Bugünün dünyası ikili zıt kutuplara bölünmüş gibi görünüyor. İyilerin krallığı ile kötülerin imparatorluğu; kölelik dünyasına karşı özgürlüğün dünyası; haçlılara karşı şehitler gibi. Lakin bu bölünmüş alanlar aynı zamanda kişinin kendi yansımasını çarpıtan görünmez aynalarla işlenmiş vaziyette. Görünürdeki farklarına ve zıtlıklarına rağmen karşıt gruplar aslında aynı stratejiyi kullanıyorlar: düşmanı insandışılaştırma.
Bu benzetmelerin arkasında savaş ve barış, suçluluk ve masumiyet, hayat ve ölüm gibi klasik kavramlara dair derin bir kriz gizli. Bu durum sadece canlı bombaların ve hava bombardımanlarının işaret ettiği savaşanlar ve siviller arasındaki temel ayrımın kaybından ibaret değil. Günümüzdeki durumda, savaş kanunlarına kaynak oluşturan mekânsal ve geçici düşmanlık sınırlamaları, askeri harekâtların sayısı, hedeflerin ayrımı, silah seçimi ve adaletli kullanımı gibi tüm temel prensipler yıkılmaya yüz tutuyor. Durum böyle olunca da düşman yargılanacak bir olgu olmaktan çıkıp ideolojik bir nesneye dönüşüyor. Görünmez ve hareket halindeki tarafların en tepeye çıkardıkları bu tasvir, kesin ve insan dışı bir hal alıyor.
Kerry’nin geçen yıl belirttiği gibi Obama, Cameron ve Hollande’ın sivillere karşı kara birlikleri kullanma konusundaki çekimserlikleri, IŞİD’in intihar saldırıları çağrılarını gerekçelendirmesinde kullanıldı. Fakat hava saldırıları ile askerlerin çarpışması şeklindeki saldırının karşılaştırılması ile savaş ve barış durumu arasındaki o bulanık ayrımın arkasında yatan gerçek nedir? İnsanlığın hangi tanımı –dronelar ve hava saldırıları vasıtasıyla uzaktan öldürme eylemlerinde bulunan- batı güçlerinden fiziksel olarak ayrışma anlamına geliyor? Yine insanlığın hangi tanımı -vücutlarını silaha dönüştürmeye hazır olan- canlı bombalarla fiziksel etkileşime girilmesi demek oluyor? Başka bir deyişle, batılı güçler tarafından uygulanan otomatize ve biopolitize edilmiş savaş ile bu güçlerle savaşmak isteyenlerin benimsediği çatışmada kendini feda etme tarzı arasında nasıl ve hangi çapta bir bağlantı bulunmakta?
Düşman, paralel hasar veya yok edilmesi gereken ters haçlı ikonuna indirgendiğinde tüm yasal kılıfların içine çöktüğü korkunç bir uçurum oluşur ki bu da saf bir şiddet ile beraber hakiki bir zalimliğe yer açar. Carl Schmitt, ideolojik yönelim konusunda uyarılarda bulunmuştu. Düşman tasvirinin, kendimizi şekillendiren, kendi sorunsalımızı somutlandıran varoluşsal yansımalarımız olduğunu savunmuştur. İnsandışılaştırma içimizdeki en samimi insanlık duygusunun kaybına yol açar. İnsandışılaştırma mekanizması, öteki diye adlandırılanların yüzündeki sanki insan suretini yırtıp atar; böylece onları her ne kadar ontolojik olarak farklı olsalar da insanlığın mutlak düşmanı olarak tanımlanan kalıplara – İslam, Batı, Amerika, Fransızlar, Araplar- sokar. Durum böyle olunca, bireysel sorumluluklar toplumsallaşır, yani ya herkes suçlu olur ya da kimsenin sorumluluğu bulunmaz.
İnsan suretinden arınınca, korku dehşete döner. Dehşetin yüzü mevcut olmadığından ötürü, kâbuslarımızın ürettiği korkumuz, her yerdeymiş gibi algıladığımız Ötekine yönelir. Zira Öteki bizim indimizde görünmezdir ve bildiğimiz insan suretine sahip değildir. Dehşet, en derin endişelerimizin yarattığı bir karanlık, en kötücül alt benliğimizin sonu gelmez gecesidir. Peki, ama Ötekinin suretini reddetmek ne anlama geliyor?
Düşmanı insandışılaştırmak şiddet kullanımını, aşırılığından arındırıp sadece terör olgusuna indirgiyor. Örneğin geçtiğimiz kasım ayındaki Paris katliamları Resmi İslam Devleti tarafından “sadece terör” olarak adlandırılmıştı. Başka bir örnek olarak da The Times gazetesi Cihatçı John’un öldürülmesini, insan kırıntısı olan Ötekinin yok edilmesi zorunlu bir hal almıştır, diyerek açıklamıştı. Fakat, Öteki, yok edilmesi gereken bir hiçlikten başka bir şey değildir. Ancak son terörist yok edildiğinde kurtuluşa ereceğiz ve bizim şiddet dolu kurtuluşumuz yeni teröristler üretmeyecek, düşüncesi, geceyi bıçakla öldürmeye çalışmakla eşdeğer.
Burada ahlaka büründürme numarası yapmıyorum. Tehlikede olan şey şiddetin belirli bir şeklini kullanmanın gerekçelendirilmesi değil. Buradaki çatışma diğer tüm çatışmalarda olduğu gibi silah şiddetinin karşılıklı olmasından, düşman tasvirinin çarpıtılmış oluşundan kaynaklanan ideolojik ve ahlaki şemalardan besleniyor ( Filistin’in problemli tarihi bu duruma net bir örnek teşkil ediyor). Düşmanın suretinin yerine oturtulması insani bir kanundur ki öyleyse Giorgio Agamben’in de savunduğu üzere “insanlık, sadece ve sadece suretimizin sükûnetinde gerçekten yuvasındadır.”
Bu girişimden şüphe duyuyor olabilirsiniz, zira Filistin ve Kırım işgali ile Suriye savaşının gösterdiği üzere şüphe duymamamız için çok az sebep var. Yine de tüm çatışmalar kanun vasıtasıyla, hatta hepsinden öte ancak adaletle çözüme ulaştırılabilir. Bu konuyla ilgili Franz Kafka bizlere çok güzel bir istiare sunuyor.
O zamanki kız arkadaşı Dora Diamant ile Berlin yakınlarındaki Steglitz Parkı’nda gezinirken Kafka ağlamakta olan küçük bir kıza denk gelir, endişelenip küçük kıza neden ağladığını sorar. Küçük kız ağlayarak bebeğini kaybettiğini anlatır. Bu durumla ciddi bir şekilde ilgilenen Kafka, bebeğin tuhaf biçimde ortadan kaybolmasını açıklayan şöyle bir hikâye uydurur. Bebek uzun bir yolculuğa çıkmış, uzak bir ülkede evlenmiş ve mutlu bir şekilde yaşıyordur. Bu durumdan da bebeğin ona yolladığı mektup sayesinde haberi olmuştur. Üç hafta boyunca her sabah, Kafka gerçekte olmayan şeylerin var edildiği hayal dünyasına hayat ve tutarlılık kazandırmak için bıkıp usanmadan küçük kıza mektup yazar ve okur. Böylece küçük kız hayallerinin, anılarının ve umutlarının huzuruyla yaşamaya devam etmiş olur. Juri Antonio Cassese tarafından anlatılan bu güzel hikâyede Dora Diamant fark eder ki çocuğu korumak için, kurgunun hakikati vasıtasıyla yalan gerçeğe dönüştürülmelidir. Kafka, öteki ile bir düzen tutturabilmek için yeni bir dünya yaratılması gerektiğini biliyordu. Kurgu, yaratılışsal hiçliğimiz tarafından açılmış çukuru doldurduğumuz bir yöntemdir. Bu bağlamda adalet ise ötekilere suretlerini geri kazandırmak için hayal gücümüzün paylaşımıdır.
Ki bu aynı zamanda uluslararası yasanın kaderi olup, inanılması için sürekli anlatılan ve deneyimlenen etik bir yalan olarak görülebilir. Başka bir deyişle, kanun doğru olmak için ötekinin suretinde somutlaştırılmalıdır. İşte o zaman kanunlar adaleti anlamlı kılan hakiki kurgu haline bürünür. Yine bu sebepten, düşmanı insandışılaştırmanın sebep olduğu kötü birliktelik algısını yıkmak için, adalet kavramımızı yeniden gözden geçirmek durumundayız. İnsanlığa inanıyorsak, düşmanımıza da aynı inancı bahşedebiliriz.
Yazar: Antonio Carella
Çevirmen: Merve Erdoğdu
Kaynak: The Philosophical Salon
Düşünbil Portal’da yayımlanan, Düşünbil yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır.