Feminizm, genel anlamıyla toplumun şekillendirdiği kadın bedenine karşı direnişe tekabül eden bir akımdır. Kadın olmanın ve bununla gelen belli görevlerin apriori olduğuna inanılan genel toplum görüşlerine inat, “özgün”, “lider” bir kadın ve bu kadının kendi bedeni hakkında söz söyleme vasfına sahip olma yolculuğu feminizm sayesinde başlamıştır.
Felsefenin en güzel tanımı, doğrunun bilgisi ışığında, öncelikle “ben bilinci”ni kazanma, sonrasında bu bilinç sayesinde insanlara yararlı olabilme hâlinin vazgeçilmez unsuru olmasıdır. Günümüze kadar süregelen, toplum veya dinden türemiş, bizlere gelenek ve görenekler başlığı altında sunulmuş her kural, genel anlamıyla kadınların aleyhinedir. Bu kuralların, sorgulama cesareti gösterilip felsefe ışığı ile ele alındığında yanlışlanabilme ihtimâlinin olağan olduğunu görebiliriz. Kadına ilişkin her önyargı temelinde yanlışlanabilir kuralları barındırır.
Kadının tarihte var olma mücadelesini öncelikle belli mitlerle tasvir etmekte fayda var. Yahudilikte hâlâ inanılan Lilith efsanesi derdimizi anlatacak düzeyde bir mittir. Efsaneye göre, yaratılan ilk kadın Havva değil, Lilith’dir. Lilith ve Adem başlangıçta huzurlu bir şekilde cennette yaşamaktadır. Lâkin sonraları, Adem’in isteklerine boyun eğmeyen, “Biz seninle aynıyız. Ne sen fazlasın, ne de ben” düşüncesi ile onun istediği gibi olmayan Lilith, Tanrı’nın söylenmemesi gereken isimlerinden birini söyleyerek –ki bu cennetten çıkmanın tek yoludur– cennetten çıkar ve Kızıldeniz yakınlarındaki bir mağaraya sığınır. Daha sonra onu olduğu gibi kabul eden, şeytanın kendisi olan Samael ile ilişkiye girer. Bu ilişkiden yüzden fazla cin çocuğu olur. Adem geri dönmesi için gelen çağrıların hepsini reddeden Lilith’e ceza olarak, her gün bir cin çocuğu öldürülür. Lilith zaten bunun kızgınlığını ve intikamını yaşarken, Adem’in kaburga kemiğinden Havva’nın yaratıldığını öğrenir. Sonra şeytanın yardımı ile cennete yılan sureti ile girip, insanı isyan ettirir, yoldan çıkartır. İşte kutsal kitaplarda bahsi geçen yoldan çıkarıcı yılanın, Lilith olduğuna inanılır.
Bu efsane aslında bize birçok kalıplaşmış düşüncenin temelini gösterir. Kadının erkeğe itaat etmesinin zorunluluğu, kadının itaat etmeme, erkeğinin yanından ayrılma hâlinin şeytanlıkla özdeş olduğu anlaşılabilir. Lilith isyan etmişse o ancak şeytana lâyıktır. İsyanın devam etmesi, pişman olunmaması hâlinde cezası çocuklarının ölümü olmuştur. Lilith zaten isyanın başlangıcı olduğu için, insanı yılan suretiyle yoldan çıkartması da ona iliştirilmiştir.
Bu bağlamda inceleyeceğimiz diğer bir mit Yunan mitolojisinden. İnsanlığın hamisi olarak bilinen Prometheus’un Zeus’tan ateşi çalması üzerine ona ayrı bir ceza, onun soyu olan insanlığa ise ayrı bir ceza verildi. Bu ceza insanoğlunun sevip, okşamaya doyamayacağı yaratılışında birçok tanrının işlevi olduğu kadındı. İnsanlık, kadınla sınandı. Kadının bir mitte dahi ceza olarak görülmesi feminizm ve felsefenin ne kadar doğru, ne kadar gerekli bir birleşim olduğunu kanıtlar niteliktedir. “Kadının fıtratında itaat vardır” düşüncesinin yeşerdiği bu anlatımlar, efsanelere değinmenin amacını, bir yerlerde başlamış olan, kadının arka plana itilmesi, itaatkâr görülmesi gibi temel sorunların günümüze aksettirdiği durumları daha elverişli bir şekilde inceleme imkânını sunar ve bir doğru yol işaretçisidir. Kadının ceza olduğu düşüncesi günümüzde anlatıldığında, muhtemelen o mite hak verilecek, bunun zaten böyle olduğu söylenecektir. Her sorun kendi içinde bir tarihsellik barındırır. Aslında efsane olarak anlatılan şeyler, sorunun yapıtaşlarıdır ve zihinlere gerçek gibi yerleşmiştir. Oysa kadın filozof ve matematikçi Hypatia’nın dediği gibi; “Efsaneler efsane diye, masallar masal diye anlatılmalıdır”.
Kadının erkek karşısındaki güç yitimi, ekonomik nedenlere dayanır. İlk toplumlarda kadın, doğurganlığı bakımından toprakla eş değer kılınıp kutsal kabul ediliyordu. Lâkin özel mülkiyet anlayışının çıkması ile birlikte, kadının birden fazla adamla birlikte olabilme hâlinde doğacak çocuklar için mal bölümünün olacağı, biraz da kıskançlık ve “O benim” düşüncesi kadını tehlikeli bir varlık olarak göstermeye başladı. Kadın ortalıkta olmamalı, eve kapatılmalıydı. Artık doğuran değil, doğurtan önem kazandı. Bunun üzerine dinler bize belli şeyleri kutsalmışçasına aşılamaya başladılar. İsyan eden kadına karşılık erkeğin kaburga kemiğinden yaratılmış kadın düşüncesi benimsetildi (Nisa Suresi:1). Kadının erkeğin kaburga kemiğinden yaratılmış olması, kadının atasının erkek olduğu anlayışının yerleşmesi ve bunun kullanılması demektir. Aklını kullanma cesaretini gösteremeyen, “yeni” fikrine karşı duran insanlarda bu düşünceyi değiştirmek neredeyse imkânsızdır. Onlar hâlâ “Fıtratında kölelik var” düşüncesini devam ettireceklerdir.
Yukarıda değindiğimiz felsefenin ışığının gerekliliği, kimi zaman bu ışık olsa dahi yeterli olamamıştır. Bu zamana kadar bildiğimiz hiçbir filozof, kadınlar hakkında bilgi vermemiş, aksine ona, toplumla özdeş bir gözle, yani nesne gözüyle bakmışlardır. Öyle ki Sofokles; “Susmak kadının erdemidir” derken Immanuel Kant ise felsefe yapabilen bir kadın için ; “Ne zaman felsefe yapabilen bir kadın hayal etsem, onun sakallı olduğunu düşünürüm” demiştir. Arthur Schopenhauer ise ;
“Kadınlar zihinsel olsun bedensel olsun, büyük işler için yaratılmamışlardır. Bunu net bir şekilde anlamak için onların görünüşüne bakmak yeterlidir. Onlar yaşamlarının çilesini yaptıkları ile değil, katlandıkları ile çekerler, (borçlarını doğum sancılarıyla, doğurdukları çocuğu bakıp büyütmeleriyle, sabırlı ve neşeli bir yoldaş (Eş) olmaları gereken erkeğe karşı gösterdikleri itaatle öderler. En yoğun ıstıraplar ve neşeler onların yapısına ve doğasına uygun değildir. Onların payına düşen büyük güç ve metanet gösterileri değildir ; onların yaşamı erkeğinkinden daha sakin, daha nazik, daha hafif-latif bir şekilde (daha az önem taşıyarak), esas itibarıyla daha fazla mutlu ve daha fazla mutsuz olmaksızın akıp gitmelidir” (A.Schopenhauer, 2014: 6 ) demiştir.
Görüldüğü üzere kadın, erkek her ne kadar filozof olursa olsun onun zihninde bilen bir varlık olamamıştır. Aslında sorun, kadının epistemik bir varlık olup olmadığıdır. “Kadın bilebilir mi?”, “Kadın doğasında bilmek var mıdır?”. Oysa bilgi dediğimiz güç cinsiyete bağlı olmayıp, Aristoteles’in dediği gibi insanın doğasında vardır, “İnsan doğası gereği bilmek ister”. Bunun bir cinsiyete bağlı olması, cinsiyetle şekillenmesi kabul edilecek bir şey değildir. Sofokles, kadının erdemini susmak olarak tanımladı. Oysa erdem, cinsiyete göre şekil değiştiremez. Kant’ın söylediğine karşılık ise, pekâlâ felsefe ile uğraşmış fakat onlardan bahsedilmeyen kadın filozoflar da vardır. Pythagoras’ın eşi ve aslında yaptığı felsefenin sahibi Theno gibi, Aspasia ve Hypatia gibi… Hatta Theno; “Düşünemeyen bir kadın olmaktansa, başı boş bir at olmayı tercih ederim” diyen bir kadın filozoftur. Ama maalesef kadın filozofların bahsi hiç geçmemiş, tarihin sayfalarında gömülü kalmışlardır. Burada yapılacak her savunma gizli kalan her kadını anmak içindir.
İnsan akıllı bir varlıktır. Lâkin, insanın akıllı olması, onun her zaman doğru düşündüğünü göstermez. Ya da fazlaca insandan onay almış bir düşünce, doğruluğu kanıtlanabilir bir düşünce değildir. Kadının akıllı bir varlık olup olmadığını tartışan her zihniyet bizlere yukarıdaki önermelerin yerinde olduğunu gösterir. Kadını epistemik bir varlık olarak görmeyen düşünce yapısı, insanın akıl edebiliyor olması ile çelişmesinin ilk adımıdır. Akıl edebilen bir insan, nasıl olur da bir kadının bilemediği ihtimalini sorgular? Bu soru niçin tüm erkeklerce problem olmuştur? Üstelik üzerine duyulan şüphe nasıl olmuş da kadınlar tarafından kabul edilebilmiştir? Görünen o ki; insanlar kalıplaşmış fikirleri ve önyargıları ile vedalaşmayı bir türlü öğrenemediler. Bir kabulün ne kadar kabul edilebilir olduğunu hiç sorgulamadılar. Bahsi geçen kabullerde zarar gören kadın haklarıdır, ama önemli olan ve asıl zararı gören kesin olarak “insanın akıllı olma özelliği”dir.
Pythagoras’ın dünyayı olumlu ve olumsuz olarak ikiye böldüğü felsefesini hatırlayalım. Olumlu dünya başlığı altında; bir, aydınlık, iyi, bilgi, ruh, erkek varken olumsuz dünya başlığı altında; iki, karanlık, kötü, bilgisizlik, madde ve kadın vardı. Kadına olan kısma kadar anlaşılır olan bu felsefî düşünce, mesele kadının olumsuzluğu olunca problemli duruyor. Kadın erkekten üst bir varlık olmadığı gibi, erkekten düşük bir varlık da değildir. Ortada iyilik, bilgi gibi önemli kavramlar varsa bu her iki cins için de geçerlidir. Burada bu kavramları bir cinse atfetmenin lüzumu yoktur. Çünkü bu kavramlar evrenseldir ve aslında bu kavramlara ulaşmak yegane amaçtır. Yukarıda değindiğimiz mitlerde görülen kadının şeytanlaşma meselesi aslında bu düşünceleri açıklar niteliktedir. Bir erkek bir kadını neden tehlike veya olumsuz olarak görür? Muhtemelen erkek önce kadını bir seks objesi olarak görür ve tehlikeyi –yoldan çıkarıcılığı– bu düşünce ile birleştirir, adeta hiç iradesi yokmuş gibi. Kadın sadece ayak işlerine lâyık olduğundan, erkeğin altında olduğu düşüncesi beyinlere yerleştiğinden, onun her özelliğini kendisi için varsayar. Kadın apriori olarak erkek için ve onun ihtiyaçları için vardır. İhtiyaçlar ahlâkdışı olsun veya olmasın. Belki de kadın sadece erkeğe bağımlı olduğu düşüncesinden dolayı, bilgiyle bağdaştırılamaz. O kadar sorumluluğu olan kadın nasıl bilebilir? “Önce kadınlığını yerine getirsin, bilgi sonraki iş” olarak görülen fazlaca düşünce vardır. Oysa bilgi insan olmanın yegane koşuludur. Bir diğer geçerli sebep ise pathos/nous ayrımıdır. Pathos; duygusallık anlamına gelirken, nous; akıl anlamına gelir. Ve kadın çok aşina olduğumuz bir düşünce ile duygusal bir varlık olarak tanımlanır ve pathos kategorisine dâhil olur. Bu bağlamda kadının alacağı kararlar akla uygun olmayıp doğası gereği duygularına bağlıdır. Kadın insan olmanın gerektirdiği kadar duygusaldır, daha fazlası veya daha azı değil. Bu zamana kadar hep mevcut zihniyeti eleştirdik, duygusallık bağlamında kadınların durumu kabullenişine baktığımızda, duygusallıktan gurur duyan çoğu kadın görürüz. Adeta, bu hayatta etkin olmaya karşı alınmış bir önlem gibi çıkar karşımıza bu kabullenişler. Evde oturmayı seven, çalışmak istemeyen, üzerine yapıştırılmış duygusal kadın etiketini kabullenen fazlasıyla kadın vardır. “Kadın başıma ne yapayım ben?” cümlesini sık sık duyarız. İşte tam bu noktada karşımıza önemli bir ayrım çıkıyor. Bu ayrım akıllı olmak ve kendini bilebilme ayrımıdır. Bir insan akıllı olabilir ama kendini bilmiyorsa aklını kullanamıyor demektir. Kendini bilmek çetrefilli bir yoldur. Kendini hesaba çekmek, kendiyle yüzleşmek… Lâkin bu yol tam olarak birey olma, özne olma yoludur. İbn-i Sina’da kendini bilme konusunun ne kadar önemli olduğunu hatırlarız. Ona göre; “Kendini bilen insan, bazı kendini bilmez insanların, onun hakkında ne söylediklerini umursamaz”. Bizim eleştireceğimiz kesim ise, kendini bilmeyen insanlardır.
Max Scheler İnsanın Kosmostaki Yeri adlı eserinde, insan ve hayvan arasında çok güzel bir ayrım yapar. Hayvan, bulunduğu çevrenin doğruluğunu ve yanlışlığını sorgulamadan yaşayabilir, uyum sağlayabilir, bir nevî bunu yapmak zorundadır. Ama insan hayır diyebilendir, gördüğü güya gerçek olanın, kabuğunu soyarak realitenin ardındaki realiteyi görebilendir. Objektif bakabilen, bulunduğu yerden kendini soyutlayabilendir. O hâlde bir ben bilincine sahip olmak tam olarak realitenin realitesini görebilmektir. Var olduğumuzu bilebilir ama nasıl bir varlık olduğumuzu, neler yapabileceğimizi sorgulamazsak varlığımız sadece soyutluk aşamasında kalacaktır. Kadın bir şeyleri sorgulamadan kabul ederse soyutluk evresindedir. Sorguladığı an, birey olmaya, özne olmaya başladığı andır. İnsan, özgürlüğüne saldırı olarak gelen her düşünceye hayır diyebildiği sürece insandır. Çünkü insan otonom bir varlıktır. Kendi kararlarını kendi alabilir, yaşamını kendi kararları ile belirleyebilir. Bu bağlamda otonomluğa saldırı olarak nitelendirilebilecek her kurala karşı çıkmak birey olmanın gerekliliğidir. Karşı çıkma, sorgulama felsefe yapabilmek için yeter sebeplerden biridir. Felsefe yapabilme ise doğruya ulaşmanın yoludur, fakat bu yol çoğu zaman soyut kalır, realiteye nüfuz etmez. Feminist felsefe ise, bahsi geçen yolun realiteye nüfuz ettiği yoldur. Yani bu alanda oluşan farkındalık bir şeyleri değiştirebilir.
İnsan bir şeyin farkındaysa o şey gerçektir. Lâkin burada asıl sorun bu farkındalığı topluma kabul ettirmektir. Aristoteles’in ahlâk üçgenini hatırlayalım. İnsan akıl, irade ve eyleme sahip olduğunda ahlâklı oluyordu. Yani bir şeyi akıl edebiliriz, ama onu irade edip eylemediğimizde o eylem metafizik kalacaktır. Fakat eylem ne kadar gerçekleşmiş olsa da toplumda hâlâ metafizik kalabilir.
Sofistlerin önemli bir tezi vardır. Onlara göre “kendinde iyi veya kendinde kötü yoktur. Her şey toplumda şekillenir”. Bu düşünce aslında kilit birçok konunun çözümü niteliğindedir. Toplum insana, insanın nasıl olması gerektiğine dair bir kalıp belirler ve birey bu kalıba hayır demeyip özne olamadığı sürece toplumun istediği şey yani nesnesi olacaktır. Çoğu zaman bu kalıplaşmış düşünceler kadınların aleyhine olup, benlik bilgisi olmayan kadınla birleştiğinde görmezden geliniyor, üstü örtülüyor. Bu bağlamda yine sofistlerin yaptığı bir ayrımdan bahsetmekte yarar var. Bu düşüncede iki ayrım söz konusu. Bunlardan ilki doğal olan olan phusei, bir diğeri yapay/toplum tarafından koyulan kurallardan oluşan thesei alanı. Sofistlere göre değerler ve ahlâk apriori olmadığından aposteriori olarak toplumda şekillenecektir. Asıl sorun phuseide değil thesei alanındadır. İnsan elinden çıkmış bu alan elbette ki mükemmellik barındıramaz. Günümüz objektifinden bakarsak; din, gelenek, görenek başlığı altında bize aşılanmış, çoğunlukla erkeklerin çıkarına uygun bazı kurallar dizgesi görebiliriz. Kadının kendi bedeni hakkında söz sahibi olamadığına aşinayız. Kendi bedeni için söz söyleme hakkına sahip olmayan kadın, özel hayatı, nasıl giyineceği, nerede ne zaman nasıl bulunucağı/davranacağı konusunda da söz sahibi değildir. İşte asıl sorun o beden hakkında söz söyleyip, kural belirleyebilen zihniyettedir. Kadını bireysellikten ötekileştiren zihniyet.
Ötekileştiren zihniyetin en sağlam tedavisi ben bilincine sahip olma ve kendini özne olarak görme ile mümkündür. Peki kendini özne olarak gören kadın toplumda yer edebilir mi? Eski dönemlere kıyasla günümüz dönemi, kadının özne olarak var olmasına bir nebze de olsa hak vermiş gibi görünüyor. Eski çağlara baktığımızda, bir Antik Yunan Dönemi’nde, bir Osmanlı Dönemi’nde kadının var olabilmesinin ne kadar çetrefilli bir şey olduğunu görebiliyoruz. Öyle ki Antik Yunan Dönemi’nde erkekler bedenlerini göstermek, erkekliklerini kanıtlamak için, gimnezyum denilen alanda çırılçıplak dolaşıyorlardı. Daha da ileri gidip, bulundukları yere birkaç kadını çıplak hâlde çağırıp onlara yerden bir şeyler toplattırıyorlar, sonrasında tahrik olup doyumları geçene kadar kadınlara tecavüz ediyorlardı. Atina’da yapılan olimpiyatlara kadınlar giremiyorlardı. Rivayete göre bir kadın oğlunun olimpiyatta şampiyon oluşuna tanık olmak için yapılan yere girmek istediğinde durdurulur. Zorla girmek isteyen kadın, ısrarla geri çevrilir. Kadın girmesi gerektiğinin farkında, yapılanın hakaret olduğunun farkındadır ama yine de oraya girmenin tek yolunu erkek kılığına girmekte bulur. Erkek kılığına girip alana giren kadın, fark edilir ve cezası ölüm olur. Örneğini verdiğimiz bu kadın, farkındaydı, ben bilincindeydi, ne yapması gerektiğini biliyordu. Sadece cinsiyetinden dolayı özneliği göz ardı ediliyor, öznelik atfedilmiyordu. Üstelik ötekileştiren zihniyete uyum için, olduğundan farklı bir hâle bürünüp, toplumun görmek istediği şey oluyor, yine de cezası ölüm olabiliyordu. Bir düşünüre göre; “Kadın olimpiyatlara katılamaz, çünkü kadının görevi erkeği alkışlamak, onu yüceltmektir”. Bu cümle bağlamında aslında değinmek istediğim şu: Bir düşünür, düşündüğü hâlde bile ortaya böyle bir cümle çıkıyorsa, o dönemde yaşamış bir kadın nasıl olur da özneliğini ispatlayabilir? Yine Antik Yunan Dönemi’nde eve bir misafir geldiğinde, kadının misafiri karşılamasına izin verilmez, ev iki katlıysa üst kata çıkarılır ve sokağa bakmayan bir odaya kapatılırdı. Bu kadının bedeninin nasıl bir tehlike olarak görüldüğünün, erkeğin nasıl bir kendini tutamama hâlinde olacağının ispatıdır. Şüphesiz Antik Yunan Dönemi’nin en güzel örneklerinden biri de bilimin cinayeti olarak adlandırılabilecek olan Hypatia’nın ölümüdür. Öyle ki Hypatia bilim insanıydı, filozoftu, öğretmendi. Topluma uygun olmadığı, yoldan çıkarıcı olduğu düşüncesi ile taşlanarak öldürüldü. Ona atılan her taş bilime atılan taştı. Hypatia ancak öldüğü zaman toplum tarafından aklanabildi.
Tarihteki birçok söylem ve eylem, kadını yukarıda bahsedildiği gibi ötekileştirmeye yöneliktir. Felsefenin ortaya çıkması ile insan kendini ontolojik olarak sorgulamaya başladı. Kim olduğunu, nereden geldiğini, nasıl bir varlık olduğunu, sorgulamaya başladı ve bu sorgulama gücü sayesinde belli şeylerin yerinde olmadığını gördü. Çünkü Aristoteles haklıydı; “İnsan doğası gereği, doğal olarak bilmek, anlamak ister”di. Hâliyle insan bilme arzusuyla merak arzusunu birleştirdi ve her şeyi sorgulamaya başladı. Ben bilincine varabilen insan bir zoon politikan oldu. Çünkü, insan özne olmadan politik olamazdı. İnsan sosyal bir varlık olarak anlamaya başladı. Lâkin anlamak sadece tek bir alanda geçerli olmadı o da; kadının epistemik bir özne olması.
Sokrates insan için yerinde bir tanım yapar: “İnsan sanıldığı gibi dünyada ki en iyi varlık değildir, mükemmel değildir. Bir yanı biyolojik olma ve doğaya bağlı olma bakımından hayvandır.” Mükemmel olmayan insanın yaptığı her eylem mükemmel olmayacaktır. Mükemmele yakın en güzel eylem, kuşkusuz felsefedir. Diyojen’in dediği gibi: “Her insan bir gün fakir olacağını, sakat olacağını hayal edebilir ama filozof olacağını hayal edemez. Bu yüzden filozoflara değer verilmez, yardım edilmez.” Hâliyle felsefe yapmak bir lükstür. Kendi mükemmelliğinin problemli olduğunun farkında olan insan, kendini sorgulayacaktır. Max Scheler’a göre insan mükemmel olmadığı kadar doğadaki en güçsüz varlıktır. Bir kaya, bitki, hayvan, insan sıralamasından oluşan piramit çizdiğimizde piramitin sivri kısmında insan olur ve bu sivri kısım en güçsüzü temsil eder. Örnek bağlamında düşünürsek bir kayayı ikiye böldüğünüzde iki kayanız olur, bir bitkiyi budadığınızda yeni ve sağlıklı bir bitki bulursunuz, bir hayvanı incittiğinizde doğada kendi kendine incitme dozuna paralel olarak zamanla iyileşecektir. Lâkin bir insanın bir yerine ufak bir yara açtığınızda, vücuduna her hangi bir mikrop girdiğinde, en basit örneğiyle yeni doğan bir hayvan yavrusu ile insan yavrusunu kıyasladığınızda ne kadar bakıma muhtaç bir varlık olduğumuzu görebiliriz. İnsan aslında hâkimiyeti elinde tutacak kadar güçlü gözükse de aslında bir çok şeyden daha güçsüzdür. İşte insanı insan yapan, diğer varlıklardan ayıran Scheler’ın da bahsettiği gibi, ben olma bilincidir. Tam bu noktada dayatılan, öğretilen şeylerin sorgulanması gerekir ki ben bilincine sahip olabilelim. Bir kadının neden tehlikeli gösterildiği, neden namus kavramının, bekaret kavramının sadece kadına atfedildiği, her şeyin en iyisinin erkeğe yönelik olarak düşünülüp, kadının –erkekten kalırsa– belli iyiliklerden faydalanabileceği fikirlerini sorgulamak gerekir. İnsanların temizliğe önce beyninden başlaması gerekir. İnsan doğuştan değer yargıları ile doğmaz, değer yargıları toplumda şekillenir. Her değer yargısı, yerine ve zamanına göre kendi içinde çelişir. Kimi zaman değer yargıları duruma göre özünden feragat edebilir. Ahlâk kavramı, her insanın ulaşması gereken bir kavramdır lâkin, bu değerli kavram cinsiyete göre farklılık gösterebilmektedir. Kadınların yaptığı eylemler, öncelikle kadınlığına uygun olmalı, sonra ahlâka uygun olmalıdır.
“Tanrı iradesini hakim kılmak için yeryüzündeki iyi insanları kullanır, yeryüzündeki kötü insanlar ise kendi düşüncelerini hakim kılmak için tanrıyı kullanır.” Bruno’nun bu sözü bütün dogmatikliği açıklar niteliktedir. Tanrı, metafiziktir. Metafizik ve bilinmeyen üzerine konuşmak, sadece inanç meselesi olduğundan, fikirleri değiştirmenin zor olduğu bir alandır. Retoriği iyi olan bir kimse, din hakkında çeşitli söylemler kullanarak insanları herhangi bir teoriye ikna edebilir. Biraz retorik bilgisine sahipseniz, bu bilgi karşıdaki ikna için harika bir silahtır ki Bruno’nun sözünden de anlaşılacağı gibi bu genelde kötüye kullanırlar. Din felsefesi tanrının varlığını/yokluğunu sorgular. Belli öğretilerle bu ikilemleri ispatlamaya çalışır. İşimiz tanrının varlığını ya da yokluğunu tartışmaktan ziyade onun söylediklerinin insanlar tarafından nasıl anlaşıldığıdır. August Comte’a göre tanrı; toplumun ilerlemesine, değişmesine paralel olarak evrim geçirmiştir. Modernite ile tanrının işlevlerini teolojik toplumda insanlar gerçekleştidi. Modern hayatta yeni kutsal, toplumdur. İnsan ve insanlık kavramı, modern dünyanın tanrısıdır. Yani tanrıdan insana bir geçiş söz konusudur. Peygamber ve din adamlarının görevi topluma yol göstermekti ancak bu, modern toplumla birlikte değişiklik gösterdi, yanlışlandı. Artık insan; akıl, bilim, ve düşünmeyle, neyin doğru, neyin yanlış olduğunu biliyor. Buna uygun olarak ise yol göstericinin, din adamları değil, akıl olduğunu söylüyor. O hâlde yeni bilgi tanrının bilgisinin önüne geçiyor. Nietzsche, İşte Böyle Dedi Zerdüşt’te “Tanrı öldü!” derken tam olarak bundan bahsediyordu. Ölen tanrı değildi, tanrıyı tanrı yapan özelliklerdi. Din insanları diğer bir hayatta daha iyi olacaklarına inandırır ki bu durum toplumun alt tabakaları için bir mânâ, bir kurtuluş yoludur. Bu durum insanda bir şükür, bir hâlinden memnun olma zorunluluğu uyandırır. Hâlinden memnun olmayan çoğu kadını, tanrıya sığınırken, dua ederken, başına gelenleri tanrının yaptığı bir sınav olarak adlandırırken görebiliriz. Kutsalın insanı hatırlaması, sevmesi, insanın çektiği acı ile doğru orantılıdır çünkü. Din varsa mucize vardır, mucize varsa mutlaka bir kurtuluş vardır. Bu bağlamda Schopenhauer’un dediği gibi; “Acı çekenler ve acı çektirenler aynıdır”. İnsan kendini bilmediği sürece acı çekecektir. Bu düşüncedeki bir toplumda erkekler, dört kadın alabilme hakkına sahiptir, kadın zaten onların kaburga kemiğinden yaratıldığından, erkeğin alt seviyesinde olmak durumundadır. Bahsi geçen erkek tipi, artık fazla olmamakla birlikte belli yerlerde mevcuttur fakat hakkı yenen kadın sayısı bir tane dahi olsa, onun için felsefe yapmak gerekir. Sorun olarak gördüğümüz her olgu, nedenleri kilitli kutulara kapatılıp görmezden geldiğimiz her sorun, felsefenin ifşasıdır. Bu ifşa gerçekliğin bilgisi için her alanda önemli olup, özellikle kadın hakları hususunda daha bir önem kazanır. Kadın, isteklerini kendi hayatında iliştirilmiş bir şekilde yaşamamalıdır. Aksine kendi istekleri doğrultusunda, kimin ne dediğine aldırmadan yolunda yürümeyi bilmelidir. Toplum onu şekillendiredursun, kadın kendi rolünü bildiği sürece insan olabilecektir. Her kadının hayatında başrol oynayabilmesi dileğiyle…
Kaynakça
İNAN, Afet, Tarih Boyunca Türk Kadınının Hak ve Görevleri, Milli Eğitim Basım Evi, İstanbul, 1982.
AYDIN, Ayhan, İnsanca Varolma Sanatı, Gendaş Kültür, İstanbul, Temmuz 2004.
BEYAZ ERKIZAN, Hatice Nur, Aristoteles Yazıları, Feminizm ve Aristotelesçi Feminizm Üzerine, Sentez Yayınları, Topkapı/İstanbul, Ağustos 2012.
BUTLER, Judith Toplumsal Cinsiyet Düzenlemeleri, Cogito, Feminizm, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, Kasım 2009.
ÇOTUKSÖKEN, Betül, Felsefe: Özne-Söylem, İnkılâp Kitabevi, Bağcılar, İstanbul, 2002.
SAVRAN, Gülnur, “Kadınların Kurtuluşu Bildirgesi”nin Düşündürdükleri, Sosyalist Feminist, Kaktüs, K Yayınları,İstanbul, Aralık 2009.
SCHOPENHAUER, Arthur, Aşka ve Kadınlara Dair Aşkın Metafiziği, Gece Kitaplığı Yayınları, Ankara, Eylül 2014.
SENNETT, Richard, Çev. Tuncay Birkan, Ten ve Taş, Metis Yayınları, İstanbul, Kasım 2002, Ocak 2006.
TOURAINE, Alain, Çev. Mehmet Moralı, Kadınların Dünyası, Kırmızı Yayınları, İstanbul, Eylül 2007.
Yazar: Merve Karacan
Düşünbil Portal’da yayımlanan, Düşünbil yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır.
Düşünbil Portal’da yayınlanan tüm özgün yazıların içeriğinden yazarları sorumludur.