Modern sosyal bilimlerin sosyoloji özelinde ya da bünyesinde kurucu girişimi olan pozitivizm için tek bir bilim vardır: Başarı kazanmış doğa bilimi (fizik). Auguste Comte, bilime ve pozitif aşamadaki bilimselliğe dair rasyonel kanıtlar ve tarihsel doğrulamalar üzerinden bir modelleme yaparak ‘ilerleme’nin kavranabilmesini ve olanaklı diğer alanlara (politika, beşeri disiplinler, eğitim sistemi vb.) uygulanmasını sağlama misyonunu üstlenir. Onun niyeti, politikayı henüz var olmayan bir bilime (sosyal bilim / sosyal fizik) uygun düşen bir zanaat olarak rasyonel bir biçimde incelemeye olanak sağlayacak benzerlik ve öngörü yasalarını bulmaktır (bkz. Comte, 2015: 45, 70, 71, 72, 73, 204). Diğer bir deyişle, beşeri olanı doğa gibi bilmektir ve bu ona göre mümkündür.
Oysa 1950’li yıllarda bu mümkünlük oldukça tartışmalı bir hal almıştır. C. P. Snow 1959 yılında “İki Kültür” kavramını ilk kez ortaya attığında, bu kavramsallaştırmanın özel tarihinin kökeninde yer alan bir araştırmaya gönderme yapar. İki Kültür kavramı, kökeninde doğa bilimcileri ile ‘edebi entelektüeller’ (beşeri disiplinlerin mensupları) arasındaki epistemolojik kopuşu ve birbirlerine karşı duydukları derin şüpheyi ve anlayışsızlığı ifade etmektedir. Bu kopuşun deneyimlenmesi, Snow’un bilim insanlarıyla ve beşeri disiplinler mensuplarıyla yaptığı görüşmelerde net biçimde açığa çıkar (bkz. Snow, 2010: 101, 102). Buna göre 1950’li yıllarda İngiltere’de bilim insanlarının geleneksel kültürle (büyük oranda felsefe ve edebiyat temelli olan ikinci kültür) kurdukları bağlar “bunlar da önemli şeyler tabii, saygı duymak lazım” tavrının ötesine geçmemektedir. Okudukları kitaplar sorulduğunda, geleneksel kültüre saygıyla motive olmuş, fakat epistemolojik (ve kültürel) bir dışarıda-bırakma tavrını da içeren “şey, biraz Dickens okumaya gayret ettim” gibi ‘itiraf’larla karşılaşılmıştır. Snow’un ifadeleriyle,
“Onların kendi kültürleri var, yoğun, canlı ve sürekli hareket halinde bir kültür. Bu kültür epeyce tartışma içeriyor, hem de genellikle edebiyatçıların tartışmalarından çok daha katı ve hemen her zaman daha yüksek bir kavramsal düzeyde cereyan eden tartışmalar oluyor bunlar. Bilim adamları sözcükleri çok rahat bir biçimde, edebiyatçıların bilmedikleri anlamlarda kullanmalarına rağmen, bunlar gayet kesin anlamlardır; “öznel”, “nesnel”, “felsefe” ya da “ilerletici” gibi terimleri alışılagelenden farklı biçimlerde bile kullansalar, ne kastettiklerini bilmektedirler.” (Snow, 2010: 103)
Yine Snow’un tespitine göre, bilim insanlarının kültürü, bir istisna olarak müzik dışında pek sanat içermediği gibi, çok az kitap içermektedir. Romanlar, tarih, şiir, tiyatro kitapları bu kültürün asli ve hatta tali bir unsuru değildir. Bu, bilim insanlarının toplumsal hayatla ve daha genel bir ifadeyle ‘insanlık deneyimiyle’ ilgilenmediklerinin değil, temeldeki ayrışmanın bir göstergesidir. Toplumsal hayat, kuramsal ve uygulamalı bilimler yelpazesinin en ucunda yer alan bir bilim insanı için bile özsel bir ilgi konusuyken, esas ayrışma daha derinde, felsefe ve edebiyat merkezli geleneksel kültürün bu konuyla alakalı olduğunun düşünül(e)memesinde yatmaktadır. Bu, epistemolojik temelli kültürel bir kabul niteliğindedir. 19. yüzyıl itibariyle, Snow’un ifadeleriyle, “bilimsel kültür sadece düşünsel anlamda değil antropolojik anlamda da gerçekten bir kültürdür” ve aralarında kültüre mensubiyetlerinden dolayı “ortak tavırlar, ortak standartlar ve davranış modelleri, ortak yaklaşımlar ve varsayımlar” bulunan bilim insanlarının paylaştıkları bu ortaklıklar (kültür) “öbür zihinsel modelleri, örneğin din, siyaset ya da sınıf kaynaklı zihinsel modelleri çapraz keser” (Snow, 2010: 99). Birinci kültür (bilim kültürü) ikinci kültürün (beşeri disiplinlerin ve ona yakın olduğu ölçüde sosyal bilimlerin) ‘gerçeklik’ hakkında bir şey söyle(ye)mediği ve epistemolojik olarak bilgi-dışı olduğu varsayımı üzerine kuruludur (Anlı, 2015: 297, 298).
Akademideki (ve ondan yansıma bulan her yerdeki) kültürel ayrışma üniversite çatısı altında sosyal bilimciler, beşeri disiplin mensupları ve doğa bilimcileri arasında “dostça bir düşmanlık” (friendly hostile) havası estirmiştir (ve estirmektedir). On dokuzuncu yüzyılda Leopold von Ranke’nin çalışmasıyla ‘bilimselleşen’ tarih disiplini dâhilinde birer bilim insanı halini alan tarihçiler hakkında şu ifade edilebilmektedir: “Gerçek tarihçiler kendilerini –geçmiş kuşakların tarih yazıcıları ve aydınlarının aksine- laboratuar bilim adamının gözlem ve analiz araçlarını geçmiş olayların araştırmasına getiren deneyciler olarak görüyorlardı” (aktaran, Wallerstein, 2014: 273). Laboratuarında çalışan bir doğa bilimci için gözlem ve analiz araçları ne kadar değer ve teori yüklüyse, olanı olduğu gibi yazmayı (wie es eigentlich gewesen ist) hedefleyen (verili olgudan kopmama, bilimsel prosedürde olguyla başlayıp prosedürü olguyla bitirme pozitivist şiarı) tarihçi için de laboratuar olarak işlev gören arşiv bir o kadar değer yüklü olmalıydı. Böyle bir tarih disiplini çalışması sahih belgelerin nesnel bir şekilde belirlenip, nesnel bir şekilde incelenip, nesnel bir biçim altında (çoğu zaman betimsel) yayımlanmasıydı. Yani esas olan ve ayakları gerçeğe basan çalışma, idiografik çalışmaydı. Benzer durumda olan diğer sosyal bilimler için en büyük risk, metafiziğe düşmek, dolayısıyla bilim-dışı bir hal almaktı. Teori her zaman için bu sonuca gebe olan ve bu sebeple istenmeyen bir riskti. Eğer aşağıdan yukarıya doğru (olgudan teoriye) yol alınamıyorsa ya da kopukluklar varsa bu yol kat edilmemeliydi. Aksi halde bu kazanılan kurumsal otoritenin sonu ve üniversitede işgal edilen konumun sorgulanması anlamına gelecekti. Bunu engelleyecek şey, katı bir empirizmdi ki bu nokta; bilimin kurumsal yapısıyla, epistemolojisi arasındaki kesişimin merkeziydi. Ayaklarını sürekli bu merkezde tutan idiografik yönelimli sosyal bilimciler için Immanuel Wallerstein’ın kullandığı şu ifadeler manzarayı tam olarak çizmektedir: Onlar “Newtoncu bilime tapınmaktan kaçamayan”, “genellemelerden [teoriden] daha çok korktukları şey spekülasyon ve dolayısıyla felsefe olan”, “gönülsüz Newtoncular”dır. Onlar, “müthiş ölçüde empiristtirler” ve verilerin hem zaman hem de mekân açısından çok dar tutulmuş bir alanda gözlemlenmesi / tespit edilmesine ‘takıntılı’ [yarı-]pozitivistlerdir (Wallerstein, 2013: 94 [‘yarı’ ifadesi bana ait]).
Bilimsellik adına takınılan bu yarı-pozitivist tavrın ve epistemolojik konumlanmanın, doğa bilimcilerinin gözünde onları ironik bir biçimde beşeri disiplinlere (yani bilimden uzağa) doğru savurduğunun da altı çizilmelidir. Buna rağmen, mekâna ve geçmiş anlamında zamana dair sosyal bilimler hem kendilerini hem de üretimlerini idiografik / yarı-pozitivist bir epistemolojik limanda güvence altına aldılar. Fakat söz konusu olan gelecek olduğunda, doğa biliminin öngörü gücünün sosyal bilimlere transfer edilmesi bir gereklilikti. 19. yüzyılın toplumsal örgütlenme biçiminde ayrışan pazar, devlet ve sivil toplumun birer inceleme / araştırma nesnesine dönüştürülmesi gerektiği de teorik olarak sosyal bilimlerde bir karşılık buldu (Wallerstein, 2014: 278, 279). Bu üç alan için geçmişte ne olduğuna dair salt betimleme işlevsizdi. Üçü için de gelecek öngörüsü yaşamsaldı. O halde, idiografik yarı-pozitivizm, üniversite çatısı altında işlevsel sosyal bilimler olmak için yeterli değildi. Bu nedenle de nomotetik bir sosyal bilimler üçlüsü kuruldu: Ekonomi (iktisat), siyaset bilimi ve sosyoloji. Ancak belirtilmelidir ki, akademideki kurumsallaşma sürecinin getirdiği disiplinler arası katı sınırların altında, sosyal bilimlerin sınırları ve birbirleriyle ilişkileri akışkan kalmaya devam etmiş ve hatta sosyoloji disiplinler-arası bağlantı noktasının birleştirici merkezi olarak (Backhouse & Fontaine, 2010: 4) geçişken sınırlardan kurtulamamıştır. Ek olarak, özellikle 1940 sonrasında gittikçe artan sayıda sosyal bilimci, daha teorik bir bakış açısının sosyal bilimler için zorunlu olduğunu kabul etmeye başladılar (Backhouse & Fontaine, 2010: 9). Ancak bu, sosyal bilim için sonuçları işlemselleştirebilir, genelleştirilebilir ve sınırlarından da olsa nesnellik, ölçülebilirlik, tekrar edilebilirlik ve ilerleme gibi bilimsellik niteliklerine temas eden, tarihsellik ve özneliği de kapsayabilen bir kuşatıcı sosyal teori anlamına gelmektedir.
Böylesi bir manzarada, nesnellik, ölçülebilirlik, tekrar edilebilirlik ve ilerleme gibi bilimsellik niteliklerini epistemoloji ve bilim-teorisi dışı bir motivasyonla anti-pozitivist bir cepheden tartışmaya açmak, tartışmaya bilgiye dayanmayan fikirlerle girmek anlamına gelecektir. Epistemolojik olarak değil de dış bir otorite ya da iktidar odağından anti-pozitivist müdahalelerin bir anda anti-bilime dönüşmesinin ve bunu da ‘bilimi sınırına çekme’ iddiasıyla piyasaya sürülmesinin tehlikesi, ilginç bir biçimde post-modern eleştirilerle dogmatik düşüncenin aynı cephe hattında saf tutabilmesinde yatmaktadır.
Micheal Lynch’e ait tespit (2001) bir ön-uyarı niteliğindedir. Buna göre, ‘bilim savaşları’ herkese açıktır. Felsefe alanında akademik düzeyde çalışma yapmak hele ki bilim ve epistemoloji üzerine çalışmış olmak sadece bir ‘bonus’tur, zorunluluk değildir. Tartışmaya dâhil olma yeterlilikleri oldukça düşüktür. O kadar ki, bir internet arama motorunda Sokal Vakası (Sokal Affair) anahtar sözcüğü için 84,272 ayrı kayıt bulunurken, Ludwig Wittgenstein için 7764, Kuantum Mekaniği için de 11,334 kayıt bulunmaktadır. (1)
Soru şudur; bilime veya bilimselliğe dair tartışırken, bu tartışmanın bilgi temeli nereden gelmektedir ve bu temel nasıl meşrulaştırılmaktadır. Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olanların zihinlerindeki bilim imgelerinin / imajlarının hangisi tartışmayı kazanırsa kazansın, ciddi politik sonuçları olacaktır. Bu nedenle bu tartışmalarda sıklıkla duyulan “sadece bir teori”, “bilim dünyası şokta” ya da “bilim insanları açıklayamıyor” gibi ifadeler karşısında dikkatli olmak gerekmektedir. Son söz Nusret Hızır’dan gelsin:
“Bilim sistemli, çetin çalışmalarla, uzun bir sabır ve katlanım sonunda kurulabilir. Bilim bu bakımdan insana çok kere sıkıcı gelir. Oysa bilim felsefesi, şöyle üstünkörü olmak koşuluyla, tembel bir kafa tarafından da kavranabilir ve tembel kafa, bir kere onu şöyle bir kavradıktan sonra, daha ötesine gitmez ve büyük hakikatlere eriştiğini sanarak “defne dalları üzerinde zafer uykusuna yatar”; hatta o kadarla da kalmaz, bilime saldırmaya koyulur.” (Hızır, 2007: 51)
“Bilginin rölativiteden söz ettiğini görünce filozof, rölativizme geçiyor ve “her şey görelidir” gibi bir iddiayı ortaya atıyor. Başka deyimle, rölativite onun elinde Rölativizm oluyor. Bunun gibi, bilginin beliti (aksiyom), filozofta -günlük anlamda- pekin, sarsılmaz bilgi ya da aksine yapıntı oluyor. Varsayım (hipotez) ise, gene günlük anlamda bir faraziye (supposition) haline giriyor. Tabiîdir ki, böyle olunca ortaya atılan felsefenin, o felsefeye vesile olan bilim ile gerçek bir ilgisi kalmaz ve o bilim üzerine toplu ve tutarlı bir bilgi vereceği yerde, onun bozuk bir imajını verir.” (Hızır, 2007: 53)
Dipnot:
(1) Google Arama Motoru’nda güncel durum bu şekilde olmamakla birlikte, ilgili tespit akademik olarak geçerliliğini korumaktadır. Bu tespit ile ilgili ayrıca bkz. https://www.lrb.co.uk/v19/n16/ian-hacking/taking-bad-arguments-seriously
Kaynakça:
Anlı, Ö. F. (2015), “İki Kültürlü Epistemolojik Dünyada Felsefe ve Edebiyat”, Felsefe ve Edebiyat Sempozyumu Bildiriler Kitabı, Hazırlayanlar: Vefa Taşdelen, Zeki Taştan, Ahmet Eyim, Melih Erzen, Eren Rızvanoğlu, s. 295-316. Van: Yüzüncü Yıl Üniversitesi Yayınları.
Backhouse, R.; Fontaine, P. (2010). “Introduction”, The History of the Social Sciences Since 1945 (ed. Roger Backhouse, Philippe Fontaine). Pp.1-15. New York: Cambridge University Press.
Comte, A. (2015). Pozitif Felsefe Dersleri ve Pozitif Anlayış Üzerine Konuşma. Çev. Erkan Ataçay. Ankara: BilgeSu Yayıncılık.
Hızır, N. (2007). Felsefe Yazıları. 2.Baskı. İstanbul: Kırmızı.
Lynch, M. (2001). “Is a Science Peace Process Necessary?”, The One Culture (ed. Jay A. Labinger & Harry Collins), pp.48-60. Chicago and London: The University of Chicago Press.
Snow, C. P. (2010). İki Kültür. Tuncay Birkan (çev.), 5. Baskı. Ankara: Tübitak Popüler Bilim Kitapları.
Taking Bad Arguments Seriously, Ian Hacking on psychopathology and social contruction https://www.lrb.co.uk/v19/n16/ian-hacking/taking-bad-arguments-seriously
Wallerstein, I. (2013). Bilginin Belirsizlikleri. Berivan Alataş (çev.). İstanbul: Sümer Yayıncılık.
Wallerstein, I. (2014). Modern Dünya Sistemi –Merkezci Liberalizmin Zaferi 1789-1914-. Latif Boyacı (çev.). İstanbul: Yarın Yayınları.
Yazar: Ömer Faik Anlı
Düşünbil Portal’da yayımlanan, Düşünbil yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır. Düşünbil Portal’da yayımlanan tüm özgün yazıların içeriğinden yazarları sorumludur.