Bir çocuk olarak ölümlülüğümle yüzleşmek korkunçtu. Şimdi ise tam zamanı.
Bu makale, bireysel dini geleneklerin ölümün kaçınılmazlığını nasıl yorumladığı ve karşıladığı üzerine 12 din âlimi ve pratisyen yazar tarafından yürütülen aylık röportaj serisinin başlangıcıdır.
Genç bir oğlan çocuğuyken masumane bir başkaldırıyla, anneme bir gün öleceğim için hiç doğmamış olmayı dilediğimi söylediğimi çok net anımsıyorum. Onun verdiği cevabı hatırlayamıyorum ama bunun onu endişelendirdiğinden ve canını sıktığından eminim. Ben ise hüsrana uğramıştım, sinirliydim ve korkuyordum. İnsanların öldüklerini bilmek, bir gün benim de onların arasında olacağımı, bir gün benim de öleceğimi aniden anlamama neden olmuştu. Keşke hiç olmasaydı dediğim bir aydınlanmaydı bu. “Bunu ben istemedim. Bana kim bu korkunç oyunu oynuyor?” diye düşündüğümü anımsıyorum.
Farkına vardığım şey tuhaftı ama ben yaşamaktan memnun, güneşin sıcaklığını esmer tenimde hisseden, çocuklarla sokakta oynayan, dondurma yiyen, doğum günleri kutlayan, annem ve ablamın bana gösterdiği koşulsuz sevgiden zevk alan bir çocuktum. Bir gün hepsi elimden alınıp sonsuza kadar yok olacakken ne diye bu kadar neşe ve sevgiyle kuşatılmıştım ki? “Yok olmanın” bir daha asla var olmamak anlamına geldiğinin de bilincindeydim. Bitti! Finito! Bu bana tamamen anlamsız geliyordu.
Öleceğim gerçeğini evrensel boyutta önemsiz gördüm. Bunu aklımdan çıkaramıyordum. O genç yaşımda bile sınırlılığımın ağırlığını hissetmeye başlamıştım. İstesem de bunu düşünmeden edemiyordum. Ölüm artık çok yakınımdaydı.
Dehşet verici bir şeydi. Düşünmeksizin sahip olunan uzun ömürlülük, sağlamlık ve ukala özgüveni hissiyatı karşısında yalnızca bir çocuktum ve bütün bunlar korkutucu bir gerçekliğe dönüşmüştü. Çocuksu mutlak kudretim çökmüş, beni sonsuz bir derinlikle karşı karşıya bırakmıştı. Ölümün soyut gerçekliği kişisel bir şeye dönüştü. Tek bir anın, bir sonraki nefesin, bir kez daha göz kırpacağımın, anneme sonraki sarılışımın ya da ablamla çatışmamın bile garantisinin olmadığını fark etmeye başlamıştım.
Ben yaş aldıkça bu varoluş endişesi de benimle kalmaya devam etti. Burada olduğumuza dair herhangi bir açıklama olmadan vücut bulmamızın nedeni neydi? Tanrı var mıydı yok muydu merak ediyordum. Evrenin bizim ona yüklediğimiz anlamı dışında bir anlamı var mıydı? Ruhumuz ölümlü müydü? Ölümden sonra keşfedilecek şeyler var mıydı yoksa ölüm varoluşumuzun son anlamsız anı mıydı? “Ümitsiz bir ölümün bilinçli kesinliğine” dair yazılar yazan Cezayir kökenli Fransız Albert Camus gibiydim.
Yetişkinliğe ulaştığımda da bu esrarengizliğin şiddeti azalmamış, duraklamamıştı. 17. Yüzyıl düşünürü Blaise Pascal gibi anlamsızlığın sonsuzluğunda sıkışmış hissettiğim zamanlar oluyordu. Pascal, yarım kalmış eseri Düşünceler’de (1) şöyle yazmıştır: “Önce ve sonrasında bir ebediyetin içine çekilen hayatımın kısa bir bölümünü, hakkında hiçbir şey bilmediğim ve benden haberi olmayan sonsuz enginlik içinde kaybolduğum küçük alanı göz önüne alınca dehşete kapılıyorum. Bu sonsuz alanların ebedi sessizliği beni telaşlandırıyor. Neden başka bir yerde olmaktansa burada ve başka bir zamanda olmaktansa şu anda olduğumu merak ediyorum. Beni buraya kim koydu? Bu yer ve zaman kimin emri ve tasarımı ile yazıldı alnıma?”
Ölüm gerçeği musallat gibi bir şey. Bana sürekli dadanır, yaptığım her şeye bulaşır. Uyurken yastığımın altındadır, bir sınıftan diğerine yürürken yanımda dolanır, kalbimin her atışında araya girer, her gece çocuklarıma “seni seviyorum” derken bilincimi zorlar, vermeye devam ettiğim pek çok sözün tutulamayacağını temin eder, gitmem gereken randevuları tehdit eder. Bu musallat hissine Harvard profesörü Cornel West’in verdiği isim, “ölüm ürpertisi”. Ölüm karşısındaki bu “ürperti” için West, “Evet, korku ve dehşet söz konusu ama kafa karışıklığı da öyle. Keşif duygusu da. Yok oluş sizi hangi noktada ele geçirecek? Kendi bilincinizden yoksun kalmak ne anlama geliyor? Ölüme daima kışkırtıcı derecede yakın olduğumuz fikriyle nasıl yaşıyoruz? Aradaki köprü her an çökebilir” diyor.
Ürpermeye devam ediyorum. Yine de ölüm gerçeğiyle yüzleşmenin varlığımızı, hayatımızı farklı biçimde görmek adına bizi ters yöne sürükleyen bir yanı da var. Martin Heidegger’in “ölüme-doğru-varlık” (2) kavramına kafa yoran bilim insanı Mark Ralkowski bu konuda şunları yazmıştır: “Nadir anlarda, günlük hayatımızın alışılagelmiş önemi ve anlamından yoksun kalmasına neden olup sükûnetini bozan kaygıAngst) (3) deneyimiyle kendimize dönebiliriz. İşte bu anlarda, projelerimiz, bağlılıklarımız artık bize hiçbir anlam ifade etmez ve kendimizi ‘onlar’ ya da ‘kalabalık’ anlamlarına gelebilen das Man (4) tarafından bize buyurulan rollere adadığımızı görürüz.”
Öğrencilerimin, hayatlarının kısa bir bölümünü göz önünde bulundurmaları için o “nadir anları” deneyimlemesini istiyorum. Birlikte geçirdiğimiz zamanı farklı bir şekilde düşünmelerini, hayatlarını başka bir şekilde değerlendirmelerini sağlamak için öğrencilerime hepimizin er ya da geç bir noktada çürüyen cesetler olacağını hatırlatmaya gayret ediyorum. Bunu muhteşem bir dengeleyici olarak açıklayabilirim. Her ne kadar akıllı, zeki, varlıklı, güzel ya da fit olursak olalım; tıp fakültesine (MCAT) veya hukuk fakültesine (LSAT) kabul sınavımızın ya da not ortalamamızın (G.P.A.) puanları ne kadar iyi olursa olsun; dini ya da siyasi yönelimimiz ne olursa olsun hepimiz can vereceğiz.
Bunu duyduktan sonra genellikle öğrencilerden çıt çıkmaz. Bir şeyin neşemize, şüphesiz ve kolektif mutluluğumuza, “süreklilik” hissimize dadandığı fark edilir bir anda. Bu çok aşikârdır. Her ne kadar perdeyi aralamaya karar versem de bedensel bozukluk ve çürüklüğümüzle gelen kolektif sınırlılığımızın şiddeti bana vurmaya devam ediyor. Ölümün arka planda hayatlarımıza musallat olan, konuşulmayan gerçekliği bedenimi sarsıyor; kendim, öğrencilerim ve insanlık adına yas tutuyorum.
Gerçi bir netlik de ortaya çıkıyor. Öğrencilerimle ben birbirimizi muhtemelen daha en baştan beri farklı görüyoruz. Artık sadece öğrenci ve profesör değil, açık bir nihai anlamı olmayan bir evrende doğduğumuz an itibariyle ölmeye başlayan kırılgan yaratıklar ve gizemli canlılarız. Bir sınıf arkadaşının yanına oturmak gibi önceden sıradan kabul edilen bir şey bile tarifsiz bir değer kazanıyor. Bu ortak anlayış, kırılganlık ve kolektif kaderin karşılıklı tanınması, birlikte geçirdiğimiz zamanı daha da neşeli ve kıymetli hale getiriyor.
Bu “ölüm ürpertisi” hayatımın bir noktasında geçecek mi emin değilim. Var olma durumumu ya da ölmem gerektiği olgusunu anlamaya da çok yaklaşmış sayılmam. Gerekli ayara, yani kabulün tesellisine ulaşabileceğimi de sanmıyorum. Ludwig Wittgenstein, “Tractatus Logico-Philosophicus” isimli kitabında “Gizemli olan dünyadaki şeylerin nasıl olduğu değil, varlığıdır” demişti. Wittgenstein varlığımızla ilgili bir şeyin dile getirilmesine ön ayak oluyor: Varoluşumuz ve ölecek olmamız oldukça esrarengiz. Yaşam da ölüm de ürpertiye neden olan ve birbirlerine ayrılmaz bağlarla bağlı şeyler. Ürperti ve esrarengizlik mutlak gerçeklerin ötesini işaret ediyor. En azından benim için ruhumu esir alan jestler ve ötenin izleri olarak görünüyorlar.
Yani er ya da geç öleceğim. Bunun gerçekleşeceğinden eminim. Bu makaleyi şu andan 100 yıl sonra okuyorsanız artık yaşamıyorum demektir. Bana verilen yaşam hediyesinin hesabını kapamış olacağım. Ölüm bizim ortak yazgımızdır. Çoğumuz bu konuda konuşmaktan, bununla yüzleşmekten korksak, var olmamaktan dolayı dehşete düşsek de kaderimizle, o son randevuyla yüzleşmeliyiz. Doğrusu ölüm kavramı felsefi ve teolojik dini düşüncede derin ve daimî bir temadır; herkesin bilmek istediği şeylerden biridir. Filozof Todd May’in de yazdığı gibi; “Elbette, çoğu din ölmeyeceğimizi iddia etmez. Öte yandan pek çok dinde gerçekten ölmeyeceğimize dair belirli bir hissiyat hâkimdir.”
Bu keşif ruhuyla her ay son derece yetkin 12 akademisyen, filozof ve öğretmenle Hinduizm, Budizm, İslam, Hristiyanlık, Zerdüştlük, Musevilik ve benzeri meslekler ve dinlerden kişilerle ölümün ne anlama geldiği hakkında röportajlar yapacağım. Soracağım sorular arasında şunlar olacak: Ölüm nedir? Neden ölümden korkarız? Ölüm bir son mudur? Ruhlarımız ölümlü müdür? Hayatlarımızı nasıl yaşamamız gerekeceği hususunda ölüm nasıl bir rol oynuyor?
Amaç bu hiç bitmeyen sorulara mutlak cevaplar bulmak değil, öğrencilerimle sınıfta yapmaya çalıştığımız gibi çoğumuzun kaçınmak istediği bir gerçeği tartışmak veya kendimizi biraz da olsa bu gerçeğe yaklaştırmaktır.
Dipnotlar:
(1). Pensées. (ç. n.)
(2). “Kendinde olanakların tamlığını yakalayan Varlığın sonu, ölümdür. Ölüm ise, Dasein için olanaklarını sınırlayan ve belirleyendir. Dasein’ın karakteri olarak ölüm, existentiell Varlığının-ölüme-doğru olması demektir.” Çüçen, A. K. (2003). Heidegger’de Varlık ve Zaman. Bursa: Asa. (ç. n.)
(3). Kaygı, endişe, korku. (ç. n.)
(4). “Olağan gündelik yaşamında otantik olmayan Dasein, ‘Onlar’ (They veya Das Man) ya da ‘halk’ olarak alışkanlıklar ve geleneklerin etkisi altında kalır. Olağan gündelik yaşamında Dasein’ın varlığı ‘diğerleri’ tarafından belirlenir.” Çüçen, A. K. (2003). Heidegger’de Varlık ve Zaman. Bursa: Asa. (ç. n.)
©® Düşünbil (2021)
Yazar: George Yancy
Çeviren: Feyza Nur Okut
Çeviri Editörü: Onur Demir
Kaynak: nytimes.com