Sigara içerken görülüyor olmak korkusundan, Starbucks’taki “kahve karması”na kadar tüketiciler olarak kültürel bir çıkmaza vardık. 2014’teki Prix Pictet fotoğraf ödülü tüketim konusunu ele alırken Slavoj Žižek, hayatı yaşamak yerine nasıl hayat tarzı satın alır olduğumuzun izini sürüyor.
Kaliforniya’yı son ziyaretim sırasında, ağır sigara tiryakisi Sloven bir arkadaşım ile bir profesörün evindeki bir partiye katıldım. Akşamın geç bir vaktinde arkadaşım çaresiz kalarak ev sahibine sigara içmek için verandaya çıkıp çıkamayacağını sordu. Ev sahibi (en azından onun kadar kibarca) hayır dediğinde, arkadaşım sokağa çıkmayı önerdi ve herkesin görebileceği ortamda sigara içmesinin kendi komşularının önünde statüsünü tehlikeye atabileceğini iddia eden ev sahibi tarafından bu bile reddedildi… Fakat beni asıl şaşırtan şey, akşam yemeğinden sonra ev sahibinin bize hafif (pek de öyle olmayan) uyuşturucular önermesi oldu ve bu türden tüttürme hiç probleme yol açmadı, sanki uyuşturucular sigaradan daha tehlikeli değilmiş gibi.
Bu tuhaf olay bugünün tüketim çılgınlığının içinden çıkılmaz durumunun bir göstergesidir. Bunun açıklamasını yapmak için, psikanalist Jacques Lacan tarafından dikkatle işlendiği gibi, haz ve zevk arasındaki ayrımı ortaya koymak gerekir: Lacan’ın “jouissance” olarak adlandırarak, tanımı ölçülü hale getirdiği terim, hazzın ötesinde ölümcül bir aşırılıktır. Bu nedenle, iki uç noktaya sahibiz: Bir tarafta eğlencesini uzatmak ve canının yanmasından kaçınmak için hazzını dikkatli bir biçimde hesaplayan aydınlanmış hedonist (hazcı), diğer tarafta jouissance’ın ölümcül aşırılıklarında mutlak varlığını tamamlamaya hazır olan “jouisseur propre” -ya da toplumumuz açısından, bir yanda hazlarını hesaplayan ve her türlü rahatsızlık ve diğer sağlık tehditlerinden iyi korunan tüketimci, diğer yanda da kendi kendine zarar vermeye meyleden uyuşturucu bağımlısı veya sigara tiryakisi. Jouissance, hiçbir şeye hizmet etmeyen şeydir ve günümüz hedonist-faydacı “hoşgörülü” toplumun büyük gayreti, bu sayılamaz (hesaplanamaz) aşırılığı kendi çıkarları için sayma (muhasebe) alanı içinde kullanmak ve evcilleştirmektir
Jouissance’a müsamaha edilir, hatta talep edilir, ancak sağlıklı olması koşuluyla, ruhsal veya biyolojik istikrarımızı tehdit etmemesi koşuluyla: Çikolata, evet ancak yağsız; kola, evet ancak diyet; kahve, evet ancak kafeinsiz; bira, evet ancak alkolsüz; mayonez, evet ancak kolesterolsüz; cinsellik evet ama güvenli cinsellik…
Peki, burada neler oluyor? Son on yıl civarında, pazarlamanın vurgusunda bir değişim, ekonomi kuramcısı Jeremy Rifkin’in “kültür kapitalizmi” olarak tanımladığı yeni metalaştırma evresi oldu. Sağlıklı bir yaşam biçiminin imgesi olduğu için bir ürün -diyelim ki organik elma- satın alıyoruz. Bu örneğin gösterdiği gibi, doğal kaynakların acımasız kapitalist sömürüsüne karşı ekolojik protestonun kendisi, deneyimlerin metalaştırılmasına hapsolmuş durumda; çünkü ekolojinin kendisini günlük yaşamlarımızın sanallaştırılmasına karşı protesto olarak algılamasına ve görsel somut gerçekliğin doğrudan deneyimlenmesine dönüşü savunmasına rağmen, ekolojinin kendisi yeni bir yaşam biçimi olarak markalaşmaktadır. “Organik gıda” vb. satın alırken bilfiil satın aldığımız şey, neredeyse belirli bir kültürel deneyim, “sağlıklı ve ekolojik yaşam tarzı” deneyimidir.
Ve aynı şey, her “gerçekliğe” dönüş için geçerlidir: ABD’de yaklaşık on yıl kadar önce geniş kapsamlı bir şekilde yayımlanan bir reklam spotunda, bir grup sıradan insanın Amerikan folk müziği ve dans eşliğinde barbekü yaptığı görülüyordu ve beraberinde şu mesaj veriliyordu: “Sığır eti. Gerçek insanlar için gerçek yiyecekler.” Buradaki ironi, burada belirli bir yaşam tarzının (“gerçek” köylü işçi sınıfı Amerikalılar) sembolü olarak sunulan sığır etinin “yapay” bir seçkin sınıf tarafından tüketilen “organik” gıdadan kimyasal ve genetik olarak çok daha fazla hileli olmasıdır.
Bugün tanık olduğumuz şey, deneyimlerimizin kendisinin doğrudan metalaştırılmasıdır zira pazardan satın aldıklarımız, giderek daha az ürün (somut nesne) ve giderek daha fazla yaşam deneyimi, yani cinsel ilişki, yemek yeme, iletişim kurma, kültürel tüketim, bir yaşam tarzına katılma deneyimleri, oluyor. Michel Foucault’nun kişinin kendi benliğini bir sanat eseri haline getirme fikri, böylelikle beklenmedik bir şekilde doğrulanıyor: Spor salonlarına sık gitmek yoluyla bedensel formumu satın alıyorum; transandantal meditasyon kurslarına kayıt yaptırmak yoluyla ruhsal aydınlanmamı satın alıyorum; ilişki kurmak istediğim insanlar tarafından ziyaret edilen restoranlara giderek sosyal karakterimi (persona) satın alıyorum.
Tüketimcilik karşıtı ekoloji de aynı zamanda özgün bir deneyim satın alma durumudur. Çevremize yönelik tehditler için kabahatli olduğumuzu varsaymaya hazır olmak yanıltıcı bir biçimde rahatlatıcı da: Biz suçlu olmaktan hoşlanıyoruz; çünkü eğer biz suçluysak, hepsi bize bağlı. Felaketle sonuçlanan olayın ipleri elimizdedir bu nedenle hayatlarımızı değiştirerek de kendimizi kurtarabiliriz.
Kabul edilmesi gerçekten zor olan şey ise (en azından biz Batı’dakiler için), sadece oturup kaderinin ne olacağını izleyebilen pasif bir gözlemcinin önemli rolüne indirgenmiş olmamızdır. Bu tip bir durumu önlemek için çılgınca bir takıntılı faaliyet içine girmeye meyilliyizdir. Kâğıdı dönüştürürüz, organik gıda satın alırız vs.ki katkımızı sağladığımızdan emin olabilelim; aynı, evde TV ekranı karşısında bağırarak, koltuğundan atlayarak sonucu bir şekilde etkileyeceğine boş boş inanan bir futbol taraftarı gibi.
Organik yiyecekleri almamızın nedeni de aynı değil mi? Yarı çürük ve pahalı “organik” elmaların gerçekten daha sağlıklı olduğuna kim inanır gerçekten? Mesele şöyle, bunları satın alarak, sadece bir ürün tüketmekle kalmıyoruz, aynı zamanda anlamlı bir şey yapıyoruz, umursayan gösteren benliklerimizi ve küresel farkındalığımızı gösteriyoruz ve büyük bir kolektif projeye katılıyoruz.
Gelişmiş ülkelerin ekolojistlerinin büyük mantrası olan sürdürülebilirliği, hiçbir şeyin israf edilmediği kendi içine dönük dolaşım fikrine dayanan ideolojik bir mit olarak görüp onun aleyhinde olmaktan korkmamalıyız. Daha yakından bakıldığında, sürdürülebilirliğin daima, dengesini daha geniş muhit pahasına uygulayan, sınırlı bir süreç olduğu görülebilir. Ekolojik açıdan aydınlanmış yönetici bir zenginin, bir ormana ve göle yakın, yeşil ve uzak bir vadide yer alan, güneş enerjili, atık olarak gübre kullanılan, pencereleri doğal ışığa açık, dillere destan sürdürülebilir evini düşünün: İnşa etme maliyetleri (yalnızca finansal maliyetler değil, çevresel maliyetler de) nedeniyle büyük çoğunluk bu evin yanına bile yaklaşamaz. Samimi bir ekolojist için, en uygun yaşam alanı, milyonlarca kişinin birlikte yaşadığı büyük bir şehirdir. Böyle bir şehir çok fazla israf ve kirlilik üretse de kişi başına düşen kirlilik, kırsal kesimde yaşayan modern bir aileninkinden çok daha azdır. Yöneticimiz kırsal bölgede bulunan evinden ofisine nasıl ulaşır? Evinin çevresindeki çimlerin kirlenmesini önlemek için muhtemelen bir helikopterle.
Özetlemek gerekirse, demek ki öncelikle ne maliyet ne de statü sembolleri yüzünden mal satın alıyoruz; onlardan sağlanan deneyimi elde etmek için onları satın alıyor, hayatımızı zevkli ve anlamlı kılmak için de onları tüketiyoruz.
“Kültür kapitalizmi” için örnek niteliğinde bir durum: Starbucks’ın reklam kampanyası “Sadece satın aldığınız şey değil, benimsediğiniz şey de önemli.” Kahvenin kalitesini göklere çıkardıktan sonra reklamı devam eder. “Ancak, Starbucks’tan satın aldığınızda, farkında olun veya olmayın, bir fincan kahveden daha fazla bir şey satın alırsınız. Bir kahve etiğini benimsersiniz. Starbucks Paylaşılan Gezegen (Ç.N. sorumlu üretim ve etik ticaret anlayışı ile tedarik) programımızla, kahve çekirdeklerini yetiştiren çiftçilerin emekleri için uygun bir ücret aldığından emin olarak dünyadaki herhangi bir şirkete kıyasla daha fazla Adil Ticaret kahvesi satın alıyoruz. Üstelik dünyadaki kahve yetiştirme uygulamalarına ve topluluklarına yatırım yapıyoruz ve bunları geliştiriyoruz. Bu iyi kahve karması… Ve bir fincan Starbucks kahvesinin fiyatının küçük bir miktarı de rahat koltuklar, güzel müzik ve hayal kurma, çalışma ve sohbet için doğru ortamı sunan bir mekân yaratmaya yardımcı oluyor. Günümüze böyle yerlere hepimiz gereksinim duyarız. Starbucks’ı seçtiğinizde, umursayan bir şirketten kahve alıyorsunuz demektir. Bu kadar lezzetli olmasına şaşırmamak gerek.”
“Kültürel” artı değer burada en anlaşılır ve ayrıntılı biçimde açıklanmaktadır: Fiyat başka yerlerden daha yüksektir; çünkü satın aldığınız şey aslında, çevreyi önemseyen, üreticilere karşı sosyal sorumluluk sahibi ve size ortak yaşam içinde yer alabileceğiniz bir mekân sunan “kahve etiği”dir.
Kapitalizm işte böyle, tüketim düzeyinde, 1968’in mirasını, yani “özgün deneyim önemlidir” şeklindeki yabancılaşmış tüketim eleştirisini kendisine dâhil etmiştir. Yeni bir Hilton otelleri reklamı basit bir iddiadan ibaret: “Seyahat bizi yalnızca A noktasından B noktasına götürmekle kalmaz, aynı zamanda bizi daha iyi birer insan yapmalıdır.” On yıl önce böyle bir reklam olabilir miydi? Bu “yeni ruh”un son bilimsel ifadesi, yeni bir disiplinin ortaya çıkışıdır: “Mutluluk çalışmaları”. Yaşamın amacının doğrudan mutluluk olarak tanımlandığı tinsel hedonizm çağımızda nasıl oluyor da kaygı ve depresyon patlak veriyor?
Yazan: Slavoj Žižek
Çeviren: Jülide Yapıcı
Kaynak: The Guardian
Düşünbil Portal’da yayımlanan, Düşünbil yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır.