‘Filmlerdeki kadın karakterlerin, klasik anlatımların ve benzer türlerin talep ettiği kolay kategorilerle sınırlandırıldığı yaygın bir şekilde düşünülmektedir. (Tipik şikâyet, filmlerde kadınların ‘bakire, anne ya da hayat kadını’ olmasıdır).’ (Cardwell) Bu denemede, kadının sinematik temsilinin anlaşılmasında psikanalizin ne kadar kullanışlı olduğunu ele alacağım. Başlangıçtan psikanalistlerin modern temsillerine kadar, kilit psikanalistlere odaklanacağım, kurucu Sigmund Freud’dan başlayıp ayrıca Melaine Klien’in, Heinz Kohut’un ve Jacques Lacan’ın teorileri gibi daha modern teorilerden de bahsedeceğim.
Psikanaliz, 1890’larda Sigmund Freud (1856’da doğdu.) tarafından ortaya atılan bir teoridir. Psikanalizi üç farklı şekilde tanımlamak mümkündür. Bunlardan ilki, bir akıl araştırması yöntemidir: bilinçsiz aklın araştırılmasına odaklanmak. İkincisi, az önce bahsedilen yöntemden türemiş bir araştırma yöntemi olan terapi (psikoterapi) yöntemidir. Sonuncusu ise bilgiye ve daha önce bahsedilen yöntemlerden elde edilen verilere dayalı bir grup teori ve aklın tedavisi olarak tanımlanabilir. Psikanalizin temaları, güç, hırs, güvensizlik, bağlılık, soyutlanma ve özlemdir. (http://psychoanalysiscleveland.org/about-us/about-psychoanalysis-and-psychotherapy/) İnsan aklının nasıl çalıştığını ve aklın ürettiklerine anlamaya dair içgörü sağlayan bir araçtır. Bu nedenle, sinema da dahil birçok yönden yirminci yüzyıl kültürü üzerinde derin bir etkisi vardır. Freud’un itilim, libido, süper ego ve fetişizm gibi birçok temel kavramı, modern toplumda basmakalıp söz olarak yer etmiştir. Freud, Oedipus kompleksine ve cinsiyetlerine göre (erkekler için aktiflik, kızlar için pasiflik) davranmayan insanların histerik bir hal alacağına ve felç, amnezi gibi semptomlar göstereceğine inanır. Alfred Hitchcock’un Sapık(1960)’ı ve Hırsız Kız(1964)’ı, Oedipus kompleksine örnek olarak gösterilebilir. Jacques Lacan (1901-1981), psikanalize büyük katkıları olan ve ‘psikanalitik düşünceyi birçok açıdan genişleten’, Fransız psikanalisttir (Holcombe,2007). Lacan’ın fikirlerinin, feminist teori ve ayrıca film teorisi üzerinde büyük etkileri vardır. ‘Lacan’ın bazı yönleri, film teorisi için kullanışlıdır çünkü semiyotik ve psikanalitik film okumaları arasındaki bağa bir anlam vererek Freudian psikanaliz ile semiyolojiyi birleştirmiş (Kaplan 1983:19). Karen Horney (1885-1952), tıp öğrenimine kabul edilen ilk dönem kadınlarından biridir ve daha sonra analiz dersleri alarak yüksek lisansını tamamlamıştır. Horney’in teorileri, kadın psikolojisinin erkek odaklı bakış açısı başta olmak üzere Freud’un geleneksel bakış açılarından bir kısmını sorgulamıştır ve “kadın nevroz”unun kaynağını erkek egemen kültür olduğunu iddia etmiştir. Yazılarının, 1970’li yıllardaki Feminist teorinin başlamasında büyük etkisi olmuştur.
Kadının toplumdaki yeri zamanla gelişme gösterdikçe, sinemada kadın temsili de bununla beraber gelişti. On dokuzuncu yüzyılın son zamanlarının ve yirminci yüzyılın başlarının erkek egemen toplumu, sinemaya ve filme yansımıştır. Kadınlar, filmlerde erkek bakışını tatmin etmek için genelde cinsiyetçi bir bakış açısıyla resmedilmiştir. Daniel Mainwarin tarafından yazılan ve Jacques Tourneur tarafından yönetilen, zıt uçlarındaki iki kadını resmeden Maziden Gelen(1947) “Kara Film”in klasik bir örneğidir. Kathie karakteri, erkeklerin kadınları manipüle edip kontrol etmesine karşı koyarak erkekleri manipüle eden muhteşem baştan çıkaran kadını temsil eder. O dönemde, böyle bir karaktere sahip olan kadın, (çoğunlukla erkekler tarafından) tehlikeli ve rahatsız edici olarak görülür. Çünkü bu baştan çıkarıcı kadın, geleneksel toplum düzenine karşı gelmektedir. ‘Görüş ile bilgi arasındaki ilişki dengesiz ya da aldatıcı olduğu an, bilinen cinsel mantığın bozulma potansiyeli ortaya çıkar. Belki de bozulma, feminist teori için, baştan çıkarıcı kadının aşırılığı olarak tanımlanabilir.’ (Doane,1991:14) Fakat, aynı filmdeki diğer karakter olan Ann, saygısız davranışlarına ve kötü muamelelerine rağmen erkeğine sağdık kalan klasik 1940’lı yılların kadını olarak resmedilmiştir. Tehlikeli baştan çıkarıcı kadının daha yakın bir örneği, Quentin Tarantino’nun yönettiği Ucuz Roman (1994) filminde kocası tarafından güvenilmez olarak kabul edilen Mia Wallace (Uma Thurman)’dır. ‘Marsellus, güzel Kafkas karısı Mia’ya (Uma Thurman) başarılı bir şekilde ya da tamamen tutunamamıştır ve şehir dışındayken akılsızca yardımcılarını onunla birlikte bırakır.’ (Hauke,2001:58) Kadınlar, genelde eski filmlerde kurban olarak resmedilmişlerdir fakat bugüne kadar kadının kurban olarak temsil edilmesi (bazı durumlarda) alışılmadık bir durum değildir. Damien O’Donnell’ın yönettiği East is East(1999), kadınların filmlerde kurban, bu durumda kendi evinde bir kurban, olarak resmedildiği başlıca filmlerdendir. Ella Kahn (Linda Basset), kocasından şiddet görmesine rağmen onun isteklerine sağdık kalır. Filmler, erkeklerden korkan ve benzer durumlardaki kadın karakterleri tasvir eder. Kadınların toplumdaki yeri, kadın hakları ve cinsiyet eşitliği ile gelişen süreç, kadınların sinemada daha orantılı şekilde temsil edilmelerini sağlamıştır. Fakat birçok kadın karakter, hala erkeklerden daha değersiz ve belki de “klişe” kadın olarak resmedilmektedir. Laura Mulvey (Visual Pleasure and Narrative Cinema), sinema ve filmin çoğunluğunda, Erkek Bakışı (heteroseksüel erkeğin bakış açısı), Kadın Bakış’ından daha ağır basmakta olduğunu savunur.
“Cinsel dengesizlikle yönetilen bir dünyada, bakıştaki zevk, aktif/erkek ve pasif/kadın diye ikiye ayrılır. Belirlenen erkek bakışları, fantezisini, buna göre şekillendirilmiş olan kadın figürüne yansıtmaktadır. Geleneksel teşhirci rollerinde, kadınlar aynı anda bakılır ve görüntülenirler; görünümleri güçlü görsel ve erotik etki için kodlanmışlardır; böylece, bakılmaya hazır olduklarını söyleyebilirler. Cinsel obje olarak sergilenen kadınlar, erotik gösterilerin ana temasıdır: poster kızlarından striptizlere, Zeigfeld’den Busby Berkeley’e, o bakışı tutar, oynar ve erkek arzusunu ifade eder.” Mulvey)
Yukarıdaki tartışma düşünülecek olursa psikanalizin, kadınların genel sinematik anlatımını anlamada yardımcı olduğu ve gerçekte erkek bakışının gücü yüzünden, kameranın her iki tarafında da etkisiz bir şekilde temsil edildiği ileri sürülmektedir.
On dokuzuncu yüzyılın sonlarından beri, kadınlar, film endüstrisinin gelişiminde rol oynamışlardır. Yeteneklerinden çok görünüşlerinin tercih edilmesine rağmen filmde kadın görünümü, film endüstrisi için gereklidir. Kadınların oynadığı roller, genelde zamanının klişe cinsiyet rolleriydi. Kadın aktrisler izleyicilerle son derece popüler olduklarını kanıtladılar ve bu nedenle film endüstrisinin popülerliğinin yükselişi için gerekliydiler. Kadınların toplumda rollerinin artmasıyla ve ekonomik açıdan kendi gelirlerini kazanmalarıyla, erkeklerle birlikte ev dışında sosyal aktivitelere katılmaya başladılar. Bu sosyal aktivitelerden biri olan sinemayı gerçekte finanse edenler kadınlardı. Orta sınıf kadınlar, sinema deneyimine alt sınıflar için yeniden şekil verdi ve film yapımcıları, endüstriyi desteklemek ve büyütmek için bu kadınlara odaklandılar ve güvendiler. Melodram genellikle aile içi ve kadınsı temalarla ilgilidir; melodramatik filmler çoğunlukla merkezi bir kadın karakter içerir. Melodrama, başarısı için kadın izleyicinin ilgisine ve aktristin yeteneğine bağlı olan bir türdür. “Öyleyse neden kadınlar melodrama bu kadar bayılıyor? Neden nesneleştirmemizi buluyoruz ve zevke teslim oluyoruz? Bu tam olarak psikanalizin açıklayabileceği bir konu: eğer kızın Oedipal krizlerinin şeklini düşünecek olursak, böyle bir zevk için şaşırtıcı değil. Bir anlığına Lacan’ı takiben, kızın, dilin gelişimi öncesindeki dönemdeki annesiyle olan yanıltıcı birlikteliğinden uzaklaşmak zorunda olduğunu ve öznenin ve nesnenin olduğu sembolik dünyaya girmesi gerektiğini görüyoruz. Nesnenin yerine konulduğunda (eksiklik), erkek arzusunun alıcısıdır, rol almaktan ziyade pasif olarak görünür.” (Kaplan, 1983:26)
Freud’dan Lacan’a psikanaliz teorilerinin gelişimi boyunca sinemanın ve psikanalizin insan zihnin karmaşık işleyişini anlamakta nasıl birlikte hareket ettiği netlik kazanmıştır. “Sinema, ,ç dünyayı hareket eden resimler aracılığıyla temsil edilmesini sağlamıştır – ve “düşünme” ya da “hayal etme” gibi bazı kuvvetli anlar, resimsel olarak simgelenir.” (Brearley,2009). Psikanalistler ve Film Kuramcıları, yazıları ve araştırmaları aracılığıyla sadece gerçek hayatta değil, filmlerde de bulunan psikanaliz ile insan zihnini anlama arasındaki ilişkileri açığa çıkarmada yardım etmişlerdir. Psikanalizden türeyen fikirler sadece seyircinin değil film endüstrisinde rol alan başkalarının da, ekranda yer alan karakterinin davranışlarını ve bu davranışların sebebini anlamada yol gösterir. Psikanalizin film endüstrisinin büyümesine ve anlaşılmasına yardım ettiği açık bir gerçektir ve bu nedenle, teorik olarak film kuramcılarına ve kadının sinematik temsilini anlama konusunda yardım eder. Bunun nedeni, kadınların seyirciye kurgusal bir karakter olarak yansıtılması (bazen gerçek karakterlere dayanmasına ya da gerçek karakterlerden ilham alınmasına rağmen) ve kamera arkasındaki kişi ya da kişilerin kadınları yorumlama şeklidir. Kadınların sinematik temsilleri günümüz toplumunu yansıtmasa da psikanaliz, film endüstrisinin yorumlarını anlamada kullanışlı bir araçtır: “Psikanalitik fikirler, film karakterlerin davranışlarını anlamlandırmaya yarar, ancak gerçek hayatta olduğu gibi filmlerde, yorumlarımızı derinleştiren, değiştiren ya da yanlış anlayan karakterler yoktur. Onun yerine, yönetmenin bize gösterdiklerini objektif olarak değerlendirmeye çalışırız.” (Brearley,2009)
Feminist Teori, 1970’lerde kadınların cinsiyet eşitliği ve kadın temsili ile ilgili değişikler talep ettiği feminist hareketten ortaya çıkmıştır. Çalışmaları ve fikirleri, film teorisinin psikanalitik yapı doğrusunda ilerlemesine yardımcı olan feminist film kuramcısı Laura Mulvey (1914), Freud ve Lacan’dan oldukça etkilenmiştir. Mulvey’in amacı, film teorisini, psikanalizi ve feminizmi birleştirmekti. Mulvey, birçok filmin kadınları, erkek izleyiciler için yaratılmış olarak ve cinselleşmiş kadın görünümüne odaklanarak sunduğunu savunur. Mulvey, Hollywood Sineması’nı kadınları ‘cinsel obje’ olarak kullanan bir varlık olarak görür. Filmdeki röntgencilik, psikanalitik teoriyle son derece bağlantılıdır ve 1970’lerdeki feminist hareketlerden beri popüler bir tartışma konusu olmuştur. Bu durumun basit açıklaması, başkasının içten davranışlarının, genelde (her zaman değil) cinsel zevkle gözlemlenmesidir. Kişi/kişilerin gözlemlendiklerini bilmediği gerçeği heyecanın anahtarıdır ve bu nedenle, seyirci ve sinema/film arasında büyük bir ilişki vardır. “Psikanaliz, öncelikli olarak seyircinin filmdeki fiziksel yatırımını dikkatlice incelemek ve analiz etmek için feminist film teorisinde etkin hale geldi. Fakat bunu başarmak için teori, sinemanın muhteşem eşzamanlılığını kabul etmeliydi – sinema bir anda gerçekleştir (aynı kusursuz bir makine gibi) ve onun kadın görüntüsü, röntgenci ve fetişist uyarılara hemen boyun eğer.” (Kaplan,1990:48). Psikanaliz ile röntgenciliğin arasındaki ilişki göz önüne alındığında, bu ilişki, kadının sinematik temsilini anlamada ve genellik cinsel olan, belirli arzuları tatmin etmek için, kadınların seyirciye nasıl sunulduklarını anlamada bize yardımı olduğunu kanıtlar.
‘Bakış’, Jacques Lacan tarafından ortaya atılan yaygın bir psikanalitik terimdir ve sinematik dünyaya ve özellikle kadınların sinematik temsiline dair çok sayıda fikir sunabilir. Kısacası, ‘bakış’, kişinin kendisinin görülebilir obje olduğunu fark ettiği an yaşadığı korku anlamına gelir. Filmde, birçok ‘bakış’ çeşidi vardır, seyircinin gözlemi, izleyici bakışı olarak adlandırılır. Seyircinin gözlemlediği objeler (karakterler, arka plan vb.) , kameranın bakışından, genellik yönetmeninkinden, ortaya çıkar. Feminist film teoriyle ve özellikle Laure Mulvey ile önemli bir bağı bulunan bakış, kadının sinematik temsilini anlama konusunda katkıları olan mühim bir bakış açısıdır. Daha öncede bahsedildiği gibi, Mulvey, filmlerde erkek bakışının genelde kadınınkinden ağır bastığını savunur. Mulvey, ayrıca ‘bakış’ın tek cinsiyete ait olduğunu iddia eder.
Öyle görülüyor ki, psikoanalizin ve filmin pek çok yönünü değerlendirilecek olursa, psikanalizin, sinematik dünyayı bir bütün olarak anlama konusunda yararlı olduğu görülür. Psikanalitiğin kadının sinematik temsilini anlamada büyük yardımı olduğunu düşünüyorum. Sinema, son yıllardaki toplumsal ve endüstriyel gelişimlere rağmen, kalıplaşmış fikirlere üretmediği ve tamamen erkek bakışlarını temsil etmediği halde bugün hala kadını başarısız bir şekilde temsil ediyor. Yine de filmin genelde bir kurgu olduğu tartışılabilir ve kimileri, sinemada ve filmde toplumun gerçek yansımasının gerekli olmadığını düşünebilir. Psikanaliz, sadece film teorisyenlerini endüstriyi anlamada yardım etmemiştir, aynı zamanda Melodrama vesaire aracılığıyla da desteklemiştir. Psikanalizi, lensin her iki tarafındaki zihin için bir kapı olarak görmek mümkündür, ancak filmdeki gibi psikanaliz bu seyircilerin yorumlarını genişletemez ya da derinlik kazandıramaz. “1970’ler boyunca, ‘Screen’ , modern film teorilerini (semiyotik, Marksizm ve psikanaliz) şekillendiren metodolojileri test etmek için önemli bir zemin olmuştur. Temsil problemi hepsinin merkezidir. İşaret bilimcilere göre, Film, metaforik olarak, kelimenin tam anlamıyla olmasa da, dil gibi örgütlenmiş, ikili muhalefetlerin sistematik bir ağı olarak anlaşılabilir.” (Carson,1994:50)
Çeviren: Cansu Balku
Kaynak: writepass.com
Düşünbil Portal’da yayımlanan, Düşünbil yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır.