“Din ve otorite arasındaki uzun süreli ittifak, otorite kavramının özünde dini bir doğası olduğunu kanıtlamaz,” diye yazıyor Hannah Arendt 1953 yılında. Bu, Fransa ve Amerika’daki 18. yüzyıl devrimcilerinin kafasını karıştıran problemi iyi bilen Arendt için yapması cesur bir yorumdu. Avrupa mutlakiyetçiliğine ve kralların ilahi haklarına karşı ayaklanan modern demokrasisin kurucuları, yeni beden politikası için dinsel bir yaptırımda bulunmamanın yazılı anayasaları otoriteden yoksun bırakacağından ve siyasi özgürlük için olan mücadelelerinin boşa gideceğinden korktular. Arendt, Devrim Üzerine isimli kitabında, kişinin elinden alınamayacak haklara ve yeni çağın anayasal deklarasyonlarını kesintiye uğratan halkın egemen iradesine yapılan teolojik veya gizli-teolojik referanslara dikkat çekerek bu ikilemin sonuçlarını belgeliyor.
Arendt, Amerika’nın en saygı duyulan siyaset filozoflarından biri olmak üzere 1941’de Avrupa’dan kaçan seküler bir Yahudi asıllı Almandı. Yaşamayı seçtiği ülke dışında en çok Adolf Eichmann’ın yargılanması üzerine yazdığı kitabının düşündürücü alt başlığıyla [Kötülüğün Sıradanlığı Üstüne Bir Çalışma] bilinen Arendt, Yahudi sorunuyla dini anlamda değil siyasi anlamda ilgilendi. Filistin’de bir Yahudi vatanı kurulması için olan akımı destekledi ve Yahudilerin kurban olarak gösterilen yüzlerce yıllık imajını değiştirmeyi umuyordu; hatta İtilaf Devletleri’nin yanında savaşması için bir Yahudi ordusunun oluşturulması çağrısında bulundu. Ancak aynı zamanda “Yahudi Devleti” fikrine şiddetle karşıydı ve Kutsal Topraklar’daki Yahudi yerleşiminin dini uygulamalarına az ilgi gösterdi. Bunun yerine, Yahudilerin ve Arapların siyasi bütünleşmesine dayanan çift uluslu bir çözümü savundu.
Arendt, Siyonist nasyonalizme karşıydı çünkü Yahudilerin kaçmış olduğu “ırkçı şovenizmin” aynısını yaptığına inanıyordu. Ona göre, tıpkı 18. yüzyıl devrimcilerinin dini yaptırımlara başvurması gibi, etnik ya da dini devlet anlayışına geri dönülmesi, pasifliği ve kamusal yaşamdan dışlanmayı reddedip aşkınlık garantisi olmayan seküler özgürlüğün zorluğuyla [kaygının neden olduğu boşluk hissi] karşılaştıklarında bütün siyasi aktörlerin ortak dürtüsüydü.
Yahudilerde eksik olan ve siyasi özgürlüğün sunduğu şey dünyevilikti. Arendt’e göre dünyevilik, ayrı bireyler arasında olan, farklı bakış açılarına göre kendini farklı şekilde gösteren ve sadece bu bakış açıları paylaşıldığında ya da fikir alışverişi yapıldığında üç boyutlu bir gerçeklik ortaya çıkaran, insanların kültürel ve maddesel dünyaya hissettiği bağlılıktır. İnsanlar; dünyayı onun hakkında konuşacak, ortak endişelerinin konusu haline getirecek ve kendi ömürlerinin ötesinde onun korunmasını sağlayacak kadar önemsediğinde “dünyevi”dirler. Arendt’e göre, kamusal alanda bir araya toplanarak dünyanın ortak alanını oluşturanlar siyasi aktörler olduğundan, siyaset dünyeviliğin tipik bir ifadesiydi. “Dünyada birbiriyle herhangi bir özel ilişki içinde olan ne kadar çok insan varsa, onlar arasında olabilecek bir o kadar çok dünya vardır ve bu dünya daha büyük, zengin olacaktır,” diye yazmıştı Arendt.
Arendt, her ne kadar fani doğa ve kalıcı dünya arasındaki ayrımı tartışmalı bir şekilde bazen yazmış olsa da, düşüncesindeki daha kayda değer zıtlık dünya ve benlik arasındadır. Kapitalist modernitenin ayırt edici bir özelliği olan kendiyle meşgul olma, içlerindeki değil ayrı benlikler arasında var olan ortak dünyadan kopmaktır. “Kişisel çıkar benlikle ilgilenir ve ölümlülüğün insanlık durumu yüzünden, benlik uzun vadedeki çıkarları – örneğin üzerinde oturanları hayatta tutan bir dünya çıkarı – hesaba katamaz,” diye vurgulamıştı. Arendt, bu dünyanın sadece insan yapımı eserlerden ibaret olmadığını, aynı zamanda insanların bağımlı olduğu doğal dünyanın da olduğunu anlamıştı. Modern yaşamın değişkenliği, belirsizliği ve her şeye tüketilebilir bir kaynak olarak bakılması konusuna gelirsek, dünyanın iki yönlü kayboluşu [doğanın kayboluşu ve insan zekâsının kayboluşu] korkusunu ifade etmişti.
Arendt, İnsanlık Durumu kitabında, yüzyıllar boyunca parlayacak kadar olağanüstü anıtlar ve anlaşmalar yapmaya can atarak tanrıların bitmek bilmeyen saltanatları ve doğanın sonsuz akıntısıyla yarışan Antik Yunan vatandaşlarının dünyeviliğini not düşmüştü. Özgürlük için kaçmayı deneyerek ölümü göze almaya niyeti olmayan kölenin yaşama sevgisini [philopsychia] küçümseyen tutum, hayatı kutsal ve potansiyel olarak ölümsüz, insan yapımı dünyayı yozlaşmış, kutsal olmayan ve fani olarak gören Hıristiyan kilisesi tarafından altüst edildi.
Hıristiyanlık her ne kadar yaşamın ve dünyanın klasik hiyerarşisini tersine çevirdiyse ve bunu yaparak, modernitenin “dünya yabancılaşmasına” uygun ortamı hazırladıysa da, Arendt hiçbir şekilde dini düşünceye düşman değildi. Örneğin Arendt’in 4. yüzyıl teologu St. Augustine’in siyaset felsefesi olarak tanımladığı felsefede; “yeni ve beklenmedik bir şeye başlama yeteneği olan özgürlük, sadece doğumun yüceliği sayesinde mümkündür çünkü dünyaya her yeni gelen, kimse yokken gelen mutlak bir başlangıçtır (Augustine)” paha biçilemez iç görüsünü bulmuştur. Ve Nasıralı İsa’nın bağışlamanın gücüne olan inancında bağışlama yolunda mantıklı bir açıklama gördü; suç ve intikamın öngürülebilir nedensellik zincirine son verip eylemi tepkinin yerine koyar ve bunu yaparken de yeni bir şeye başlamaları için insanların çıplak [hayat] kapasitelerini örnekler. Arendt, bunun düzenli bir şekilde meydana gelen sonsuz olanaksızlık olduğunu iddia etmişti. Eylem, diye yazmıştı, insanın mucizevi şekilde işleyen yegâne etkinliğidir.
Aynı zamanda Arendt, Nazizmin ve Bolşevizmin gösterdiği üzere ideolojik köktendincilik, modern dini inanca göre uygarlık için çok daha fazla tehdit unsuru olduğundan, modern dini inancı ideolojik köktendincilikten ayırmaya istekliydi. Arendt, 17. yüzyıl bilimsel devriminin sadece seküler bir dünya anlayışının yolunu aydınlatmakla kalmayıp aynı zamanda dini kanaatleri imandan [faith] inanca [belief] dönüştürdüğünü savunur. Bilim insanları, ‘şeylerin’ görünüşlerinin gerçekliklerini yansıtmayabileceğini kanıtlamaya başladığında (örneğin Dünya Güneş’in etrafından döner ve bu durum duyular için zıttır), hem doğal hem tanrısal vahiye olan iman yıkıldı. Arendt bu noktadan yola çıkarak, inançsızlığın da inançta olduğu gibi kendinden doğan seküler şüphe duygusunu içinde taşıdığını, gerçek “imanın” sadece aptallar ve ilkellikler kisvesi altında hayatta kalabildiğini ileri sürer (örneğin Dostoyevski’nin Budala kitabında ifade edilen gibi).
Bu nedenle modern inanan, şüphe ve inanç arasındaki çözümlenemez gerilimin yükü altındadır ve bu gerilime karşı dürüst olmak bütünlüğün göstergesidir. Ancak Arendt, ideolojik bir fanatiğin mantığında böylesine bir çatışma görmedi ve bu nedenle bazı tembel sosyologlar tarafından sunulan, komünizm gibi bir siyasi ideolojinin seküler bir din olarak kabul edilebileceği fikriyle alay etti. Siyasi ideolojilerin taraftarları, ateistlerin ve inananların aksine sorular sormamak üzere eğitiliyorlar. “Teoloji, insana sorular soran ve aklın ötesinde bir şeye inanması beklense bile aklı uzlaşmaya ihtiyaç duyan akıllı bir varlık olarak davranıyor” diye açıklıyor Arendt. Irk üstünlüğü ya da tarihsel zorunluluk ideolojisi, bunun tam aksine “insana, sanki tanrı vergisi bir bilinç bahşedilen düşen bir taşmış gibi davranıyor ve bu nedenle düşerken Newton’un yer çekimi kanununu gözlemleme kapasitesine sahipmiş gibi görülüyor.”
Arendt’e göre insan dünyeviliğinin kaynağı, soruların sorulması ve bakış açılarını çoğaltmak için bu soruların ortaya konmasıdır ve bu ister bilim insanının gerçeği, ister ibadet edenin imanı, ister ideoloğun dogması, hatta isterse sanatçının güzelliği olsun, mutlakiyetçiliğin her türü, düşen bir taşın kuvvetiyle olan diyaloğa izin vermemeye çabaladığında buna bir tehdit oluşturur.
Arendt, gerçeklik ve güzellik sevgisinin siyasi yargı tarafından ölçülü hale getirilmesini öneren Pericles’ı alıntılayarak, eğer en yüksek insani erdem farklı beğenilerin, seçimlerin ve bakış açılarının etkileşimine izin vermezse “barbar bir erdemsizliğe” dönüşebilir diye uyarmıştı. Örneğin Arendt’e göre özellikle bir politik beceri olan beğeni, ölçüsüz güzellik sevgisine bir sınır koyar. “Ona çok fazla yenik düşmeden güzellik dünyasını barbarlıktan çıkarır ve insalcıllaştırır”, ve bunu yaparak da “bir kültür yaratır”.
Arendt’in yorumlamasına göre hümanizm, bireyler ortaklıklarının keyfini çıkarmak adına bazı değerlerin ve çıkarların gerekliliklerinden kendilerini özgür bırakarak uzmanlaşmanın zorlayıcılığının üstesinden geldiğinde oluşan ruhu geliştiren, Cicero’nun dediği gibi “cultura anim”in bir ürünüdür. Ayrıca Arendt, dini yaptırımları ve intikam alan cezalandırıcı bir tanrı fikrini reddedip vatandaşlarını dünya konusunda süregelen bir konuşmaya dâhil eden siyasi topluluklar tarafından kontrol edilebilen otorite sorununu böyle tasavvur etmişti. Böyle yaparak da bu dünyaya ortak bir geçmişin ağırlığını ve kesinliğini, ortak geleceğin de karşılıklı sözünü verdiler ve bu, takdir ettikleri ve saygı duydukları otoriteye dönüştü.
Arendt’in siyasetin insancıllaştırıcı rolüne olan güveni bugün zorluk ve arayış sınavıyla karşı karşıya. Eğitim; ayrımcılık ve beğeni sanatının yetiştirilmesinden çok farklı olarak, hep belirsiz bir iş dünyasına giden her zaman özel bir yol haline gelmiştir ve hükûmetler, kontrolden çıkmış ekonomik sistemin teknokratik yönetimleri için otoritelerini riske atmışlardır. Piyasanın yasa dışı oluşu Britanya’nın şehirli gençlerinin şiddetli fırsatçılığına yansırsa şaşırmamamız gerekir. Ancak insani dünya olasılığı her yeni nesille birlikte canlandırılıp yeniden keşfedilirse de şaşırmamalıyız.
(Finn Bowring, Hannah Arendt: A Critical Introduction (Pluto, 2011) kitabının yazarıdır.)
Yazar: Finn Bowring
Çeviren: Tual Şekercigil
Kaynak: New Humanist
Düşünbil Portal’da yayımlanan, Düşünbil yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır.