Düşünbil Portal

İdeoloji ve terör: Hannah Arendt’i yeniden okumak

Paylaş

Marx, Yahudi Sorunu Üzerine, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi ve Feuerbach Üzerine Tezler’in ardından Engels ile birlikte Alman İdeolojisi’ni yazmıştı. Marx’ın eleştirel yöntemindeki seyir, odaklandığı konulardaki özen ve bunları hep eleştiri olarak ele alması, Marksist hurafenin koca genellemeleri tarafından teğet geçilir. Yahudi Sorunu ile başlayan eleştirel serüvenini “Yeni Tanrı Para” ile (Kapital) tamamlayacaktı Marx ve tüm bu çalışmalarının başlığında “…. eleştirisi” vardı.

“Marx’ın güncelliği nedir?” sorusuna, bugünün küresel sorun ve gündemlerine bakarak cevap vermenin en kolay olduğu bir zamandayız. Marx’ın güncelliği ve kalıcılığı, eleştirel yöntemindeki tükenmez parıltılardadır. O parıltılar, gerçekten “evrensel” nitelikli ilişkilerin, tüm dünyaya nasıl içkin olduğunu gösterir. Marksist olmamıza asla gerek yoktur, hatta Marksist olmak Marx ile aramıza tam da Marx’ın korktuğu duvarları örebilir.

Marx, Alman İdeolojisi’ni yazmadan kısa bir süre önce Engels ile birlikte kaleme aldığı Kutsal Aile’de şöyle diyecekti:

“Maitre d’ecole, dış dünyadan tecrit olmanın insanı düşürdüğü koşulları doğru bir şekilde tasvir eder. Çünkü duyusal olarak algılanabilir dünyanın, sadece bir düşünce haline geldiği kişi için, tek başına fikirlerde de duyusal olarak algılanabilir varlıklara dönüşür. Kendi kafasında uydurduğu hayaller cismani bir biçime bürünür. Onun zihninde, elle tutulabilir, dokunabilir bir hayaletler dünyası doğar. Bütün soru hülyaların sırrı ve deliliğin genel biçimi budur işte.”

Marx, ideolojik yanılsama ile hakikatten kopan insanın en iyi ihtimalle bir “sofu”, en kötü ihtimalle bir “deli” (çılgın) olacağı uyarısını getiriyordu.

(İllüstrasyon: Tullio Pericoli)
(İllüstrasyon: Tullio Pericoli)

Marx’ın bu uyarısı Alman İdeolojisi’nde bir yakarış halini alır, Alman idealizminin her türlü yanılsamaya teşne “töz”ü, Marx’ın gözünde hayati bir tehlikedir. Marx, ideolojinin devasa literatüründense, sade bir insanın algısının bile yeterliliğine kanidir: “Gündelik hayatta sıradan bir bakkal bile bir kimsenin olduğunu iddia ettiği hali ile gerçekte ne olduğunu gayet iyi ayırt edebilir. Ama bizim tarih yazımımız bu basit içgörüye bile ulaşmamıştır. Her çağın kendi sözlerine hemen inanıp o çağın kendi hakkında söylediği her şeyin, kurduğu her hayalin doğru olduğunu kabul eder.” Bu kabul ve bu kabulün dayandığı mantık, hiçbir doğruluk kaygısı taşımadan, her koşulda haklı çıkan bir “amoral” söylem ve pratik geliştirir. Kant’ın “gelişmiş zihniyet” dediği, barış ve adaletin teminatı olması gereken zihin dünyası, “daraltılmış pragmatik zihniyet” ile, barışı bile savaşla tahkim eder veya etmeye kalkışır. “Kendi yapıp ettikleri hakkındaki yanılsamalar ile gerçekte yapıp ettikleri” birbirine karışır. Belki de, Alman İdeolojisi’ndeki stratejik cümle tam da budur (Deleuze’ün felsefeyi bir strateji olarak ele alan tutumunu kabulen belirtiyorum). Çünkü Marx, ideolojideki kör noktayı keşfetmişti. İdeoloji paralakstan yoksundur ve bir başkasının bakışı-dediği-diyeceği ve tutumu, onun varlığı ile birlikte, ideolojinin sahipleri için sadece bir hiçtir; hiçi aşan bir konumları olduğu zaman ise baş edilmesi gereken, en iyi ihtimalle bir rakip, yoksa bir düşmandır. İkinci kör nokta ise, ideolojinin, durmadan kendi fikriyatını tıpkı sermayenin mantığıyla yeniden üretmesidir ve yine tıpkı sermaye gibi somut olduğundan misli soyutu ya da daha doğru bir ifadeyle sanalı üretmesidir. İktidarla ilişkilenmediği takdirde kısırlaştırıcı dogma rolüyle sınırlı kalan zararı, iktidarla ilişkilendiği andan itibaren, Dante’nin tasvir etmekte yetersiz “kaldığı” yeryüzü cehenneminin kapılarını ardına kadar açar.

Marx’ın Alman İdeolojisi, Marksizmin yükselişi ile birlikte, “farelerin kemirgen eleştirisinin” insafına kalır. 1932 yılında, peygamberi bir işaret gibi, Nazilerin iktidara gelişinden bir yıl önce “bulunur”. Marksist-Leninist-Stalinist devlet ideolojisi, o sıralar barbarca bir kurumlaşma halindedir (Aslında sıralama yanlıştır, doğrusu şudur: Stalinist-Leninist-Marksist, çünkü Bolşevik hiyerarşide Stalin Lenin’i, Lenin Marx’ı yorumlamıştır).

Çalışmanın Türkçe çevirisi ise kendi başına bir konudur. Kitap Sol, Kaynak ve Melsa Yayınevleri tarafından özet biçiminde çevrilir. İlk ve tam çeviri (ki özetlerin altı katıdır) 2012 yılında Tonguç Ok tarafından Evrensel Yayınları’nca yapılır. Marksizm için Marx’a çok fazla ihtiyaç olmadığı için, Alman İdeolojisi’nin tam çevirisine ihtiyaç duyulmamış olmasında garipsenecek bir şey yok (Ayrı hapishane ringinde hastaneye gittiğimizde tanıştığım bir sol hareket militanına “Hiç Marx okudun mu?” diye sorunca aldığım “Marksist olmak için Marx’ı okumak gerekmez” cevabı, bir çivi gibi kafama mıhlanmıştı. Kastetmeksizin, ironik bir biçimde hakiki bir şey söylemişti: Hakikatinde Marksist olmak için Marx’ı okumak sadece bir yük olabilir).

Arendt durağı

“Radikal kötülük” yani tasavvur edemeyeceğimiz, karşılaştığımızda, duyduğumuzda veya maruz kaldığımızda ne diyeceğimizi ve yapacağımızı bilmediğimiz kötülük, tarihin belli dönemlerinde denemeleri olmuşsa da, esas olarak modernitede gerçekleşme imkânına kavuşmuştur. Emperyalizm -ki garip bir biçimde “para çokluğuna” tekabül ediyordu (Marx’ın sermayenin aşırı yoğunlaşması dediği şey)-, antisemitizm ile yeni bir insan türü olarak kitle insanını yaratmıştı (Yine Arendt’e göre bu türün tüm psikolojisini Hobbes yüzyıllar önce tahmin etmişti ve tam da bu nedenle Hobbes, Arendt’e göre burjuvazinin gerçek filozofuydu). Bu yeni insan tipi, köksüzlükten besleniyor ve yoksullukla kışkırtılıyordu. Nietzsche’nin “vaade teşne hayvan” dediği, yine Nietzsche’ye göre “güç peşinde” koşan kitle insanı, ideolojik terörün tam aradığı insan tipiydi. Arendt bir yerde iyimserdir ve bu tür “yeni insanın” ancak toplama kamplarında üretilebileceğini belirtir ancak son yüz yılda vahşi finans-kapital sisteminin “gelişmesi” gösterdi ve gösteriyor ki, bu yeni insan türü, kitlesel olarak, piyasa ve onun çeşitli düzenekleri tarafından sürekli üretilmektedir. Arendt bu gerçeği, “Toplumsal ve ekonomik sefaleti insana layık bir tarzda dindirmenin olanaksız görünmesi durumunda ortaya çıkan güçlü eğilimler” diye tanımlamaktadır.

Arendt dosya konulu 51. sayıyı satın almak için buraya tıklayınız.

Spinoza daha modernizmin inşa sürecinde yazdığı Tanrıbilimsel Politik İnceleme’de, “aşağı tabaka” olarak adlandırılan (doğal olarak yoksun ve yoksullar) kesimlerin “batıl inançtan” daha güçlü yöneticilerinin olmayacağını, din bahanesiyle (veya dinselleştirilen herhangi bir ideolojiyle) yöneticilere tanrı gibi tapacaklarını belirttikten sonra insanları, kölelikleri için sanki özgürlükleri için savaştıklarını sanacaklarını ve bir despotun kaprislerini tatmin etmek için kanlarını ve hayatlarını tehlikeye atmayı utanç değil de büyük bir onur sayacakları konusunda uyarmıştı. 20. yüzyılda milyonlarca insanın birkaç canavarın peşinde barbarlığa atlaması Spinoza için bir öngörü, Hobbes için bir tasavvur, Marx için Tanrı Para’nın tezahürü, Arendt için bir kâbus oldu. 20. yüzyılda devam eden barbarlık, tam da nedenle bir sürpriz değil, diyalektiktir. Bu diyalektik “ide-o-loji”dir ve hangi siyasal değerleri ele geçirirse geçirsin, ürettiği benzerdir ve canavarcadır. Sorun asla ve asla ne İslam, ne Hıristiyanlık, ne siyasal liberalizm ne de sosyalizmdir; sorun, bu düşünce akımlarının ideolojik bir iktidar tarafından sahiplenilmesidir.

Arendt bunun özgün halini inceler. Her şeyden önce, ideolojiler, insanlığın ortaklığını bombalar, kesin ayrımlarla “biz ve onlar” yaratır: “Tek bir öncülden türettikleri her şeyi ve her oluşumu yandaşlarını tatmin edecek kadar açıklayabilen ‘izm’ler çok yeni bir fenomendir ve onlarca yıldır siyasal hayatta göz ardı edilebilir bir rol oynamıştır… Hitler ve Stalin’den önce ideolojilerin büyük siyasal olanakları anlaşılmamıştır.”

Tüm ideolojilerin totaliter unsurlar taşıdığını belirten Arendt, bu totaliterliğin “Nazizm ve Bolşevizm” ile sınırlı tutulmasını aldatıcı bulur. Tüm ideolojik düşüncelere özgü özellikle totaliter üç unsur olduğu görülür, ona göre. İlk olarak her şeyi açıklama iddiasındaki ideolojiler var olan şeyi değil, doğan ve ölen şeyi açıklama eğilimi taşırlar. Her durumda ideolojiler sırf hareket unsuruyla yani kelimenin alışılagelmiş anlamıyla tarihle uğraşırlar… Her şeyi açıklama iddiası, tüm tarihsel olayları açıklamayı, geçmişin bütün yorumunu, günümüzün bütün bilgisini ve geleceğin güvenilir bir öngörüsünü vaat eder. İkinci olarak, ideolojik düşünme bu kapasitesiyle, her ne kadar henüz yeni meydana gelmiş bir şey soru konusu olsa bile, bundan yeni bir şeyler öğrenmeyerek, her türlü deneyimden bağımsız hale gelir, “daha doğru” bir gerçeklik olduğunda ısrar eder… Üçüncü olarak, ideolojilerin gerçekliği dönüştürme gücü olmadığından, düşüncenin deneyiminden bu kurtuluşunu belli kanıtlama yöntemleri aracılığıyla başarırlar. İdeolojik düşünme, olguları kesinlikle aksiyomatik olarak kabul edilmiş bir öncülden hareket eden ve her şeyin ondan türetildiği bir mantıksal prosedüre göre dizer; yani gerçeklik âlemin hiçbir yerinde olmayan bir tutarlılıkla ilerler. Çıkarım mantıksal ya da diyalektik bir yöntem izleyebilir. İdeolojinin bu üç halinde en son arayacağımız şey doğruluktur. Arendt uyarır: “Doğruluk ile tutarlılık, asla aynı değildir.”

Bu mantık ve diyalektik; en bilineninden, yani Stalin’in tüm Bolşevikleri “Hitler ile işbirliği” suçlamasıyla imha edip ardından Hitler ile dostluk paktı imzalamasına, Esad ile ortak Bakanlar Kurulu toplantısı yapmaktan “Katil Esed”e, “Hocaefendi”den “çete başına” kadar farklı zemin ve zamanda karşımıza çıkar. “Dünyayı tutarlı bir hale getirmek, kendi süper-anlamının doğru olduğu” şehvetiyle ağzına kadar “diyalektik merhametsizlikle” malûl ve enikonu etikten mahrum olan bu seyir, vulger olduğu kadar tipiktir…

Arendt’in güncelliği

Bu başlık altında, Arendt’in kimi değerlendirmelerini aktarıp, çeşitli iktidar düzeneklerinin söylem ve davranışlarını parantez içinde vermekle yetineceğim…

“Liderin yüce görevi, hareketin dış dünyaya karşı sihirli savunma silahıymış gibi davranarak ve aynı zamanda onun dış dünyayla doğrudan köprüsü olarak, hareketin her bir katmanının çifte işlemli olma niteliğine kişilik kazandırmaktır…” (“Onu yedirmeyiz… Ona dokunmak Peygambere dokunmaktır… Tek hedef odur…”).

Emrindekilerin eleştirilmesini hoş görmez, zira onlar her zaman lider adına hareket ederler; eğer lider kendi yanlışlarını düzeltmek isterse, bu yanlışları uygulamış olanları tasfiye etmelidir; eğer kendi yanlışlarını başkalarına atmak isterse de onları öldürmelidir. Bu örgütsel çerçeve içinde, bir hata, ancak sahtekârlık olabilirdi: Liderin bir düzenbaz tarafından taklit edilmesi…

Bu yekvücut özdeşlik, hareketin üyelerine hem ağır bir sorumluluk yükler hem de onları yaptıklarının gerekçelerinin ne olduğunu tam açıklayamadıkları bir paradoksa hapseder. Gerçekten “neyi” “kendisi” yapmıştır veya yapmamıştır? Durkheim, klan ve kabiledeki özdeşliği “dayanışma” olarak ele alır. Adorno ile Horkheimer’ın buna itirazları bağlamında klan-kabile ile aydınlanma arasında kurdukları diyalektiğe atfen, egemenliğin nüfuz edilemez birliğine dair vurgulara dikkate değerdir. Adorno ve Horkheimer’a göre: Nesnelleştirilmiş dehşetin sabit yansısı, ayrıcalıkların pekiştirilmiş egemenliğinin imgesine dönüşmektedir. Büyücü, şef, rahip veya komutanın şahsında ifadesini bulan özdeşleşme biçimleri, modern çağın liderinde, mitolojik tözünü yitirmeden bütünleşir. Burada Durkheim’ın zannettiği soylu bir dayanışma değil, soysuz bir boyun eğiş, kurbanla ve çeşitli korkularla beslenen, belirlenmiş-belirsizlikle inşa edilmiş katı bir hiyerarşi vardır. Klan şölenlerindeki “sahte kral”, “sahte şef” gösterileri, gerçek şef dışındaki her şeyin sahteliğine ve egemenliğin bölünmez vahdetine dair güçlü ve kesin belirleyicilik etkisi taşıyan bir ritüeldir. Bu ritüelin son aşamasında “sahte şef” ya da “kral” öldürülür. Bu cinayet “değil”, kurbandır.

Yalnızca hükümet yönetimini ele geçirmek değil, ayrıca tüm devlet dairelerini parti üyeleriyle doldurarak parti ile devletin eksiksiz bir birleşimini elde etmek… “Devrim” artık yalnızca tüm hükümet makamlarının parti üyelerince işgal edilmesinden ibarettir… Devletin üstünde ve görünüşteki iktidarın dış cephesinin arkasında, çoğaltılmış devlet daireleri labirentinde, tüm otoritelerin yer değiştirmesi ve verimsizlik kaosunun temelinde, iktidarın çekirdeği bulunur: Gizli polisin süper etkili ve yetkili hizmetleri. Temel iktidar aygıtı olarak polis üzerinde durması tüm totaliter hareketlerin karakteristiğidir… Resmi açık ve gizli polis gücünün yanı sıra, tehlikeli fikirler taşıyan yurttaşlar (ki bu karşı gelen veya gelme potansiyeli olan herkestir), yandaş komşularının polisiye gözetimi altındadır. İspiyonculuk ve ihbarcılık bizzat lider tarafından asli görev addedilir. Her yurttaş özdeşlik ilkesi çerçevesinde, “kendisinin” olanı sahiplenmekle mükelleftir.

Arendt, totaliter iktidar ve onun ideolojik terörünün özgünlüğünün izini sürerken “şüpheli” ile “nesnel düşman” arasındaki farka dikkat çeker. Şüphelinin aksine, nesnel düşman, tanımdan da anlaşılacağı üzere, insandan iktidara yönelen bir etkinliği değil, iktidarın tanımından insana giden bir mantığı izler. Şüpheliyi belirleyen en azından yasadır veya yasanın imkân tanıdığı ölçüde “gözlem”dir, oysa nesnel düşman iktidar ideolojisinin tanımladığı bir kategoridir ve herkesi kapsar. Bu salt bir paranoya değil, iktidar düzeneklerince engellenmeye, bertaraf edilmeye çalışılacak somut bir hedeftir. Nesnel düşmanın öznesi, dönemsel olarak değişir ancak o konum asla değişmez:

“Pratik bakımdan konuşursak totaliter hükümdar, bir insanın bir başkasını ısrarlı bir biçimde, ta ki herkes bu kişinin onun düşmanı olduğunu öğreninceye dek, aşağılayacağı şekilde hareket eder; bu kişi böylelikle belli bir inandırıcılık içerisinde gidip meşru müdafaa diye onu öldürebilir. Bu, kuşkusuz bir parça çiğ kaçmaktadır, ama işinde başarılı olan kariyer düşkünlerinin rakiplerini nasıl bertaraf ettiklerini bir kez gözlemlemiş herkesin fark edeceği gibi, iş görür.”

“Sınırsız güç”, “sınırsız yetki”, “sınırsız başarı”, “sınırsız konuşma”, “sınırsız davranış”, “sınırsız talep”, “sınırsız hayaller”, “her şey mümkündür” nosyonu ile motive edilir. Herkesin ve her şeyin ideolojik terörün zihniyet zincirine vurulmasından önce topluma “zincirlerinden kurtulma” çağrısı yapılır; böylece hakikatle olan bağı gevşetilen toplum “güç istenci” ile çılgınca eylemler için kışkırtılır. Ütopyalar yerini çılgınca iktidar oyunlarının ceset tarlalarına bırakır. Arendt bizi “cesetler” ve “ceset olma” konusunda uyarır:

“Tarihsel ve siyasal açıdan yaşayan cesetlerin zihinsel olarak hazırlanması, çılgınca kitlesel ceset üretiminden önce gelir. Eşi görülmemiş böylesi koşulların teşvik edilmesi ve çok daha önemlisi bunların sessizce onanması, bir siyasal parçalanma sürecinde yüz binlerce insanın aniden ve beklenmedik biçimde evsiz, yurtsuz, hukuktan mahrum ve istenmeyen kişilere dönüştüren, bir yandan da milyonlarca insanı işsizlik nedeniyle ekonomik bakımdan gereksiz, toplumsal açıdan külfet sayan olayların ürünüdürler. Bu da ancak, felsefi olarak hiç temellendirilmeyen, sadece dillendirilen ve siyasal olarak hiç güvence altına alınmayan, sadece beyan etmekle yetinilen geleneksel haliyle insan haklarının tüm geçerliliğini yitirmiş olmasıyla meydana gelebilirdi.”

İdeolojik terör, insanı insanın kurdu, celladı, polisi kılar. Cezanın suçla bir bağı kalmaz: “Biri suçlanır suçlanmaz, paçayı kurtarmak için eski arkadaşları bilgi vermeye can atarak, ona karşı varolmayan kanıtları teyit edecek ihbarlarda yarışarak, onun anında en acımasız düşmanları haline gelir, bu, açıkça kendi güvenirliklerini kanıtlamanın biricik yoludur.” Yaşanmış olan her şey yeni bir gelecek için sermaye oluverir (AKP-Cemaat çatışması başlayalı, itiraf furyasına dikkat).

İdeolojik terör, korkunç olanı “komik” yapması itibarıyla da sıra dışıdır, en ibretliği Nazilerle ittifak kuran Stalin’in, Tuhaçevski’yi Almanlar ile işbirliği yapmakla suçlamasıydı. Arendt, bu teröre (zihinsel ve fiziki) teşne olan kadro ve militanların zannedilenin aksine “dogmatik” olmadıklarını, ideolojik terörün esas insan tipinin neyin doğru, neyin yanlış olduğunu tayin etme melekesinden mahrum kişiler olduğunu özenle belirtir. Bu insan tipi, liderin sabah dediğini öğleyin inkâr ettiğinde veya unuttuğunda, çarçabuk uyum sağlayıp, yeni durum için malzeme üretmekle mükelleftir. Öğleyin, sabahta kalanın vay haline!

Bıktırıcı yalana, sonu gelmez ayak oyunlarına, boğucu atmosfere rağmen, şef nasıl ayakta kalır? Birçok başka nedenin yanı sıra Arendt, özgün sayılabilecek bir “başat neden” keşfeder:

“Bitmek bilmeyen entrikalara, sonu gelmez personel değişikliklerine rağmen ve bunların muazzam bir biçimde nefreti, acıyı ve kişisel kimi biriktirmesine rağmen, şefin konumu kaotik saray devrimlerine karşı korunmuştur; bunun nedeni yakın çevresindeki insanların çoğu kez hiç ışıltısına kapılmadıkları liderin üstün yeteneklere sahip olması değil, fakat bu insanların onun yokluğunda her şeyin derhal yok olacağına duydukları içten ve samimi inançtır.”

Buradaki korku, korkunun korkusudur, gerçekten sıra dışıdır.

İnsan nasıl bir tiranlık önünde diz çöktüğünde kendi hareket özgürlüğünden feragat ediyorsa, ideolojik terörün iktidarına boyun eğmekle de içsel özgürlüğünden feragat eder. Arendt’e göre bu, insanda, özgürlük ile eşdeğer olan başlama kapasitesini felç eder. Bir yandan liderin ve hareketin yokluğunun felakete yol açacağı varsayımı, diğer yandan ideolojik terörün insanları içten fethi, koca toplumları sürülere çevirirken, nice anlı şanlı düşünürü ve sanatçıyı kişilik parçalanması eşliğinde dalkavuğa dönüştürür.

Arendt’e göre içsel zorlamanın etkileri, insanı, yalnızken bile terörün demir kelepçesine bağlı tutar. Vicdanla bağı kesilen aklın ideolojiyle kurduğu dolaysız ilişki, canavarlığın sıradanlaşması gibi dehşetli sonuçlar doğurur. Kant, eleştiriyi, insanın mesafe belirlemesi olarak tarif etmişti. İdeolojik terör, kendi mantıksal normalizasyonuyla tüm mesafeleri imha eder.

Fiziksel terörden daha önemlisi, siyasal ve ruhsal terörün yalnızlaştırma ve tecrit etme kapasitesidir. Boyun eğiş, fiziksel terör ve o minvaldeki cezaların asla yol açmayacağı kişilik yıkımları yaratır. İdeolojik terörün Leviathanvari propaganda düzenekleri, her türlü tasfiye, komplo ve cinayeti hareketin gelişiminin tarihsel doğası içinde bir görev olarak benimsettiğinden dolayı, hiçbir din ve seküler inancın/değerin kabul edemeyeceği cinayetler, bir şölen ritüeli eşliğinde kabul görür.

Arendt, Tanrının, nihayetinde affı barındıran ceza sistemi ile yeryüzü tanrılarının sınırsız cehennemlerinin kıyaslamasını yaparken, çalınmış ve dönüştürülmüş Allahımızın ağıtını yakar gibidir.

Zorunlu bir itiraz ya da parantez

IŞİD ile birlikte, sanki Pandoranın Kutusu’nda kalan son şey olan umut da oradan çıkmış gibi. Başta İslamcı düşünür ve kanaat önderleri olmak üzere, herkesten tepki talep edilmekte ve bu “dehşet karşısında”, tavır alınması istenmekte. Bu haklı bir beklentidir, ancak yüzeysel ve yanıltıcı bir taleptir. Yüzeyseldir, çünkü son iki yüz yıldır artan bir hızda imha edilen bir dünyadan bihabermiş gibi yapılan bir çağrının tınısını taşımaktadır. Ve bu şiddet dalgasının İslamla bağı vurgulanarak, ideolojik terörün tuzağına düşülmektedir.

Arendt’in parıltısı, modernizmin doğal sonuçları olan, köksüzlük ve gereksizlik üreten “serbest piyasa ekonomisi, emperyalizm, antisemitizm, milliyetçilik ve ilerlemecilik”in, vahşi terör yapıları doğurduğunu göstermesindedir.

Hannah Arendt, New York City, 1944

IŞİD’e hayret etmemiz, bundan on yıl önce vahşice boğazlanan, domuz bağı ile günlerce işkence edilen ve kendisine “Allahın partisi” diyen bir ideolojik-dinsel hareketi, “devrimci terör”, “devrimci zor” ile katledilen Kürt köylülerini, “devrimci çizgiden saptı” diye yok edilen kim bilir kaç isimsiz devrimciyi, Pol-Pot’un ölüm tarlalarını, Vietnam’daki kıyımları, Kültür Devrimi’nin aşağılayıcı kırımlarını, atom bombalarını, Nazi ölüm kamplarını, Gulagları ve Moskova mahkemelerini, Mançurya ve Habeşistan işgallerini, Batı Cephesini, 1915 Soykırımı’nı, İngiliz tüberküloz kamplarını unutmamızdandı. Kabul ediyorum, IŞİD’ın ideolojik terörü, pornografik gösteriminden dolayı olağanüstü sert geliyor. Ancak bu dehşet hissine, her kurbanın hikâyesinde rastlamak mümkün. IŞİD bize kurbanları, hikâyeleri ile birlikte “sunuyor”, kaçacak bir yer bırakmıyor. Oysa diğer milyonlarca kurbanın hikâyesini görebilsek ve duyabilseydik, çığlıkları ve yakarışları bize ulaşsaydı, aynı dehşetle irkilirdik.

Kurbanlar kadar cellatlara da bakabilseydik; İngiliz sömürge memurlarının, İttihatçı şeflerin, Bolşevik komiserlerin, Nazi subayların, atom bombası pilotlarının, Kültür devrimcilerinin, Kızıl Kmer militanlarının, devrimci terör gerillalarının, domuz bağı ilahiyatçılarının… Tıpkı IŞİD militanları gibi, şehvetle “ama… için… uğruna” diyeceklerine, şahit olacaktık.

Tam da bu nedenle Arendt, bize, bizlere, hikâye dinlemeyi öneriyor. Türkçeye çevrilen ilk kitabı İnsanlık Durumu’ndan son kitabı olan Totalitarizmin Kaynakları 3’e kadar, bu önerisi, durmaksızın yankılanıyor. Hakikate olan aşkı, dünyaya aşk olarak tezahür ediyor. Zihinsel ve fiziki teröre karşı, insanın başlatma kapasitesi ile yeni bir hayatın, tıpkı doğumdaki mucizeye benzer biçimde mümkün olduğunu söylüyor.

Dünya, nefret ile kabilelere bölünmüş ve herkes kendi kabilesinin zihinsel gerekçelerini üretirken, dünya aşkı için tam da Arendt okuma zamanı…

Yazar: Xezal-Nizam Karaağar
Bu yazı Birikim Dergisi’nden alınmıştır.


Paylaş
Exit mobile version