“Söze nereden başlayacaktım? Dünya pek büyüktü. En çok bildiğim ülkeyle, kendi ülkemle söze başlamalıydım. Ama benim ülkem de pek büyüktü. Kentimle başlasam daha iyi olacaktı. Ama, kendi kentim de çok büyüktü. Sokağımdan başlasam daha iyi olacaktı. Hayır kendi evimden; hayır, kendi ailemden başlamalıydım. Neyse unutun bunları. Kendimi anlatarak söze başlayacağım”. Elie Wiesel
Bizi dış dünyadan ve diğerlerinden ayıran; bedenimizin gözle görülebilen somut sınırları mıdır? Düşüncelerimizi bize ait kılan; birilerinin onları işitmediği ve dilimizde seslere dönüşmedikleri zaman aralığı mıdır? Biz nerede başlar ve nerede biteriz? Ne kadar aynı ve ne kadar farklı, yani ne kadar biz ve ne kadar başkasıyızdır?
Bizi birbirimizden ayıran belirgin ve kimi zaman daha az belirgin özelliklerimiz olsa da, bütün olarak bakıldığında çok farklı değilizdir. Oysa biz, uçlarda dolaşmayı severiz ve bu nedenle zamanın çoğunda ya narsistçe kendimizi herkesten ayrı ve kıymetli değerlendirir ya da benliğimize bir toz zerresi kadar kıymet biçmeyiz. Benzer şekilde bu çatışma kendi iç dünyamızda da yaşanır.
Gündelik yaşamlarımızdan örnek vermek gerekirse; bedenimizi fazla çekici, zekâmızı bir bıçak kadar keskin bulur ve özgüvenimiz bir daha asla sarsılmayacak gibi gülümseriz. Bedenin güzelliğini, zihnin keskinliğini, canlı esprilerimizi, iyimserliğimizi göstererek diğerleriyle paylaşmak isteriz. Bir vakit sonra bedenimiz sanki dünyaya gelmiş en çirkin şey, zihnimiz ise sislerle kaplıdır. İçimizde kötü yanımıza ait bir şeylerin varlığını sezeriz. O anda benliğimiz, paylaşmayı arzulayacağımız en son şeydir. Tüm bu gelgitlerin bizde oluşturduğu boşlukta, “bir şeyin eksik oluşundan haberliyizdir ve bunun ne olduğunu keşfetmek için umutsuzca gereksinim duyarız” (Buscaglia, 1978). Eksik olan şey nedir?
Bana göre insanda eksik olan, bu iki uç arasındaki dengedir ve bu eksiklik şu gerçeğin unutulmasından ileri gelir: “Hepimiz birilerine göre başkalarıyızdır”. (Buscaglia, 1978).
Her birimizin bir diğerine göre başkası olduğu gerçeği, hem benliklerimizin biricikliğini göstermektedir hem de benliklerimizi, “başkası” olmanın ortak kaderi bakımından aynı kılmaktadır.
İki karakter ele alacak olursak, bu karakterlerin her ikisi de acıkmakta, uyumakta, bir şeyleri sevmekte, kimi şeylerden hoşlanmamakta ve birtakım gereksinimler hissetmektedir. Ancak neleri sevdikleri ve nelerden hoşlanmadıkları ayrışabilmektedir. Örnek vermek gerekirse, iki karakter de korku filmi izlediklerinde ortak bir korku duygusu hissetmekte ancak bu korkuyu kendi iç dünyalarında deneyimleme biçimleri ve bu doğrultuda verdikleri davranışsal tepkiler birbirinden oldukça farklı olabilmektedir.
“Bugüne kadar karşılaştığım tüm insanlar aralarındaki farklılık ne olursa olsun, başkalarına benzemez şekilde, başarılı ya da başarısız bir biçimde bu büyük yolculuğu sürdürüyorlardı. Bazıları teknolojik harikalar, diğerleri ilkelliğin büyüsü içinde hareket ediyor; bazıları zenginlik içinde yüzerken diğerleri büyük bir basitlik ve hatta umutsuz bir yoksulluk içinde bulunuyorlardı. Bazıları güçlü bir resmi eğitimden geçmişken diğerleri yalnızca deneyimle zenginleşmiş doğal Tanrı vergisi yetenekleri kullanıyorlardı. Ancak, ne olursa olsun müşterek bir güçlülüğü oluşturan insanlıkları, yaşamaya derin gereksinimleri; deneyimlerini sezinleyebilme güçleri; sevme ve sevilme gereksinimleri; yalnızlık ve yalıtılmışlığı yenme güçleri; koşulları daha rahat, kendileri ve sevdikleri için daha güzel bir hale getirebilmede kullandıkları çabaları; dünyayı ve dünyadaki rollerini anlamak için girişimleri vardı.” Leo Buscaglia
Denge çubuğunun bir ucunda büyüklenme durumu, bir diğer ucunda ise fazla ölçüde kırılganlık yer alır. Büyüklenme tarafına yaklaşan birey, gücünü o esnada kırılganlık tarafında yer alan bireylerden temin etmektedir çünkü evrende her şey düalite üzerine kuruludur yani şeyler zıtları ile vardır. Bu da demek olur ki, kırılganlık olmadıkça büyüklenme hali, büyüklenme olmadıkça kırılganlık hali var olmayacaktır. Büyüklenme durumundaki kişi, kendini “tam olma haline” yakın olarak algılarken kırılganlık durumundaki kişi, kendini “tam olma halinden” oldukça uzaklarda ve “eksik” görmektedir. Her iki karakter de bu halde olmayan diğer kişileri “başkalaştırmaktadır”. Aslında daha da önemlisi, her ikisi de bu “tam” veya “eksik” hissetme halinin ilelebet süreceğine inanmaktadır. Hâlbuki evrendeki ikilik prensibi gereği kişi bir halde devamlı kalamayacak ve bir noktada kendi içindeki “öteki” tarafa geçecektir; yani büyüklenmeden kırılganlığa ve kırılganlıktan büyüklenmeye. Bu döngü, her birimiz, bir başkası olana ve nihayetinde her birimiz aynı olana dek sürecektir.
Bana göre, yapmamız gereken önce kendi içimizdeki ikiliğin, ardından yöntemsel farklılıkların ötesine geçerek “hepimizin birilerine göre başkaları olduğumuzun” farkına varmaktır. Böylelikle, fazla büyüklenme ya da fazla kırılganlığın bizi bulunduğumuzdan daha ileri bir noktaya taşımadığını ayırt etmek kolaylaşabilir. İnsanda eksik olan, anlatmaya, çözümlemeye ve dengeyi bulmaya kendinden başlamaktır.
Kaynak:
Buscaglia, L. (1978). Kişilik (N. Ebcioğlu, Çev.) İnkılap Kitabevi.
Yazar: Seval Dönmez
Düşünbil Portal’da yayımlanan, Düşünbil yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır.