“Kadın doğulmaz, kadın olunur.” –Simone de Beauvoir
Genelde varoluşçular için kişi, herhangi bir şey olarak doğmaz. Olduğumuz her şey, kendimizi hem kendimizin hem de toplumun bize verdiği kaynaklarla inşa ederken aldığımız kararların sonucudur. Sadece kendi değerlerimizi değil, kendimizi de yaratırız. Ancak Simone de Beauvoir, yaşamı boyunca varoluşçu olduğunu açıkça beyan etmesine rağmen Sartre’ın Varlık ve Hiçlik eserinde ortaya koyduğu mutlak özgürlük düşüncesine bir sınır çekerek varoluşçuluğun merkezinde yatan kendini yaratma ve kendini tanımlama fikirlerinin sınırlarını belirler. Mutlak özgürlüğe karşıt olarak de Beauvoir’nın insan özgürlüğüne dair tasvir ettiği muğlak tabloda, dişil bedenin görünür dezavantajlarına karşı kadınların mücadelesi yer alır.
De Beauvoir, en ünlü eseri olan İkinci Cinsiyet’te, bir kadın yaşamının varoluşsal tarihinin taslağını çizer: Bir kadının kendi bedenine ve bedensel işlevlerine yönelik tutumunun yıllar içinde nasıl değiştiğinin ve toplumun bu değişimde nasıl bir rol oynadığının öyküsüdür bu. De Beauvoir, bu eserinde, dişiliğin vücut bulmasıyla ilgili temel bir soruyu dillendirir: Dişil bedene dair varsayılan dezavantajlar, tüm toplumlarda nesnel olarak var olan gerçek dezavantajlar mı yoksa bu vücut bulma, bizim toplumsal yargılarımız tarafından mı dezavantaj olarak değerlendiriliyor? De Beauvoir, bu soruyu dişil yaşamın çeşitli evrelerine ilişkin vaka çalışmalarını inceleyerek yanıtlıyor. Bu vaka çalışmalarında, dişil beden hem olumlu hem de olumsuz biçimde, kadınlar da hem baskılanmış hem de özgür biçimde ortaya konuluyor. Kadının bedeni bu belirsizliğin alanıdır, kişi onu bir özgürleşme aracı olarak kullanabilir ve yine onun tarafından baskılandığını hissedebilir. Konuya dair mutlak bir doğrudan bahsedememekle beraber mesele, kadının ne derecede kendini toplumun bakışının bir nesnesi olarak değil de özgür bir özne olarak gördüğüne bağlıdır.
Sartre, diğer insanlar da dahil olmak üzere algıladığımız her şeyin bakışımıza bir “nesne” olarak yansıyıp bizim tarafımızdan tanımlandığını gözlemlemişti. De Beauvoir, bu fikri alıp erkeklerin kadınlara dair oluşturduğu algıya uygular. “Kadın” kavramının ta kendisi, de Beauvoir’ya göre erkekler tarafından oluşturulmuştur. Kadın her zaman “öteki”dir çünkü “gören kişi” erkektir: Erkek özne iken kadın nesnedir – kadın olmanın ne anlama geldiğini erkekler belirlemiştir.
De Beauvoir, esas engeli kadının biyolojik koşulunun oluşturmadığını ileri sürer. Bu durumu olumlu ya da olumsuz kılan bir kadının bu durumu nasıl yorumladığıdır. Dişiliğe özgü deneyimlerin hiçbirinin (dişi cinsel organlarının gelişimi, adet görmek, hamilelik ve menopoz) kendi başlarına bir anlamı olmamakla beraber bu süreçler baskıcı veya düşmanca bir toplumda, kadınların da ataerkilliğin kendilerine biçtiği anlamı benimsemesiyle birlikte bir yük ve dezavantaj olma anlamını edinebilirler.
De Beauvoir, ergenlik öncesi çağdaki kızların ve oğlanların birbirlerinden o kadar da farklı olmadığına, benzer ilgi ve zevklere sahip olduklarına dikkat çeker (The Second Sex, s. 295, Çeviren ve Düzenleyen H.M. Parshley, Vintage, 1997). Eğer genç oğlanlar ve kızlar arasındaki başlangıçtaki psikolojik farklar nispeten önemsizse sonradan önemli olmalarına ne sebep oluyor? Eğer kadın “olunuyorsa” bu “oluş” nasıl gerçekleşiyor?
Ten ve Dişi
De Beauvoir, dişi bedeninin gelişimindeki her yeni aşamanın, onu diğer cinsiyetten gitgide daha keskin biçimde ayıran bir travma olarak deneyimlendiğini öne sürer. Genç bir kızın bedeninin şekilleniş sürecine dair toplumun tavrı, gitgide daha düşmanca ve tehditkâr bir hâl almaktadır. De Beauvoir, kişinin kendini bir başkasının bakışlarına maruz kalan, bedensel ve cinsel bir varlık olarak deneyimlediği bu süreçten “ten haline gelme” olarak bahsetmektedir. Bu durum illaki kötü bir şey olmak zorunda olmamakla beraber ne yazık ki genç kızlar çoğunlukla kendi rızaları dışında sadece ten haline gelmeye zorlanmaktadırlar.
“Genç kız, vücudunun kendisinden uzaklaştığını hisseder; (…) sokaktayken erkekler bakışlarıyla onu takip etmekte ve anatomisi hakkında yorum yapmaktadır. Genç kız, görünmez olmak ister; ten haline gelmekten ve tenini gösteriyor olmaktan korkar.” (s. 333)
Büyüme çağındaki bir kızın hayatında, dişi bedeniyle doğmuş olmanın talihsizlik olduğuna dair onun inancını pekiştiren daha pek çok olay vardır. Dişil beden, tam bir karın ağrısıdır; çiledir; utançtır; baş edilmesi gereken bir sorundur; çirkindir; tuhaftır vesaire. Bir kız, dişi bedenine sahip olduğu gerçeğini unutmaya çalışsa bile bu durum yakında toplum tarafından kendisine hatırlatılacaktır. De Beauvoir, bu duruma dair bazı örnekler verir: kızının vücudunu ve duruşunu sürekli eleştiren bir annenin, kızını özgüvensiz hissettirmesi; bir genç kızın bedeni hakkında cinsel bir yorum yapan “sokaktan geçen bir adam”ın, o genç kızı utandırması; bir genç kızın adet görmesiyle ilgili şaka yapan erkek akrabalarının, onu mahcup hissettirmeleri.
Ancak de Beauvoir, dişi bedenine dair olumlu örnekler de verir. Böylece bize, genç kadınların kendi bedeniyle yalnızca rahat değil, aynı zamanda neşeli ve gururlu hissedebileceği durumlar olduğunu da gösterir. Kırlık bir alanda ve ormanda yürüyen, doğayla arasında güçlü bir bağ hisseden bir kız hayal edelim. Bu kız, kendi bedenine dair sosyal bir ortamda hissedemediği bir mutluluğa ve özgürlüğe sahiptir. Doğadayken üzerinde eril bakış ve kendisini sürekli eleştiren bir annesi yoktur. Kendini artık başkalarının bakışlarından görmez ve sonunda kendi bedenini kendi adına tanımlamakta özgür olur.
Ancak bu kız, sonsuza kadar doğaya kaçamaz. Ataerkil bir topluma aidiyetinin bir parçası olarak bir başka travmatik olaydan geçmesi gerekmektedir: ilk cinsel ilişki. Penetrasyon ve genelde buna dair acıyı içerdiği için cinsel ilişki, fiziksel açıdan kızlar için daha travmatiktir. Kültürel açıdan ise durumun kızlar için daha da travmatik olmasının sebebi, kızların bu konuda oğlanlara kıyasla daha fazla bilgisizlik içinde tutulmaları ve genelde kendilerini neyin beklediği konusunda hazırlıksız olmalarıdır. Yine kültürel olarak dişil zevk ve orgazm için ideal olmayacak cinsel pozisyonlar yaygındır (örneğin, erkeğin üstte olduğu pozisyonlar). De Beauvoir, kızların cinsel eğitiminin esas olarak romantik türden olduğuna, kur yapmanın ve nazik okşamaların verdiği haz vurgulanırken asla penetrasyondan bahsedilmediğine işaret eder. Böylece seks nihayet gerçekleştiğinde, bu durum, genç kızın birlikte büyüdüğü romantik fantezilerden dünyalar kadar uzak gözükmektedir. De Beauvoir, sarsılmış olan genç kadın için “aşkın, cerrahi bir operasyon görünümünü aldığını” alaycı bir şekilde gözlemler (s. 404).
En nihayetinde rahatsızlığın sebebi, biyolojik olarak penetrasyon mudur yoksa genç kadınların kültürel olarak işlenen cehaleti midir? De Beauvoir’ya göre biyolojik olguların travmatik olması şart değil: Bu büyük rahatsızlığın sebebi, erkeğin cinsel tavırlarında cömertlikten yoksun oluşu ve kadının agresif bir cinsel bakış altında nesneleştirilme korkusudur. De Beauvoir, her iki cinsiyet için de daha olumlu bir cinsel deneyime giden yolun, partnerlerin bencillik duygusunun yerine birbirlerine karşı erotik bir cömertlikle hareket etmesinden geçtiğini öne sürüyor.
Hamilelik, kadınlar için daha olumlu olmakla beraber yine de muğlak bir deneyimdir: bu deneyim hem kadın vücudunun haksız biçimde işgal edilişi hem de müthiş bir zenginleşme kaynağı olabilir. Bir kadının hamileliği ilerledikçe toplum onu cinsel olarak müsait görmediğinden dolayı daha az çekici bulma eğilimindedir. Bu durum da kadının geçici süreliğine erkeğin cinsel bakışlarından kaçabildiği anlamına gelir. De Beauvoir, bunun kadın için olumlu bir gelişme olduğuna işaret eder çünkü “kadın artık cinsel bir nesne olarak hizmet etmemekte ama türünün cisimleşmiş hâli olarak yaşam ve sonsuzluk vadetmektedir.” (s. 518)
Peki bir kadın yaşlandıkça ne olmaktadır? De Beauvoir, yaşlanan kadını “şeklini bozup onu deforme eden gizemli bir talihsizliğe karşı mücadele etmeye niyetli kişi” olarak tanımlar (s. 595). Bu tanım, yaşlanma sürecinin oldukça olumsuz bir açıklamasıdır ve kadınları yaşlılık karşıtı ürünler satın almaya yönlendiren kozmetik reklamların tonunu çağrıştırır. Ne var ki de Beauvoir, açıklamasında dürüsttür. Onun otobiyografik yazılarından bildiğimiz üzere de Beauvoir, kendi yaşlanan bedeniyle uzlaşmak konusunda epey zorluk çekti: giyim kuşamı severdi ve çekici olarak kabul edilirdi, böylece görünüşünü kaybettiğini düşündüğü vakit epey üzüldü. Yine de bir filozof olarak geri adım atabilip bu tutumunun toplumun bu tür geçici niteliklere verdiği aşırı değerden kaynaklandığını görebildi. Dolayısıyla toplumun kendisiyle ilgili oluşturduğu değere dair tanımı, kendi tanımı olarak kabul etmişti.
De Beauvoir, bir kadının yaşlandıkça kendini hayatın daha olumlu bir aşamasında bulabileceğini kabul ediyor: “[yaşlanan] kadın hem modaya ve başkaları ne der derdine karşı koyabilir hem de yükümlülüklerden, diyetten ve güzelliğine ilgi göstermekten özgürleşmiştir” (s. 595). Yani çok fazla olumsuz yönü olmakla beraber yaşlılık, toplum baskısından bir kaçış sağlayabilir. Uyum sağlama arzusu kalkarken özgürlük artabilir. De Beauvoir’nın değindiği nokta, özgürlüğün hareket edebilmek için alana ihtiyacı olduğudur. Dişil vücut bulma konusunda, erkek bakışı her yere nüfuz ettiğinden dolayı genelde kadınlar için “kendi bedenlerini kendi bakışlarından görmeye” yer yoktur.
Boş alan
Beden ve aklın iç içeliği, kadınların baskılanmasını açıklamaya yardımcı olur. Kadınlar, kendi bedenlerini ve bedensel işlevlerini olumsuz biçimde düşünmeyi seçmezler ancak ataerkil saldırgan bir toplumda var olmanın bir sonucu olarak bunu yapmaya zorlanırlar. Bu görüş doğrultusunda, beden, sadece itekleyebileceğimiz ve dürtebileceğimiz bir şey değildir; o, birçok algı tarafından şekillendirilir: onun hakkında kötü hissettiğimizde kötü, iyi hissettiğimizde iyi bir şey hâline gelir. Ancak özgürlüğe yer veren bir toplumda olmadığımız müddetçe bedenimiz hakkında istediğimizi düşünmek konusunda özgür bir seçimimiz yoktur. De Beauvoir gibi feminist filozofların yapmaya çalıştığı, bu özgürlüğün gelişmesi ve serpilmesi için alan açmaktır.
©® Düşünbil (2022)
Yazar: Felicity Joseph
Çeviren: Şimal Bahat
Çeviri Editörü: Selin Melikler
Kaynak: philosophynow.org