Ruhsal sağlıktan bahsediyoruz. Ruhumuzun “bağışıklık sistemi” güçlü kaldığı sürece “sakatlanmalardan” korunarak sağlıklı kalabiliriz, ama zor ve bedeli var (1). Klasik bireysel terapi destekleriyle ruhsal sağlığa kavuşmayı denemenin dışında farklı bir yol daha var. Alman psikolog K. Holzkamp’ın (1927-1995) “Eleştirel Psikoloji” ekolüyle kısaca bakalım (2).
Hasta toplum hangisidir? Kronik kitlesel işsizlik üreten, geniş kitleleri yoksulluk ve açlık sınırının altında tutarken parayı onur ve haysiyetin tek simgesi yapan, hukuka güvenin yok olduğu, toplumsal yaşamın güvensizlik, öfke, duygu ve anlam karmaşası ürettiği, geleceği kurma güvencesi veremeyip yalnızca geçmişe öykünen toplumlar hastadır. Yalnızca bu kadar değil. Eğitimine güvenmeyen, kadını ve çalışanları kullanılıp atılacak bir eşya gibi gören, insanların kendilerine ve başkalarına yabancılaştığı, yalnızlaştığı (3), bencilliğin sıradan bir kişilik özelliği olduğu, dayanışma duygusunun kaybolduğu, modern zamanlarda “öldürücü” geleneklerini bir türlü yenileyemeyen toplumlar da hasta toplumlardır. Mizahın yasaklandığı, ağlamanın gülmeye tercih edildiği, kadının gülmesinin edepsizlik sayıldığı, ayıpların arzuları tamamen hapsettiği toplumlar hastadır. Bizi hasta eden toplumu ve toplumsal ilişkileri değiştirmeden ruh sağlığımıza tamamen kavuşabilir miyiz? Hasta toplumun bize “bulaştırdığı”; düşünce, duygu ve davranışlarımızı yönlendiren dil alışkanlıklarımızın farkındaysak, hastalığı çok hırpalanmadan sürdürmek mümkündür. Başkalarının cebinde dolaşan elimize, cinselliği metalaştıran belimize, bizi uyuşturan ve uyutan dilimize bir parça hâkim olabiliyorsak umut var demektir. Farkında olmak gereklidir, fakat yeterli değildir.
İnsan nedir? Bir doğa varlığı ve toplumsal bir varlıktır. Bilinçli olarak kendine zarar vermek istemeyen, tek hücreliler gibi adeta bulduğu bir “ışık” boyunca ilerleyerek yön bulmak, bir yere varmak, vardığı yerde “genişleyerek” yer tutmak, kabul ve onay görmek isteyen toplumsal bir varlıktır. O halde toplum ona ışık tutmalı ve yer açmalıdır. İnsanın doğası toplum değiştikçe değişir. İnsanın tarihsel-toplumsal süreç boyunca değişen öznellikleri, her defasında kim olduğuna veya olmak istediğine işaret eden “öznellik durakları” vardır. Kendine zarar vermeksizin yoluna devam etmek isteyen insan korunmak ve toplumsal değer kazanmak için öznellikler geliştirir, öznellikler geliştirirken de diğer insanların korunmasını güçleştirebilir, onları değersizleştirebilir. Bireysel öznellik, gerektiğinde ortak nesnelliğe dönüşemezse, diğer insanları korumaksızın yalnızca kendini korumak için sakınmak, hem kendimizin hem de onların korunma yolunu daraltmak demektir. Işık tek başına bulunabilir, fakat birlikte korunursa ve herkesi aydınlatırsa sönmez.
Yaygın anlayışa göre “hasta” insan hangisidir? “Sağlıklı” olandan sapandır. Peki, “sağlıklı” saydığımız insan hangisidir? Yukarıda kısaca bahsettiğimiz toplumsal koşullara ve bu koşulları ayakta tutan düşüncelere ve anlam ilişkilerine “uyum” sağlayabilen, yaygın olarak “normal” saydığımız davranışlar gösteren insandır. Böylesi bir uyumu ve normalliği sağlıklı saymıyorsak, teşhis ve tedavinin öncelikli konusu psikolojikleştirilen özne değil, onun psikolojisini bozan içinde yaşadığı toplum ve ilişkilerdir. Doğalmış ve normalmiş gibi görünen düşünce ve edim “zorunluluklarımızı”, hangi koşullarda nasıl deneyimlediğimiz ve edindiğimizdir.
Nasıl farkına varacağız, sonra ne yapacağız? “Hasta” olarak kabul edilen insanlar, psikologların nesnesi değil, tedavi sürecinde onlarla birlikte, psikolojik “sorunlarını” araştıran ve anlamaya çalışan eşit değerde öznelerdir. İnsan kendisi başararak dikeldikçe kendine güvenir. Başarabilmek için niçin başarılamadığını anlamak ve koşullarıyla birlikte kavramak gerekir. Kendimizi “haklı” bularak yaptığımız her türlü “anormal” şeyin, nesnel dış dünyayla ilişkili olduğunu ve başka türlü davranmanın mümkün olduğunu kavramak, bizi böyle yapan koşullardan özgürleşmeye yönelmenin ilk adımıdır. Eleştirel psikologlar buna, öznenin, anlamlardan oluşan deneyimsel dünya tarafıyla kendi açısından “haklı” gerekçelerle kurduğu öznel ilişkiyi, “koşul-anlam çözümlemesiyle” yeniden çözümlemesi ve başka edim olanaklarının farkına varması diyorlar. Örneğin, bir “alkoliğin” içmek için kendince “haklı” nedenleri vardır. Bir psikolog ise alkol alarak sorunlardan kaçmanın uygun bir davranış olmadığını ve toplumsal bağımlılık ve güç ilişkilerini yalnızca pekiştirdiğini savunabilir. Fakat önemli olan; alkol bağımlılığı olan bir kişiyle yapılan bireysel görüşmelerde bu kişinin baştan psikologun aklında olan “içmeyi bırakmalısın” çözümünü hissetmemesi, psikologun onu kavrama sürecinin dışına çıkarmamasıdır. Terapi süreçlerinde sonuçta kendimizin koyduğu olarak hissettiğimiz “Başka bir ben olabilirim” tanısı, bireysel değişime ve iyileşmeye açılan ilk sağlam kapıdır: Olduğum gibi olmaya mahkûm değilim ve bunun asıl sorumlusu ben değilim.
“Başka bir ben” olabilme kapısının kapanmaması için ne yapacağız? Eleştirel psikologlar için sürdürülebilir çözüm; koşul-anlam çözümlemesiyle bu kapıyı keşfedenlerin bir araya gelerek kapının hep açık kalması için toplumsal koşulları değiştirmeye yönelmeleridir. Bir örnek verelim: Çocuğumuzu, öğretmenin önerisiyle, derslere odaklanamadığı için başarısız olduğu kanısıyla bir psikologa götürelim. Ana akım psikologları derse odaklanma sorunu olan bir öğrencinin bu “olumsuz” özelliğini “saptadıktan” sonra, öğrenciyi çevresel öğrenme etkenlerinden oldukça soyutlayarak genellikle öğrenci üzerinde odaklanırlar. Fakat örneğin, odaklanamama sorunu, büyük bir olasılıkla öğretmenin didaktik zayıflığından ve buna ek olarak yüklü bir müfredatı bir dönem içinde bitirmek zorunda olmasından kaynaklanıyor olabilir. Başka bir neden, anne-babanın öğrenciye karşı yeterince ilgi veya sevgi göstermiyor olması olabilir. Çalışan anne-babaya sorduğunuzda ise ağır ve uzun bir iş gününden sonra eve geldiklerinde yorgun olduklarını, ancak dinlenebilecek vakit bulduklarını söyleyeceklerdir. Nedenler daha fazla olabilir. Öğrenci, tüm bu koşullar içinde dikkati kendi üzerine çekebilmek için derslere odaklanmıyor ve bu nedenle başarısız oluyor olabilir. Eleştirel psikologlar, danışma süreçlerinde öğrencinin bunları özgürce kendisinin dile getirmesini sağladıktan sonra, ilgili gruplarla oluşturdukları özgür ve katılanların birbiri üzerinde egemenlik gütmedikleri tartışma süreçleriyle bu tür etkenlerin farkına varılmasını sağlarlar. Gruplara katılan anne-babalarla ve öğretmenlerle öğrenci düzeyinden, öğrencinin sosyal ilişki çevresinin ve onun bu çevre içindeki konumunun kavranması ve olanaklarının genişletilmesi düzeyine, dolayısıyla anne-babanın iş ilişkilerinin ve eğitim sisteminin değişimini isteyici düzeye geçerler. Bu geçişin olası pratik sonuçlarından bazıları, çalışma koşullarına karşı “Çalışan Girişimleri”nin ve eğitim sistemine karşı “Veli Girişimleri“nin oluşturulmasıdır.
Özetleyelim: Verili koşullar içinde gerçekleşen ve kısıtlayıcı veya ruhsal sağlığı bozucu toplumsal koşulları kavramaya yol açmayan bireysel terapi kuram ve uygulamalarının işlevselliği çok kısıtlıdır, çünkü asıl “hastalık”, toplumun hasta oluşu; verili toplumsal yaşam koşulları içinde “özneler arası ilişkinin” bozulmuş olmasıdır. Bir grup veya aile de aynı toplumsal koşullar içinde yaşadığından, toplumdan veya toplumsal koşul ve nedenlerden soyutlayan grup ve aile terapileri de asıl toplumsal sorunu ötelemektedirler ve çok kısıtlı bir işlevleri vardır.
Psikolojik sorunlar, gerçek yaşamdaki çelişkilerin ve kısıtlılıkların “kistleşmiş tortularıdır”. Toplumsal koşul ve ilişkilerin bizi hasta ettiğinin farkına varmadıkça iyileşme yoluna giremeyiz, iyileşemedikçe de toplumun bizi nasıl hasta ettiğinin farkına varamayız.
Dipnotlar:
(1) Bu konuya başka bir yazımızda değineceğiz.
(2) Ekol kendini Marksist bir “özne bilimi” olarak tanımlamaktadır ve eleştirel olarak tanımlanan diğer ekollerden ayırmak için büyük harflerle yazmaktadır.
(3) Bkz. Edinsel, K. (2018). Yabancılaşma, tek başınalık ve yalnızlık. https://dusunbil.com/yabancilasma-tek-basinalik-ve-yalnizlik/
Yararlanılan Kaynaklar:
HOLZKAMP, K. (1986/1973). Sinnliche Erkenntnis (Duyusal bilgi). Frankfurt am Main: Athenäum. 5. Auflage.
HOLZKAMP, K. (1984). Die Menschen sitzen nicht im Kapitalismus wie in einem Käfig (İnsanlar kapitalizmde kafeste oturur gibi oturmazlar). PSYCHOLOGIE HEUTE, November 1984, 29-37.
HOLZKAMP, K. (1985). Grundlegung der Psychologie (Psikolojinin temellendirilmesi). Frankfurt/New York: Campus.
HOLZKAMP, K. (1988). Kritische Psychologie (Eleştirel Psikoloji). Asanger, R/Wenninger, G. (Hrsg.): Handwörterbuch Psychologie. München-Weinheim: Psychologie Verlagsunion. Vierte, völlig neu berarbeitete und erweiterte Auflage, s. 376-381.
FROMM, E. (1984). Yeni bir insan, yeni bir toplum. İstanbul: Say. “Hasta birey ve hasta toplum” bölümü, s. 55-75.
MARKARD, M. (2000). Kritische Psychologie: Methodik vom Standpunkt des Subjektes. (Eleştirel Psikoloji. Özne açısından yöntem). Forum: Qualitative Social Research, 1(2), Art. 19, http://nbn-resolving.de/urn:nbn:de:0114-fqs0002196.
MARKARD, M. (2007). Tutum Olarak Eleştiri. Çeviri: Nurhak Polat. Eleştirel Psikoloji Bülteni, sayı 2, 76-85. http://elestirelpsikoloji.org/wp-content/uploads/2014/11/markard.pdf (Erişim: 13.11.2015).
Yazar: Kerim Edinsel
Düşünbil Portal’da yayımlanan, Düşünbil yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır.
Düşünbil Portal’da yayınlanan tüm özgün yazıların içeriğinden yazarları sorumludur.