego idealinin peşinden koştukça, suçluluğa mahkûm hâle gelirim. Oysa Aytek’in ailesi bu kibirli kurgunun devamlı yerle bir oluşunun suçluluğuna mahkûmdur. Burada Uygarlığın Huzursuzluğu, yerini “uygarlaşamamanın cezası”na bırakır. Sözde uygar grup artık yalnızca bu uyuşmazlığın değil, bu kurguyla uyuşamamanın cezasıyla, ilksel arzuya-etiğe ihanetin bedelini öder: Kurgunun tam ortasında, birinin yüzüne gerçeği vururken, suçlu her zaman kurguyu bozan olur. Diğerinin yalanı kurgularken, ya da ona kapılırken aslan bir kabahati yoktur. Kurgunun zaten çoktan yıkıldığını, hatta yıkılmak için kurgulanmak haricinde bir amacı olmadığını anlamak için saçma sapan bir ön-varsayımla, onu görür görmez sorgusuzca sevemeye atıldığımız bir golden retriever tarafından ısırılmaya ihtiyacımız vardır.

Yazar: Serhat Yenisan

Düşünbil Portal’da yayımlanan, Düşünbil yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır.
Düşünbil Portal’da yayınlanan tüm özgün yazıların içeriğinden yazarları sorumludur.


Paylaş
Exit mobile version