“Lacan: In Spite of Everything” [Lacan: Her Şeye Rağmen] kitabının yazarı Élisabeth Roudinesco, 9 Eylül 1981 tarihinde ardında takipçiler ve muhaliflerden oluşan bir nesil bırakarak yaşamını yitiren, Paris Freudyen Ekolü’nün kurucusu Jacques Lacan’ı tartışmak için ölümünden tam otuz yıl sonra yani 9 Eylül 2011’de Laurent Etre ile bir araya geldi. Lacan düşüncesi üzerinde saygın bir otorite olan Élisabeth Roudinesco, Lacan’ın günümüzle ilişkisini kavramamıza yardımcı oluyor.
Laurent Etre: Lacan’ın otuzuncu ölüm yıl dönümü için yayımlanan son kitabınız Lacan, envers et contre tout İngilizcede Lacan: In Spite of Everything [Lacan: Her Şeye Rağmen] başlığıyla yayımlandı. Bu entelektüel figüre, huzur bozucu veya patavatsız bir atıfta bulunduğunuzu gösterebilecek bu başlığı, neden seçtiniz?
Élisabeth Roudinesco: Bu başlık, her şeyden önce benim, “tüm hatalarına rağmen” Lacan’a duyduğum sadakati niteleyenbir araçtı. Ayrıca örtük bir “sadakatsizlik içinde sadakat” fikrini de oldukça seviyorum. Dahası, Lacan’ın kendisi de hem aydın bir tutucu olup hem de tahribatı temsil eden biri olarak her zaman paradoksal ve çatışmalı bir düşünür olmuştur. Orta Çağ’a dek uzanan “her şeye rağmen” formülü, Lacan’ın kişiliğinin bu özel yönünü ortaya çıkarmamıza olanak veriyor. Bu da yine, son kitabımda yapmayı amaçladığım bir şeydi. Bu adama çok sayıda metnimi adamış durumdayken onun ölümünün otuzuncu yıl dönümüne damga vuracak olan, kayda değer nasıl bir şey yapabilirdim? Yeni bir bakış açısı istedim, o yüzden de Sade’ın bir koleksiyoncusu ve okuru olan gececi bir Lacan’ı seçtim. History of Perversion [Sapıklığın Tarihi] adlı eserimde, Sade’ın kendisinin de “her şeye doğru ve karşı” olduğunu göstermiştim. Elbette Lacan ve Marquis de Sade arasında bir eşitlik kurmuyorum. Ancak onların ortak noktaları var. Sade, tüm otorite anlayışını aşan, otoritenin ötesinde biriydi. Önce kralcı rejim tarafından hapse atılıp Fransız İhtilali sürecinde devrimciler tarafından serbest bırakıldı, daha sonra da devrimcilerin kendileri tarafından tekrardan tutuklandı. Lacan, Sade gibi değildi ve yaşamının otuz yılını hapiste geçirmedi. Ama Lacan’ın, Sade’a ve onun somutlaştırdığı kural ihlaline karşı düşkünlüğü; kendisinin pek çok yüze, geride tek bir miras bile bırakmayan teslimiyet ile sevgi için kıvılcıma sahip olduğuna dair ilginç bir kişilik özelliğine tanıklık etti.
Şimdi de Freud’dan Lacan’a psikanalizin gelişiminden bahsedelim. Bilinçli söylemin tamamlanmamış olduğu ve belirtilenin ötesine geçmek gerektiği fikri, iletişime aşırı doymuş olan toplumumuzu anlamamıza yardımcı olur mu? Yoksa psikanalizin dildeki yansımaları, terapideki yakınlığa mı saklanır?
Evet, aslında doğru söze değil de narsisistik bireyselliğe dayanan bir görünüşten, bir suretten ibaret olan iletişime aşırı doymuş toplumlarda, bilinçdışının kendi kendini ifade ettiği, onun bir dil olduğu fikri, oldukça güçlü ve yıkıcıdır. Bu; Freud’un, Lacan’ın ve genel olarak psikanalizin sürekli olarak kışkırttığı düşmanlığın temel nedenlerinden biridir. Öznenin, bilinçdışı tarafından yönlendirildiği düşüncesi ve dilin, insanı kendi davranışları ile bedensel tutumlarının toplamına indirgeyen bütün teoriler karşısında en büyük öneme sahip olduğu fikri… Bu, gerçekten de politik bir tartışmadır. Eğer davranışçılık üzerinde takılıp kalırsak öznenin özgürlüğünü ortadan kaldırmış oluruz. Davranışçılık yalnızca makineleşmiş insanları bilir. Buna karşılık Freud’un sunduğu, bilinçdışı tarafından belirlenen bir özgürlük teorisiydi. Dahası Freud’un Marx’la uzlaşmasına olanak veren de onun bu eğilimidir. İnsan, kendi geçmişini yaratmakta özgürdür ancak onun için bilinmez olan psişik ve sosyal belirlenimler vardır. Bu, bugün bile yıkıcı nitelikte bir fikirdir. Bununla birlikte bir tutarsızlıktan da bahsetmemiz gerekir. Psikanalistlerin, kendi disiplinlerinin özünde olan bu özgürlük etiği konseptini kavrayamamaları sık görülür. Sapıklara ve sahtekarlara tapan çağdaş, aşırı-medyatikleşmiş dünyamızda, her şeye en vahşi yorumu getirmeye hazır olan pek çok insan var. Buna Strauss-Khan olayında şahit olduk. Politikacılar ve bazı feministler tarafından aktarılan popüler-psikolojinin, bu adamın bir sapık, tecavüzcü (ve dolayısıyla suçlu), akıl hastası ve psikotik olduğunu ilan ettiğini gördük. Bu basmakalıp teşhislerin hepsi çılgıncaydı. Bu zırvaları seri şekilde üreten insanlar, kolektif bir deliliğin suçlularıydı. Psikanalizi ve psikiyatriyi küçük düşürerek bu trajik olayın tüm kahramanlarına yani Strauss-Kahn ve ailesiyle birlikte zavallı otel hizmetçisine de zarar vermekten suçlulardı.
Psikanalizi, prensipte narsisistik bireyselliğin karşısında kabul ediyorsunuz. Ancak öznenin kendini konuşurken duyduğu gibi psikanalizin kendisinde de narsisistik bir uygulama görmeye oldukça yatkınız. Bu tamamen asılsız mıdır?
Narsisistik patolojilere duyulan ilgi, klinik gelişmeleri uygulayanların, egonun çatışmalarından çok kendiliğe odaklanmaya yöneldiği 1960’lı yıllara dayanıyor. Freud, histeri ve aile içi çatışmalar olmak üzere bir çatışma teorisyeniydi. Bu, “kişisel gelişim” denilen şeyin başlangıcıydı. Psikanalitik terapi ise bu şartlar altında, narsisizmin analizine doğru evrildi. Ama bu gerçekleşirken aynı zamanda, psikanalitik terapinin prensibi, narsisizmi eleştirmekti. Lacan, kendini bu iki eğilimin ortasına konumlandırdı. Kendi devrinin ideolojisi ile meşgul olurken aynı zamanda Freud’a döndü. Kendilik kültünün öbür yüzü ise her şeyin tedavisini ilaçla yapmaktı. Cerebralistler [1], yalnızca moleküllerin, tüm zihinsel patolojileri ortadan kaldırabileceğine bizi inandırıyor. Buna karşın ben, bu endişe verici gelişmeye son vermek ve hem ilaç hem de yüz yüze terapi dengesine dönmek için her şeyi yapmamız gerektiğini düşünüyorum. Tabii ki bu son söylediğim ne özneyi olduğu gibi topluma adapte etme ne de cerebralistlerle iş birliği yapma fikirleriyle çatışmamalı. Çünkü cerebralistlerin, bize zihinsel ve sosyal rahatsızlıkla ilgili olmasa da beynin işleyişiyle ilgili söyleyecek çok şeyi vardır. Her şeyi ilaçla tedavi etmek isteyenlerin amacı, akıl hastalarını psikiyatri hastanelerinden olabildiğince çabuk çıkarmaktır. Belli açılardan, 1960’larda kurduğumuz, insanları tımarhaneden çıkarma hayalimizi gerçekleştiriyorlar. Ama bu insanlar, hastaneden ne durumda ayrılıyor? Verilebilecek cevap şu olurdu: onları ciddi ama psikozdan uzak bir depresyonla sersemleten, günde ondan fazla ilaçla.
Aleyhinde olduğunuz sürekli kimyasallara başvurma durumunda, insan aktivitesinin genel olarak metalaştırılmasının sonuçlarını saptayabilir miyiz? Gerçekten de insan, bu kısa vadeci cerebralist tıbbın az çok bilinçli bir şekilde amaçlanan hedefinin, hastaları olabildiğince çabuk şekilde piyasaya geri sürmek olduğunu düşünebilir.
Aslında durum, bundan daha da karmaşık. Doktorlar, büyük bir kazancın hizmetinde değiller. Gerçekte her şeye kimyasal bir yanıtı olan, insanı kendi beynine ve fiziksel devrelerine indirgeyen bu ideolojinin endişesi, yine de hastanın iyiliği içindir ve bu bakımdan ilacın, tek başına etkili olduğunu düşünür. Dolayısıyla bu, yalnızca, kişileri piyasada bir an önce yeniden aktif hale getirme meselesi değildir. Aslında bu yanlış anlaşılmış materyalizm ve bilişselcilik, politikanın ana akımlarını değiştirir, keza “sol” ideolojilerin de buna güvenmemeyi öğrenmesi gerekir. Her şeye kimyasal bir yanıtın olması, kendilerini her türlü ruhsallıktan arındırmak isteyenler için baştan çıkartıcı olabilir. Ancak buradaki tehlike, “sağ”ın belli başlı biyolojik ideolojileri yolunda öznelliği çürütmek pahasına vücudu önceleyen, indirgemeci bir hedonizmin (hazcılık) tam ortasına düşmektir.
Kitabınızda Lacan’ın düşüncesinin, günümüz toplumunun benmerkezci ve kısa vadeli zevk arayışına odaklanan hedonizmini eleştirme imkânı sunduğu fikrine değiniyorsunuz. Aynı zamanda Lacan’ın etiğinin, “arzundan vazgeçme” formülüyle özetlenebileceğini de açıklıyorsunuz. Burada bir çelişki yok mu? Arzu her zaman zevke, bir gerilimin rahatlatılacağına dair söze işaret etmez mi?
Lacan’ın Antigone üzerine kendi yorumundan çıkardığı bu formül, ikircikliği de beraberinde getirir. Pek çok psikanalist bunu bir apolitiklik ve toplumdan tümüyle ayrılma çağrısı olarak yorumladı. Şimdi görülüyor ki kişinin arzusundan vazgeçmemesi öğüdünün temelinde hem ahlakçılığın hem de duygulanımların aşırı yayılımının ötesine geçmek yatıyor. Arzu, bugünün hedonizminin vadettiği hazza indirgenemez. Bu son söylediğim, tıpkı Lacan’ın meşhur “Kant avec Sade”[Kant ile Sade] metninin önerdiği gibi artık sembolik işlevlere ihtiyaç duymadığımız, kanunun olmadığı ve kişinin vücudunun mutlak güce sahip olduğu düşüncelerine dayanır. Bu, dedikleri gibi “dünyanın hükümdarı” olarak görülen egonun tüm güçlülüğüdür. Özünde hedonizm, tamamen koşullu bir zevki açığa vurur. Bu, bir anlamda küçük düşürücüdür. Her şeyden her an zevk almayı dilemek, kesin bir öz yıkım, ölüm anlamına gelir. Bununla karşı karşıya olan psikanaliz, bir nevi akılcı bir ekoldür. Yaşamak için elbette ki hazza, arzuya, zevke ihtiyacımız var. Psikanaliz, hazların engellendiği bir teori değildir. Ama psikanaliz, tutkuların kontrolsüz hükümranlığının, hazlar üzerinde mutlak kontrol uygulama ile aynı sonuca yani öznenin yıkımına neden olduğu gerçeğini düşünmeye davet eder. Bu bağlamda psikanaliz, akılcı tutkulara akıl aracılığıyla üstün gelmeye ilişkin bütün bir felsefi geleneği canlandırır.
Lacan ve Freud’u “Karamsar Aydınlanma’nın düşünürleri” olarak nitelendiriyorsunuz. Bununla ne demek istiyorsunuz?
Lacan, o neslin bir parçası olan Freud’dan hem ilerlemeye dair belirli bir karamsarlık hem de sınırsız gelişmeyi içeren herhangi bir ideolojiye dair bir eleştiri alıyor. Lacan, insanın temelde ölüme yönelik gerginliği ile meşgul olduğunu ve bunun, gerçeğin temelini oluşturduğunu düşündü. İnsanın bu gerçek, gizli, delice yanının üstesinden gelmenin asla mümkün olmadığına inandı. Politik açıdan Lacan, her şeye karşın sosyal demokrat, Mendés-France yanlısı bir tutum benimsemiş tutucu bir aydındı. L’Express dergisine çok yakındı, Françoise Giroud ve Madeleine Chapsal’ın arkadaşıydı…
Ama bu sınırsız gelişmeye dair eleştirisi, bizi, insanlığın tamamlandığına ve özünün artık eksiksiz olduğuna inandırır. Böyle bir konsept mutlaka değişimi reddetmeye ve her daim kurulu düzeni savunmaya yönelmek zorunda değil mi?
Bu çok karmaşık bir soru… Lacan, tamamen karamsar değildi ve öznenin yaşamdaki eyleminde bir özgürlük payı olduğunu düşünürdü. Özne, sembolik düzenle ve dille ilişki içindeyken kendinin bilincindeydi. İmgeselin aldatmacalarını başından savabilir, his ve duygularının üstünden yükselebilirdi. Ancak kesin olan şu ki Lacan, devrim yanlısı değildi. Devrimin, mutlaka korkuya ve öncekilerden çok daha kötü yeni kölelik şekillerine yol açacağına inanırdı. Bu bağlamda, Lacan’ın Sadecı bir yanını da görebiliriz. O, kendini tüm otoritenin ötesinde kabul ederdi ancak ne zaman politik bir konuda taraf seçmeye sürüklense seçimi iyi amaçlar için olurdu. Sömürgecilik ve ırkçılık karşıtı olduğunu, bireyin özgürleşmesinin tarafında olduğunu gösterdi. 1953’ten 1960’a dek iki büyük politik güç olarak gördüğü, o zamanlar gerçek anlamda psikanalizle ilgilenen Kilise’ye (özellikle Cizvitlere) ve Freud’u kınamaktan vazgeçme yolunda olan Fransız Komünist Partisi’ne yöneldi. Bu iki güç, Amerikan toplumunun narsisistik ve bireyselci dalgasına direnmek için kendi usullerince entelektüel gereçlerini yeniden parlatıyordu. Lacan, fikirlerin ve insan ruhunun gücüne inanan bir materyalistti. Bu noktada onun, oldukça “İngiliz” olan bir demokratik geleneğe bağlandığını düşünürsek Fransa için çok daha akıllıca bir seçim yaptığı söyleyebiliriz. Lacan, Britanya’nın anayasal monarşisine ve Churchill’e hayranlık duyuyordu.
Her şeyden önce Lacan, arzuya getirilen tüm sınırları, bireysel özgürlüğe bir engel olarak görmeye eğilimli liberal-liberateryan ideolojinin aksine, özgür bir halk inşa etmek için hukuk konseptini, temel bir işlev olarak geliştiren cumhuriyetçi gelenekte bir düşünür değil miydi?
Kesinlikle – o, çelişkili bir cumhuriyetçiydi. Tıpkı Lévi-Strauss gibi Lacan da insanın, özne olarak varoluşunun mümkünatı için sembolik işlevin –baskıcı hukukla karıştırılmasın– önemine inandı. Sembolik işlev, ataerkil olmayan bir anlam düzenidir. Bu sebeple Lacan’ı otantik bir ilerici düşünceye, çağdaş gelişmelere ve eşcinsel ebeveynlik gibi aile formundaki değişimlere hâkim olmak için kullanabiliriz. Ama kısmen abartılı, toplulukçu ve kimlikçi (cinsel, etnik vb.) iddiaların demokrasiye ve bir arada bulunmaya karşı oluşturduğu tehlikelere kurban gitmeye izin vermeden. Ne olursa olsun bu kritik hedef açısından, bugün hâlâ Lacan’ın mirasını geliştirmeye adanmış durumdayım.
Dipnot:
- Cerebralistler, bilincin yalnızca beynin bir işlevi veya ürünü olduğunu savunan ve psikolojik rahatsızlıkları, beynin fiziksel işleyişine indirgeme eğilimi gösteren cerebralizm akımının temsilcileridir. (ç. n.)
©® Düşünbil (2022)
Yazar: Jordan Skinner
Çeviren: Zeynep İrem Çobanoğlu
Çeviri Editörü: Selin Melikler
Kaynak: versobooks.com