Arendt, kötülüğün sıradanlaşması üzerine olan tezinde, ahlaki sorumluluk temellerinin yeniden sorgulanmasını talep etmiştir.
Bundan elli yıl önce, Hannah Arendt, yahudi soykırımının öncülerinden olan Adolf Ecihmann’ın yargılanmasının bitimine tanık oldu. Arendt’in, bu yargılanma süreci esnasında öne sürdüğü “kötülüğün sıradanlığı” sözü ise, o günden bu yana entelektüel bir klişe haline geldi. Peki Arendt bu sözüyle ne kastediyordu?
Arendt, kesinlikle kötülüğün sıradanlaştığını veya Eichmann ve suç ortağı Nazilerin sıradan bir suç işlediklerini kastetmiyordu. Hatta, ona göre, benzeri daha önce yaşanmış bile olsa, eşsiz ve olağan dışı bir suçtu bu. Bu sebeple hukuki yargılanmanın yeni bir yaklaşımla yapılması gerekmekteydi.
Arendt’in hukuki yargılanma süreciyle ilgili altını çizdiği iki zorluk bulunuyordu. Bunun yanında bir eleştirisi de ahlak felsefesi hakkındaydı. İlk sorun niyetle ilgiliydi. Eichmann’ın, yaptıklarından dolayı suçlu bulunması için soykırım işleme niyeti olduğunun kanıtlanması zorunlu muydu? Ona göre, Eichmann, işlediği suç hakkında düşünmediğinden “niyeti” eksik olabilirdi. Eichmann’ın bilinçsiz bir eylemde bulunduğunu düşünmüyordu, ancak “düşünme” kavramının daha rasyonel uygulamaların yansımasında kullanılması gerektiğinde ısrar ediyordu.
Arendt, nasyonel sosyalizmle, insanların politikalar güttüğü ancak alışıldık biçimde “niyet” sahibi olmadıkları yeni türde bir tarihi konunun ortaya çıkıp çıkmadığını merak ediyordu. Onun görüşüne göre “niyet” sahibi olmak, kişinin, eylemini ve sonuçlarını etraflıca düşünmesiydi; çünkü siyasi bir bireyin yaşamı ve düşünceleri, başka insanlarınkine bağlıdır. Bu yüzden, bu ilk aşamada, düşünmeme eyleminin kendisinin “sıradanlaşmasından” korkuyordu. Bu gerçek ise, sıradan olmanın aksine, eşsiz, sarsıcı ve yanlıştı.
Arendt, Eichmann’ın hakkında yazarak, Nazilerin işlediği soykırımın benzersiz yönlerini anlamaya çalışıyordu. Amacı İsrail’in kendine has durumunun temelini atmak değil; Yahudilerin yanı sıra Çingenelerin, eşcinsel insanların, komünistlerin, engellilerin ve hastaların yok edilmesini kabul eden, insanlığa karşı işlenmiş bu suçu anlamaktı. Düşünme eksikliği, aynı zamanda düşünmeyi olanaklı kılan gereklilikleri ve değerleri göz önünde bulundurma eksikliğidir. Bu yüzden, bütün bu toplulukların soykırımı ve tehciri sadece bu gruplara değil, insanlığın kendisine yapılan bir saldırıdır. Bu durumun bir sonucu olarak da, Arendt, Eichmann’ın yargılanma sürecinin, belirli bir ulus-devlet tarafından kendi halkı adına yürütülmesine karşı çıkmıştır.
Bu kritik dönemeçte, Arendt’in insanlık karşıtı suçları kavramsallaştırması ve onlara karşı hazırlanması, gerekli bir hal almıştı. Bu ise uluslararası hukukta yeni yapılandırmalara gitme zorunluluğunu beraberinde getiriyordu. Eğer insanlık karşıtı bir suç bir şekilde “sıradan” hale gelmişse, bunun sebebi tamamen, yeterli biçimde adı konmamış ve karşı durulmamış bu suçun sistematik biçimde her gün işlenmesiydi. Bir bakıma, Arendt, insanlık karşıtı bir suça “sıradan” diyerek, bu suçun suçlular tarafından benimsendiğine, rutinleştirildiğine, ahlaken tiksinti ile siyaseten infiale ve karşı koyuşa uğramadan uygulandığına dikkati çekmeye çalışıyordu.
Eğer Arendt, Nazi suçlarının anlaşılıp yargılanması görevinde, niyet ve ulusal ceza mahkemeleri kavramlarının yetersiz kaldığı fikrindeyse, bunun sebebi Nazizmin aynı zamanda düşünmeye karşı da saldırı gerçekleştirdiğini düşünmesiydi. Onun bu görüşü soykırım hükmünün verilmesinde felsefenin yerini ve rolünü bir anda artırmıştı. O da, açık uçlu çoğul küresel kitlelerin düşüncelerini ve haklarını yıkıma karşı koruyacağına inandığı, siyasi ve hukuki yeni yansıma yöntemleri aradı.
Düşünme eksikliği, bu denli – hayret edilecek kadar – sıradanlaşmıştı. Hatta bir noktada, düşünme eksikliği, Eichmann’ın işlediği suçun ta kendisiydi. Bu, ilk bakışımızda onun korkunç suçlarını tarif etmek için çok kötü bir yol gibi görünebilir. Oysa Arendt için, düşünmemenin sonuçları soykırıma yol açar, veya en azından yol açabilir.
Tabii ki, görünüşte bu denli saf bir iddiaya karşı ilk tepki Arendt’in düşünmenin gücünü abarttığı yönünde olabilir. Bunun haricinde, çeşitli fikir tarzlarıyla, homurdanmayla ve bu isimle giden sessiz gevezelikle örtüşmeyen, fazlasıyla normatif bir düşünce yapısına tutunduğu da söylenebilir.
Hakikaten, Eichmann’a ettiği ithamı, gerçek düşüncenin kaybolduğu tarihsel dünyadaki insanların da ötesine erişti. Bunun sonucu olarak da insanlığa karşı işlenen suçlar fazlasıyla “düşünülebilir” hale geldi. Düşünmenin yozlaşması, kitlelerin sistematik kıyımıyla el ele vererek ilerlemişti.
Arendt, Eichmann’ın en büyük suçunun düşünme eksikliği olduğuna yoğunlaşmış olsa da, İsrail mahkemelerinin de yeterince iyi düşünmediğine açıkça kanaat getirmiş ve sürecin ilerleyişini düzeltebilecek çeşitli önerilerde bulunmuştur. Arendt, yargılamanın sonucunda Eichmann’ın idam edilmesi yönünde verilen hükme katılıyor olsa bile, davada ortaya konan muhakemeyle ve davanın görülmesiyle ilgili kaygıları vardı. Davanın, Eichmann’ın da gerçekleştirdiği, soykırım politikasına neden olan hareketlere odaklanması gerektiğini düşünüyordu.
Kendinden önceki hukuk filozofu Yosal Rogat gibi, Arendt de anti-semitizm tarihinin, hatta Almanya’daki anti-semitizmin özgüllüğünün yargılanabileceğini düşünmüyordu. Eichmann’a yapılan günah keçisi muamelesine karşı çıkarak, İsrail’in, bu davayı kendi hukuki otoritesini ve milli ülküsünü temellendirip meşru kılmak için bir araç olarak kullandığı yönünde eleştiride bulundu. Duruşmaların Eichmann’ın kendisini ve eylemlerini kavramada yetersiz kaldığını düşünüyordu. Onun, nazizmin ve tüm Nazilerin simgesi, veya büyük bir patolojik birey olduğu düşünülmekteydi. Görünüşe göre savcılar için bu iki görüşün çelişkili oluşunun bir önemi yoktu. Arendt davanın, toplu suç fikri ve geçmişteki diktatörlük altındaki ahlaki sorumluluklar konusundaki zorlukların daha kapsamlı yansıması hakkında eleştiri gerektirdiğini düşünüyordu. Eichmann’ı pozitif hukukun ciddiyetini korumadaki eksikliği, yani, hukukun gereklilikleriyle ona empoze edilen politikayı birbirinden ayıramaması konusunda suçluyordu. Bir başka deyişle, itaat ettiği, hassas dengeleri koruyamadığı veya düşünmeyi beceremediği için kabahatliydi.
Ayrıca bunun da ötesinde, düşünmenin kişiyi, soykırım amaçlarıyla bölünemeyecek veya yok edilemeyecek bir sosyalliğe veya çoğulluğa yönelteceğinin farkına varamayışında suçlu buluyor Eichmann’ı. Ona göre düşünen hiçbir varlık soykırım işlemeyi düşünüp gerçekleştiremez. Eichmann’ın durumunda olduğu gibi, kişinin soykırım politikası geliştirip gütme düşünceleri olabilir, ancak Arendt’e göre bu hesaplamalara düşünmek denilemez. Çoğulluğa olan bağından da anlaşılacağı üzere, insan hayatının çoğulluğunun bir kısmını yok etmenin bir kişinin sadece kendisini değil, düşünmenin de birçok şartını yok edeceği göz önünde bulundurulduğunda düşünmenin, her “ben” düşüncesinin, nasıl “biz”i ifade ettiğini sorabiliriz.
Birçok soru mevcut: düşünmek psikolojik bir süreç olarak mı anlaşılmalıdır, yoksa düzgünce ifade edilebilecek bir şey midir? Yoksa, Arendt’in anlayışında, düşünmek her zaman, normatif bir pratik olarak da gösterilebilecek bir çeşit yargılama alıştırması mıdır? Eğer “ben”, “biz”in parçası olduğunu düşünüyorsa ve düşünen bir “ben” kendini “biz”i sürdürmeye adadıysa, “ben” ile “biz” arasındaki ilişkiyi nasıl anlarız? Ayrıca, düşünmek, siyaseti yöneten normlar ve özellikle de pozitif hukukla hassas ilişki açısından hangi belli göstergeleri işaret eder?
Arendt’in Eichmann hakkındaki kitabı bir hayli kavgacıdır. Ancak, sadece İsrail mahkemelerini ve Eichmann’ın idamı hükmüne nasıl karar verildiğini ele almadığını belirtmek gerek. Eichmann’ın tehlikeli birtakım kurallar geliştirip onlara uymasını da eleştirmektedir.
Eichmann’la ilgili kitabının retorik özelliklerinden bir tanesi ise Arendt’in Eichmann’la sık sık kavgaya tutuşmasıdır. Davayı ve adamı genellikle üçüncü kişi olarak anlatır, ancak metinde kimi yerlerde doğrudan ona hitap eder. Örneğin, böyle bir an, Eichmann’ın, son çözümü uygulama sebebinin itaat olduğunu ve bu ahlaki algısına da Kant okuyarak ulaştığını açıkladığında yaşanır.
Bu durumun Arendt’in gözünde nasıl bir çifte kepazelik olduğunu tahmin edebiliriz. Son çözümün planlamasını yapıp emirlerini uygulamak yeterince kötüyken, Nazi otoritesine boyun eğişi dahil tüm hayatını Kant’ın öğretisine göre yaşadığını söylemek fazlaydı. Kantçılığın kendi versiyonunu açıklamak için “görev”den yardım aldı. “Görünüşte bu korkunç ve anlaşılmaz bir şeydi, hele ki Kant’ın ahlak felsefesi, körü körüne itaati reddeden yargı yetisiyle bu denli içli dışlıyken,” diyordu Arendt.
Eichmann, Kant’a bağlılığını söyleyerek kendisiyle çelişmektedir. Bir yandan, “Kant’la ilgili görüşümde demek istediğim, irademin ilkesi her zaman genel kuralların ilkelerine bağlıdır,” der. Yine de son çözümü yürütme görevi verildiğinde, Kant’ın görüşlerine göre yaşamaya ara verdiğini kabullenir. Kendisiyle ilgili tanımını Arendt şöyle aktarmaktadır: “artık ‘kendi eylemlerine hakim değildi’ ..ve ‘hiçbir şeyi değiştirebilecek durumda değildi.'”
Eichmann, bu şaşırtıcı açıklamasının orta yerinde, bu kesin buyruğu yeniden tanımlıyor. Ona göre, kişi, Führer’in onaylayacağı veya kendisinin bulunacağı eylemlerde bulunmalıydı. Arendt ise doğrudan ona seslenirmişçesine hemen şöyle bir cevap verir: “Kant, kesinlikle böyle bir şey söylemeye niyetli değildi; tam aksine, ona göre herkes başlattığı eylemin sahibiydi; kişi, ‘pratik aklını’ kullanarak hukukun olası ve var olan ilkelerini bulmuştur.”
Arendt, Eichmann’ın pratik aklı ile itaati arasındaki ayrımı, New York City’deki New School for Social Research’te Kant’ın siyaset felsefesi hakkında etkileyici derslerini vermeye başladıktan yedi yıl sonra, 1963 yılında Kudüs’te yapmıştır. Arendt’in sonraki çalışmalarının çoğunu bir açıdan anlayabiliyoruz. Eichmann ile uygun bir Kant okumasının genişletilmiş bir tartışması olarak irade, muhakeme ve sorumluluk hakkındaki çalışmaları, Kant’ı Nazi yorumlamasından kurtarmak ve eserlerinin kaynaklarını, korkunç bir kanunu ve faşist rejimi hiç eleştirilmeden destekleyen itaat fikrine tam anlamıyla karşı olduğuna dair seferber etmek için gösterdiği azimli çaba.
Birçok şeyin yanında, Alman kültüründe ve düşüncesinde nasyonel sosyalizm tohumlarını bulanlara karşı Yahudi ve Alman felsefesi arasındaki ilişkiyi savunduğu için Arendt’in yaklaşımı birçok açıdan şaşırtıcıdır. Görüşleri bu açıdan, 20. yüzyılın başlarında Yahudilerin, kendilerini Filistin’e götürecek herhangi bir Siyonist projeye kıyasla Almanya’da daha büyük bir koruma ve kültürel aidiyet bulacaklarını trajik biçimde tartışan Hermann Cohen’i anımsatmaktadır.
Cohen, evrenselliğin, her iki ulus-devlete alternatif olabilecek uluslararası veya küresel modellerden ziyade Alman felsefesine ait olduğunu düşünmüştür. Arendt’te ise Cohen’in bu saflığı eksik kalmış ve ulus-devletlere karşı önemli bir eleştiri gütmüştür. Cohen’in yeni toplum ve siyaset felsefesi projesini yeniden yapılandırmıştır. Çağdaş toplum ve siyaset felsefesini Eichmann’ı ve ekibini durdurabilecek, Kudüs’te gördüğünden daha farklı bir duruşma ortaya çıkarabilecek ve kendisiyle beraber New York’a taşıdığı Alman-Yahudi felsefi uğraşını kurtarabilecek şekilde Kant’ın tarafında gerçek anlamıyla yer almış, veyahut onu doğru biçimde yeniden tanımlamıştır. Ona göre, yıkıcı ve önemli olan şey düşünmeye karşı saldırının sıradanlaşmasıydı. Bize göre, Arendt’in milyonlarca hayatı kurtarabileceği, sadece felsefenin yönündeki kanısı kuşkusuz dikkate değerdir.
Yazar: Judith Butler
Çeviren: Toygar Akın
Kaynak: The Guardian
Düşünbil Portal’da yayımlanan, Düşünbil yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır.