Milan Kundera‘nın Ölümsüzlük romanında Goethe karşımıza hem etten kemikten bir insan, hem de Batı Avrupa düşünürünü temsil eden bir ölümsüz olarak karşımıza çıkar. Büyük Alman düşünürünün dünyadan göçüşü, bilginin uzmanların tekelinde parçalara bölünmesinin de bir simgesi olarak anlatılır. Goethe, bilinebilecek her şeyi bilen, birleştirici doğa filozoflarının sonuncusudur, Kundera’ya göre.
Goethe ölmüş, bilgi parçalanmıştır!
C.P. Snow İki Kültür isimli kitapçığında bu bilgi kırılmasının iki ana ekseninin bir tarafında edebi entelektüeller ve diğer tarafında ise “pozitivist” bilim insanları olduğunu öne sürer. Snow’a göre bu iki eksen birbirleri ile iletişim kuramaz ve birbirine saygı duymaz hale gelmişlerdir.
Şu anda içinde bulunduğum akademik ortamda rahatça söyleyebilirim ki, bilginin aşırı özelleşmiş parçalara ayrılması, Batı entelektüel dünyasının bir gerçeği. Bu konuya önceki yazılarımdan birinde değinmiştim. O yazıda, son yüzyılda olagelen uzmanlaşma sürecinin, ne yazık ki büyük düşünsel yapılar yaratmaktan ziyade, birbirinden kavramsal olarak kopuk ve ancak metodoloji üzerinden birbirine bağlanabilen entelektüel adacıklar yarattığını öne sürmüştüm. Kişisel olarak da, bırakın diğer bilim dallarını, biyoloji alanında basılan makalelerin bile sadece küçük bir parçasını takip edebildiğimi itiraf etmem gerekir. Bir anlamda akademinin son yüzyıldaki başarısı, kişisel dehaların tek başına kavrayamayacağı büyüklükte bir bilgi evreni yaratmış durumda. Bu durumda ne yazık ki, sayıları gitgide artan “uzmanlar” arasında, geniş düşünen entelektüellerin sesleri daha az duyulmakta sanki.
Belki de bu yüzden, entelektüel dünya ırkçılığa, eşitsizliğe, insan yapımı çevresel felaketlere sesini olması gerektiği gibi çıkaramıyor. Dahası ancak sofistike bir entelektüel çoksesliliğin getirebileceği devrimler, yavan, eskimiş, geleneksel entelektüel adacıklar içinde boğuluyor. Heyecan verici yeni gelişmeler, örneğin insanların Neandertal DNA’sı taşıması, filozofların veya edebiyatçıların radarına girmiyor. Medikal ve genetik araştırmacılar, on yılların ırkçılık ile ilgili sosyolojik araştırmaları bilmediklerinden, örneklemelerini ırksal sınırlar içinden yapıyorlar. Belki de en kötüsü, kariyer kaygıları içinde yılmış akademisyenler, cesaretlerini, meraklarını ve dürüstlüklerini kaybediyorlar. Sonuçta, birbiri ile iletişimi kısıtlı ve düşün ile değil, teknoloji ile ilerleyen bir entelektüel dünya ortaya çıkıyor.
Bu düşünceler içinde iken Türkçe’ye çevrilmemiş olan Sean Carrol’un Brave Genius (Cesur Deha) isimli kitap çok uzun süredir olmadığım kadar umutlandırdı beni.
Kitap, yazar ve filozof Albert Camus ve biyolog Jacques Monod’un iç içe girmiş, İkinci Dünya Savaşı ile şekillenmiş ve 20. yüzyıla damgasını vurmuş entelektüel hayatlarının öyküsü. Kitaptan öğreniyoruz ki, bu iki Fransız birbirinden olabildiğince farklı ailelerden geliyorlar. Camus, Cezayir’in fakir, koyu derili, nasırlı elli bağrından Paris’e gelirken, Monod uluslarası bir entelektüel ailenin çocuğu olarak Paris’te doğar. Nazi işgalinin hemen öncesinde Camus edebiyatın ve felsefenin derin denizlerinde boğulmamaya çalışırken, Pasteur Enstitüsü’nün küçük bir odasında Monod bakterilerin değişik şeker miktarlarına neden farklı tepkiler verdiğini anlamaya çalışır. Tam olarak C.P. Snow’un tanımladığı birbiri ile iletişime geçemeyen iki kültürün stereotipik temsilcileri olmak için doğmuşlardır adeta. Fakat kitabın geri kalanından öğreniyoruz ki iki düşünür her konuya olan merakları ve dikkatlice düşünüp doğru olduğuna karar verdikleri meseleler için otoriteye karşı olan cesur politik duruşları ile alternatif bir entelektüel kültürün var olabileceğini hatırlatıyorlar bize.
Carrol’un kitabına göre Nazi’lerin Fransa’yı bir çizgi roman acımasızlığında, ani işgali, Camus ve Monod’yu birleştiren ilk olaydı. İki düşünür de Nazi ideolojisini insan onuru ve özgürlüğü için temel ve irrasyonel bir tehdit olarak görmüşlerdi. Kafa karışıklığının ve entelektüel yozlaşmanın cirit attığı Ehrenburg‘un “düşen” Paris’inde, Camus ve Monod, hem kendilerini, hem ailelerini işkence, hapis ve sorgusuz infazın kıyısına kadar götürecek riskler alacak kadar net bir Nazi karşıtı duruş sergileyeceklerdi. Camus direnişinin ana sesi olan Combat gazetesinin editörlüğünü yaparken, Monod Fransız direniş hareketinin askeri kanadında yüksek rütbeli bir subay olarak görev alacaktı.
Tam bu zamanda, Monod küçük laboratuvarında, Camus bulabildiği her yerde, hayatlarını adadıkları asıl meseleye, hayatın anlamını kavramaya, devam ediyorlardı. Monod bakterilerin değişik şeker kombinasyonlarında farklı büyüme özellikleri gösterdiğini bu arada gözlemlemişti. Aynı zamanda, Camus en önemli kitaplarından birisi olan Sisifof Söyleni’ni yazmaktaydı. Bu iki çalışma, insanın varoluşunun temeli bağlamında kesişecek ve iki düşünüre de birer Nobel ödülü getirecekti.
Nazilerin küllerinden doğan cesur yeni dünyada, Camus ve Monod’un yolları bu sefer Sovyet bilim politikasına ve özellikle Trofim Lisenko’nun baskıcı yöntemlerine tepkileri üzerinden kesişecekti. Lisenko isimli, hırslı ve genç botanikçinin bilimsel jargonla çeşnilenmiş ancak aslında psödobilimsel fikirleri Stalin’in ilgisini çekmiş, Lisenko hızla Sovyet Bilimler Akademisi’nin direktörlüğüne kadar yükselmişti. Lysenko, türlerin, özellikle mahsül veren tahılların, Mendel’in genetik kanunları ile değil, Lamarck’ın çürütülmüş teorisinde öne sürdüğü gibi, dışarıdan müdahale ile iyileştirilebileceğini savunmaktaydı. Lisenko politik gücü ve Stalin’in desteği ile kendi teorisinin Sovyet biyolojisinin temeline yerleştirmiş, o dönemde hızla gelişen sirke sineği bazlı genetik bulguları sansürlemiş ve kendini eleştiren bilim insanlarını sürgüne yollamıştır (Lisenko gibi “Kuşku tüccarları“ bir Çağrı Yalgın yazısında ele alınmıştı). Bu duruma sessiz kalmak istemeyen Monod, Camus’un Nazi işgali sırasında editörü olduğu Combat gazetesinin baş sayfasına Lisenko’nun zaferinin hiçbir bilimsel temeli yoktur’ isimli bir yazı yazar. Bu süreç içerisinde, hem Monod hem Camus, Sartre’ın başını çektiği ve ulusal düzeyde entelektüellerin ana buluşma noktası olan Fransa Komünist Partisi’nden dışlanacaklar, ama birbirlerine yaklaşacaklardı. Sonraki senelerde Camus erken ölümüne kadar Fransa’nın en önemli entelektüeli olacak, Monod ise 68’ öğrenci olaylarından, komünist Macaristan’dan bilim insanlarını gizlice sınırdan geçirmeye ve Pasteur Enstitisü’nün direktörlüğüne kadar oldukça maceralı hayatına devam edecekti.
Şimdi tam burada durup, Carrol’un anlattığı bu hikayenin en can alıcı noktasına gelmek istiyorum. Camus’nun 1960’da bir araba kazasında ölmesinden on sene, Monod’nun François Jacob ve Andre Lwoff ile birlikte protein sentezinin genetik kontrolü ile ilgili çalışmaları için Nobel ödülü almasından ise 5 sene sonra, Monod’nun Şans ve Gereklilik isimli kitabı yayınlandı. Camus’nun Sisifof Söyleni’nden bir alıntıyla başlayan kitabında, Monod kendi çalışmalarından yola çıkarak hayatın kozmik bir şans olduğunu ve buradan da Camus’nün çıkarımına benzer bir şekilde insanların yaşamlarından ve nasıl davranacaklarından ancak kendilerinin sorumlu olduğunu öne sürüyordu. Bütün bu düşünüşün üzerine Monod kendi politik görüşünü inşa ediyor ve bilgi üretiminin, yaratıcılığın ve özgürlüğün diğer ideolojiler üzerinde tutulması gerektiğini savunuyordu.
Carrol’un kitabını bitirdiğimde, Monod’un hayatının çok etkisinde kaldım. Her ne kadar bir antik çağ filozofu kadar, “her şeyi” bilen bir düşünür olmasa bile, kendi özel odak noktası olan bakteri enzimlerinden, hayatın anlamından, karmaşık politik kişiliğine kadar geniş bir spektrumu barındıran bir entelektüel kimliği oluşturabilmiş bir bilim insanı. Carrol’un kitabından üç kesit Monod’nun bir biyolog olarak bu zengin entelektüel kimliği nasıl oluşturduğunu özetliyor kanımca.
Kesit bir – Merak ve insan potansiyelinin her şekline saygı: Monod’un evinde bir akşam yemeği. Monod ve ailesi ve misafirler olarak Camus, Melvin Cohn isimli bir Amerikalı biyolog ve klasik müzik sanatçısı Andre Marchal.
Kesit iki – Kariyer ve hayat kaygılarının üzerinde bir cesaret: Mayıs 13, 1968. Monod, Sorbonne’un öğrenci işgalindeki reform tartışmalarına katılan ve öğrencilerin yanında yer alan kürsü sahibi tek profesör.
Kesit üç – Kendine ve dünyaya karşı entelektüel dürüstlük: 1975. Monod ölüme yakınken kendisine hangi değerlere göre yaşadığını soran 13 yaşındaki bir hayranının mektubuna cevap verir: “Sana yalanlara karşı nefretimden bahsetmek istiyorum. Çünkü insan doğruları bildiğinden hiçbir zaman emin olamaz. Ancak yalanlar her zaman ortaya çıkarılabilir ve reddedilebilir.”
Carrol kitabında, Monod ve Camus’nun olağandışı hayatları üzerinden, bugünün muazzam hızla ilerleyen teknolojik sıçramalar ve onlara bağlı karmakarışık etik ve felsefi sorunlar içinde, uzmanlaşmış adacıklar içinde sıkışıp kalmış bizlere merak, cesaret ve dürüstlük üzerine bir ders veriyor.
Yazar: Ömer Gökçümen
Bu yazı Açık Bilim’in internet sitesinden alınmıştır.