30 Haziran 1956’da yayınlanan bu makale, filozofun geçmişinden bir kesit sunarak komünist ikileme atıfta bulunuyor.
Günümüzde, sıkıntı yaratan ahlaki bir problemle kuşatılmış durumdayız: Komünizme karşı nasıl bir tavır alınacağı. Bu yüzden, kuvvetli düşünsel enerjisini sadece bu sorunu çözmeye adamış birinin yapacağı akıl yürütme eşsiz ve evrensel bir öneme sahiptir. Jean-Paul Sarte, dâhi bir oyun yazarı, sivri bir hicivci ve tartışmacı, anti-Freudyan bir psikolog, mükemmel bir öğretmen ve editör ve profesyonel bir Left Bank [Paris’in sol yakası] mandarinidir. Ancak bütün bu eylemler ortak bir kapıya çıkmaktadır: günümüzün hakim materyali ve siyasi gücünü kullanarak düşünsel bir akıl yürütme arayışı. Ondan başka hiç kimse sistematik ve kararlı bir girişimde bulunmamış, konu dışı görüşleri elemede bu denli acımasız olmamıştır. Koestler ve Siloneciler katı ahlaki zorunluluklara teslim olmuş, Kanapa ve Aragoncular ise dogmatizmi benimsemiştir. Oysa Sartre, fanatik -neredeyse irrasyonel- bir mantık inancıyla, karanlık tünele azimle girmiştir.
Cüce gibi gözüken bu bilgenin zihninin bir yerlerinde, kalın çerçeveli gözlüklerin, kızgın gözlerin, geniş ve şehvetli ağzıyla etten yüz maskesinin ardında, yüzyılımızın belirleyici düşünsel savaşı mikrokozmik bir biçimde veriliyordu.
Yine de, tek bir amacı olmasına ve düşünsel gelişiminin mantıksal simetrisine rağmen, hiçbir büyük düşünür Sartre kadar yanlış anlaşılmamış ve bu denli şiddetli ve çelişkili tepkiler almamıştır. Sartre, Raymond Aron tarafından “akıl erdirilemez bir muğlaklıkla”, Merleau-Ponty tarafından ise “işleri kasten kabalaştıran” biri olmakla itham edilmiştir. Varlık ve Hiçlik, bir keresinde, “bugüne kadar yazılmış anlaşılması en zor felsefi eser” olarak adlandırılmış olsa da; Varoluşçuluk bir Hümanizmdir diğer bütün modern felsefe kitaplarından daha fazla satmıştır (150.000). Vatikan, onun çalışmalarını dizinine yerleştirmiş; militan bir Katolik olan Gabriel Marcel ise onu Fransız düşünürlerin en büyüğü olarak görmüştür. Dışişleri Bakanlığı, romanlarını yıkıcı bulmuş, ancak Kirli Eller, soğuk savaş döneminin en etkili karşı-devrimci oyunu olmuştur. Sartre, Paris’teki Komünistler tarafından yerilirken, Viyana’dakiler tarafından ise adına kutlamalar yapılmıştır. Başka hiçbir büyük filozofun ondan daha az taraftarı olmamış; ancak başka hiç kimse de neslinin tümünün entelektüel fethini gerçekleştirememiştir.
Merkezinde olduğu sert nefret ve tartışmaların arasında, Sartre’ın temel hedefi -ve hep izlediği mantıksal odağı- belirsizlik eğilimi göstermeye başladı. Onun çevresinde bir mit gelişti; mitin çevresinde de sisli, iç içe geçmiş daireler halinde düşünsel önyargı. Katmanları ayıkladığımızda ise, oldukça ender rastlanan -hatta günümüzde eşsiz denilebilecek- bir fenomenle karşılaşıyoruz: eksiksiz bir felsefi sistem; hakikatı, edebiyatı ve politikayı tek bir büyük denklemde birleştiren, kenetlenmiş bir kurgu zinciri.
30’ların sonlarında Sartre, zarif bir Paris okulunda genç, düşük ücrete çalışan, fazlasıyla eğitimli bir felsefe öğretmeniydi. Aynı zamanda dünyadaki en memnuniyetsiz, sayıları fazla, toplumsal açıdan en tehlikeli olan Fransız burjuva entelektüelleri grubunun (tipik) bir üyesiydi. Almanya’da Heidegger ve Kierkegaard üzerine çalışmış, Fransa’da Descartes öğretmişti. Diğer bütün entelektüeller gibi kendine şu soruyu soruyordu: sahip olduğu bunca bilginin gününün sorunlarıyla ilgisi var mıydı? Faşistler Madrid’in kapısına geldiklerinde bununla ilgili ne yapması bekleniyordu? Blum niçin başarısız olmuştu? Stalin’in Eski Bolşevik Muhafızları’nı katletmeye girişmiş olması fark eder miydi? Kapitalizm niçin harabeler içindeydi, niçin Hitler için muzafferdi ve niçin demokrasiler korku içindeydi?
Tam da kendinden beklenilecek şekilde Sartre, bu problemlere yanıt arayışına, onları soyut seviyede yeniden tanımlayarak başladı. İlk büyük çalışması Bulantı, varoluş sorunlarına karşı yaratıcı bir sorgulamaydı. Otobiyografik ve yalnız kahraman Roquentin, içinde yaşadığı burjuva dünyasının duygusuz ve tutarsız olduğunu keşfeder. Geçmişi artık var olmamakta, geleceği bilinmezlikte, bugünü ise alakasızdır; hayat biçimsizdir. Roquentin’in iç dünyasına olan yolculuk sırasında Sartre, temel metafizik imgesini sunar: bulduğu dünyadaki yarım kalmış varoluşa dair bir tiksinme, anlaşılır ve yaratıcı bir bütünlüğe dair özlem. Kafka’nın Dava‘sı, düşman ve anlaşılmaz bir dünyadaki alelade bir adamın kabusuna örnek oluşturuyorsa, düşünsel iğrenmenin fiziksel korkunun yerine geçtiği Bulantı da, filozofun kabusudur.
Savaşın etkisi altında, Sartre’ın varoluşçuluk görüşü daha sıkı bir çerçeve ve daha büyük bir derinlik kazandı. 1943 yılına gelindiğinde probleme dair soyut keşfini sonuçlandırdığı, Varoluşçu felsefesinin tam bir anlatımı niteliğindeki Varlık ve Hiçlik eserini tamamlamıştı. Burada, temel ikilemi izole etmeyi de başarmıştı. Wittgenstein gibi, varoluşun değerini açıkça reddetmiş, anlam ve amacın, maddiyat dünyasında nesnel gerçekler olarak bulunmadığı sonucuna varmıştı. İnsanın -Sartre’ın aslen yarım kalmışlık olarak tanımladığı-değer algısı, bu yüzden hiçbir zaman tatmin edilemez ve -stabil, bütünlüğü görmüş- değerin kendisine hiçbir zaman ulaşılamaz. Buna rağmen insan değere ihtiyaç duyan, “Tanrı olmayı arzulayan bir varlıktır”. Görevinin imkansızlığına rağmen, tamamlanmışlık tutkusunu kovalamaya devam etmiştir. Bu yüzden de ıstırap içindedir, çünkü hayatı yararsız bir arayıştır: “İnsan, bir lüzumsuz tutkudur” (L’Homme est une passion inutile). Bu ikilem çözülebilir mi, diye sormuştu Sartre. Eğer çözülebilirse, nasıl? Kendi kendine zarar vererek mi? Toplumsal örgütlenme ile mi? Vazgeçiş ile çaresizlik uçları arasında düşünsel bir Üçüncü Güç bulunuyor mu?
Kaçınılmaz olarak, Sartre, dünyaya ve onun en yüksek örgütlü gösterisine, yani politikaya, düşünsel olarak olarak bulaştırıldı. Oyunlarında ve bütün bunların ötesinde, uzun roman-döngüsü Özgürlüğün Yolları‘nda, sorunlarını somut seviyede yeniden tanımlamaya başladı. Soyut anlamda, bu ikilemin çözülemez olduğu ve de bir Üçüncü Güç’ün olmadığında karar kılmıştı. Savaş sonrası yıllar geçtikte hesaplamaları -Einstein’ınkiler gibi – ampirik gözlemlerle doğrulandı. Dünya, kapitalist ve Komünist uçlarda polarize olmuştu. Kendi siyasal grubu ise gürültücü bir başarısızlıktı. Sosyalistler, Komünistlerden zorla ayrılmış ve sağa hapsedilmişti. Sartre Komünizmin düşünsel kısıtlamalarını kabul edemezdi: “Marksist doktrin sararıp solmakta; iç mücadele uğruna aptal bir determinizme indirgenmiş bulunmakta”. Ancak dünyayı da bulduğu bu şekliyle kabul edemezdi. O halde ne yapmalıydı? Edebiyat Nedir‘i kaleme aldığı 1948 yılına gelindiğinde içinde bulunduğu konumun zayıflığı ve yalnızlığının çoktan farkına varmıştı. Diyordu ki, “Sınıfımızdan kopan ancak ahlaki değerler açısından burjuva kalmaya devam eden, Komünist süzgeç tarafından proletaryadan ayrılan biz burjuvalar, havada asılı duruyoruz; iyi niyetimizin kimseye hayrı yok, kendimize bile… akıntıya karşı yazıyoruz.”
Soğuk savaş ilerledikçe Sartre da kendi konumunu her geçen gün daha katlanılmaz buluyordu. Yavaş yavaş, gaflet (bad faith) ve düşünsel verimsizliğe rağmen Komünist Parti’nin, işçilerin nesnel kişileştirmesi olduğu görüşüne ikna oldu. Bu da onu, bir karakterinin ağzından söylediği acı sonuca ulaştırdı: “Eğer parti haklıysa deli bir adamdan daha yalnızım; yok eğer yanılıyorsa, dünya bitmiş demektir”. Düşünsel anlamda tarafsız kalmaya daha ne kadar devam edebilirdi? Soğuk savaşın kaçınılmaz bir felakete doğru yol aldığı 1952 yılıyla beraber Sartre da tarafını seçmeye karar verdi. Neticede, Varoluşçuluk’ta olduğu gibi Marksizm’de de, gerçeği arayış eyleminin merkezde, uzlaştırıcı bir özellik olduğunu düşündü. Dünyanın Marksist vizyonu bütünlüğe dairdir; şimdiye dek, yarattığı sistem yanılabilir olduğundan dolayı, kötücül idi. Sistemin mükemmelleştirilebilir olduğunu varsayarsak, karşı çıktığımız bütün kusurlu yanları (mesela felsefi olmayan sebeplerle), bir kenara bırakılabilir. Sartre da bu vakte dek kesin bir varsayımda bulunmayı diliyordu. Onun dönüşümü, felsefi bir aldatmaca, entelektüel birinin entelektüel araçları meşrulaştırmaya son vermesi durumuydu. Ancak, işçi sınıfıyla bir olması gerektiğine dönük ahlaki dürtüsüne cevap verdiği için, bu, ahlaki bilinciyle birlikte onun zihnini de sağlamlaştırdı.
Her şeye rağmen, Sartre, kendine özgü karmaşık bir tavırla taraf oldu. Partiye katılmayı reddetti; gereklilikten ötürü katı bir mental disiplin talep eden ve mükemmelleştirilebilir olmasına rağmen mükemmel olmayan bir sistemle prensip olarak organik bir bağı olamazdı. Aynı zamanda ruhen yaptığı seçimin sonuçlarına da razıydı. Bütün yoldaşlar arasında en kusursuzu oydu. Anti-Komünist eserlerini ve Kirli Eller‘in yeniden yayınlanmasını reddetti. Son oyunu Nekrassov saf, kuvvetli bir Komünist hicviydi: belli bir kalıba girmeyi reddeden ufak Varoluşçuluk parçaları ya zorla Marksizm’e dönüştürülüyor ya da görüş alanından uzaklaştırılıyordu.
Kölemsi ortodoksluğu onu büyük utançların içine sürükledi aslında. Felsefi bir kesinlik onu Komünistlerle güçlerini birleştirmeye götürmüştü; ancak coğrafi bir kaza onu Fransız Komünist Partisi’nin düşünsel hükmü altına sokmuştu. Böylece, her zaman herkesten daha çok Stalinist olmuş olan ve de bu çizgisini koruyan partinin sözcüsü oldu. Bu yüzden, Moskova’daki 20. Parti Kongresi, Sartre ve diğerlerinin çok uzun zamandır beklediği özgürleştirme eyleminin sinyalini verdiğinde, kendini içinden çıkması imkansız bir ikilemde buldu. İnsanlığın kızgın sessizliğini izlemeye devam edemezdi. Ancak yorum yapmayı seçerse, bu sefer de Moskova’dan gelecek olan ve yerel üstlerinin eleştirilerinin nesnel biçimde yorumlandığı haberleri kaçınılmaz olarak övmeye zorlanacaktı. Üstüne üstlük, ileri gelen bir Komünist entelektüelinin, Pierre Hervé’nin fazla aceleci davranıp çabucak uzaklaştırılması gerçeği nedeniyle, içinde bulunduğu pozisyon daha da güç duruma gelmişti. Aslında enetelktüel – hatta doktrinsel – açıdan Sartre’ın Hervén’in bu hareketini takdir etmesi gerekirdi. Ancak Fransız yoldaş pozisyonunda bulunurken –aynı zamanda da Fransız Komünist Partisi üst yönetiminin güvenilir bir dostuyken– böyle bir harekette bulunması politik açıdan imkansızdı. Buna rağmen Sartre’ın Hervé’nin kitabı hakkında yorumda bulunması bekleniyordu. Sartre da, uzlaştırılamayanı uzlaştırma adına cesurca mücadele etti ve bir görev bilinciyle yorumda bulundu. Bu, pek memnuniyet verici bir performans değildi ve ilerleyen birkaç hafta içinde, Komünist olmayan Sol mandarinler, Sartre’ı kolay bir hedef olarak görerek onu entelektüel bir hedef tahtası olarak kullandılar. İçlerinden bir tanesi, “Sartre artık sadece bir eğlence figürü,” diyecekti.
Küçümsemeleri, hatta ettikleri ayıplar, anlaşılabilirdi. Sartre, 20. Kongre bu tarz bir kararı hükümsüz kılmadan kısa bir süre önce, birbiriyle bağdaşmayan iki karar arasında tercihini yapmıştı. Komünizme yürüyüşün durdurulamayacağı konusunda ikna olmuş bir halde, felsefi inançları ve Stalin-tarzı Komünizm hayatının acı gerçekleri arasında uzlaşma sağlama adına, diğer entelektüellerin kendini takip etmesi için yol göstermeye başladı. Kendi bağlılığını ve hatalı kararları rasyonalleştirerek Komünistlerin üstüne gitti, çünkü Oreste’nin de Sinekler’de söylediği gibi, “hayatın başladığı çaresizliğin kıyısında” olduğunu düşünüyordu. İşte tam burada seçiminin trajedisi yatıyor. Komünist ülkelerdeki entelektüeller artık çaresizliğin kenarından geri dönüşü arıyorlar ve geri dönüş yolunda onlara yardım edecek, Jean-Paul Sartre kadar zeka ve anlayışla donatılmış hiçbir yaşayan düşünür bulunmamakta.
Çeviren: Toygar Akın
Kaynak: NewStatesman