1766’da Königsberg’te yaşayan bir filozoftan, yeni ve sağlam dayanaklara sahip olan ve bu dayanakların soyut-analitik biçimde çözümlendiği, sonuçların da teorik biçimde sınandığı bir metafizik sistemi bekleniyordu. Fakat beklenenin aksi gerçekleşti. Kant, 1766’da Bir Bilicinin Düşleri’ni yazar adı olmadan yayımladı. Gerçekten de bu yazı, Kant’a mı aitti? Çünkü, bu yazı ondan beklenenin tam aksini barındırıyordu; yeni bir metafizik sistemi geliştirmesi beklenen Kant, metafizikle adeta alay ediyordu.
Şimdi Bir Bilicinin Düşleri’nin yazılma hikâyesine bakalım. O dönemde, büyücü Swedenborg, mucizelerle dolu öyküleri, kehanetleri ile adından bahsettiriyordu. Kant, Swedenborg’un Arcana Coelestia adlı kitabını okudu ve çok önemli bir şey fark etti. Swedenborg’un yapıtı ile Kant’ın bu zamana kadar üstünde çalıştığı metafizik arasında önemli bir benzerlik vardı. Swedenborg’un yapıtı, Kant için, duyularüstü dünyaya yönelen metafiziğin bir karikatürüydü ve yapıttaki yanlışlar ve ölçüsüzlükler aslında metafizik için bir aynaydı. Felsefesini az ölçüde deneye dayandırıp, çoğunlukla salt kavramlara başvurarak inşa eden her filozof aslında Swedenborg’un yaptığını yapıyor gibi gözüküyordu. Çünkü Kant’a göre deney olmaksızın yaptığımız felsefe için konuşacak olursak; hayaller âleminde yaşayan bir büyücü ile havaya çeşitli düşünce evrenleri inşa etmiş mimarlar olan filozoflar arasında pek bir ayrım yoktu. Her iki sistem de form olarak birbirine benziyordu. Salt aklımızı kullanarak somut bir veri olmaksızın düşünce sistemleri geliştirebiliyorduk, bunun Swedenborg’un yaptığından farkı neydi? Akılsal hayaller, fantastik hayallerden hiç de iyi durumda gözükmüyordu. Kant’a göre metafiziğin ayakları yere basmalı, sınırları çizilmeliydi. O yüzden, öncelikle bu konuda aslında bir şey bilmediğimizi itiraf etmeli, zihnimizde metafiziğin konusu olmayacak olan öteki dünya gibi konulardan kurtulmalı, aslında onlara ihtiyacımız olmadığını bilerek daha sağlam adım atarak metafiziğin sınırını belirlemeliydik. Fakat burada belirtmek gerekir ki; Kant, metafiziği hâlâ bir bilim olarak görmektedir ama metafizik artık duyularüstü evrenin bilimi değil, artık insan aklının sınırlarının bir bilimidir. Böylelikle, Kant ve Swedenborg ilişkisi bize bildiğimizi sandığımız bir şeyi gösterir. O, aslında Hume’dan önce dogmatik uykusundan uyanmıştır. Tabii burada Hume’un etkisi göz ardı edilemez fakat, Swedenborg olmasaydı, Kant −bir defada uyanamayacak kadar derin olan uykusundan− uyanamayacak, belki de uyuduğunun farkında olmayacaktı. Bu bakımdan Bir Bilicinin Düşleri Kant’ın uyanışını ve bilgi felsefesini önceleyen bir yapıttır.
Kant Arı Usun Eleştirisi’nin birinci önsözünde şöyle diyor: “İnsan usu, bilgilerinin bir türünde özel bir yazgı ile karşı karşıyadır: Öyle sorular tarafından rahatsız edilir ki, onları geri çeviremez, çünkü ona usun doğasının kendisi tarafından verilirler; ve gene de onları yanıtlayamaz çünkü insan usunun tüm yeteneğini aşarlar.” Mademki işimiz artık insan aklının kayıtsız kalamadığı metafiziği bir bilim yapmaktır, o hâlde adımlarımızı sağlam atmak gerekir. Kant, Swedenborg’tan sonra ikinci adımı nedensellik ilkesi ile attı.
David Hume, kimsenin keşfetmediği bir şeyi keşfeder. Neden geleceğin her zaman geçmişe benzeyeceğini düşünürüz? İnsan aklının bütün objelerini idea ilişkileri ve olgu konuları olmak üzere ikiye ayırabiliriz. İdea ilişkileri, mantıksal veya matematiksel iddialardır, ve aprioridirler. Bu önermeler değillendiğinde bizi çelişkiye götürür. Olgu konuları ise ampirik iddialardır ve onların doğruluğunu apriori olarak bilmemiz mümkün olmadığı gibi, değillerini aldığımızda çelişkiye düşmeyiz. Aposteriori iddiaların değili, mantıksal bir çelişki içermez ve bu yüzden bu iddiaların doğruluğunun kanıtlanması rasyonel olarak mümkün değildir. Deneyimlerimiz aposterioridir. O hâlde deneyimlerimizin doğruluğunun temellendirilmesi rasyonel olarak mümkün değildir. Peki duyularımızın ve hafızamızın kayıtlarını nasıl geleceğe taşıyabiliyoruz? Bunun mantıksal yapısı nedir? Hume’a göre olgu meseleleri ile ilgili bütün akıl yürütmelerimizi (endüktif akıl yürütme) bir olgudan başka bir olguyu çıkarsayarak yaparız. Üstelik bu çıkarımı yapmamızı sağlayacak bir bağ olduğuna da inanırız. İşte bu bağ Hume’a göre neden-etki bağıdır ve bu bağ tecrübelerimiz sonucunda oluşur. Biz sadece; bu zamana kadar o şeyi veya nesneyi deneyimlediğimizde, böyle bir sonuca vardığımızı gözlemleriz ve bu sonucun tekrarlanması durumunda, bundan sonra da hep böyle olacakmış gibi davranırız. Ama bu problemlidir çünkü bir şey bin defa öyle oldu diye bin birinci defa da öyle olmasının mantıksal bir zorunluluğu yoktur. Bu olsa olsa tecrübelerimizin ardı ardına verdiği sonuçlara alışma hâlidir. Doğa düzenlidir, birçok tekrarla karşılaşabilir ve o tekrarı doğru kabul edebiliriz ama bu sadece geleceğin her zaman geçmişe benzeyeceğine olan inancımızdır. Buna inandığımız için her şeyde neden-etki bağlantısı kurarız. Bu yüzden ateşi her gördüğümüzde onun yakacağını biliriz veya hiç deneyimlemesek bile bir bilardo topunun diğer topa çarptığında onu hareket ettireceğini biliyor gibi davranırız. Hume’un tümevarımla veya nedensellik ile ilgili hiçbir problemi yoktur. Bir kâğıdı ateşe tuttuğumuzda ateşin kâğıdı yakması hakkında konuşmak problem değildir, fakat bundan sonra da kâğıdı ateşe tuttuğumda onun yakacağını söylemek yani olmamış şeyler hakkında adeta sonucu öngörüyor gibi konuşmak problemlidir. Nedensellik vardır ama onun iç yapısını bilemeyiz. Artık biliyormuş gibi yapıp kendimizi kandırmaya lüzum yoktur. Akıl, hayal gücü ve tecrübeleri kullanarak bilgi yapbozunda eksik parçaları tamamlamaya meyillidir.
Gelecek her zaman geçmişe benzer önermesinin apriori temellendirmesi imkânsızdır çünkü önermenin değili −gelecek her zaman geçmişe benzemez− de pek tabii mümkündür. Önermenin aposteriori temellendirilmesi ise döngüsel olur. “Gelecek her zaman geçmişe benzemez,” önermesinin temellendirilmesi yine kendisinin değili −gelecek her zaman geçmişe benzer− ile mümkün olacağından, yapılan şey bir çemberin üstünde dönüp durmaktan farksız olacaktır. Ve bu durum bütün olgu meseleleri yani endüktif akıl yürütmeler için geçerlidir. “O hâlde, endüktif akıl yürütme sonucunda ulaştığımız hiçbir rasyonel sonuca inanmanın rasyonel temellendirmesi yoktur” (Elgin, Mehmet).
Kant, Hume’un felsefesinde ulaştığı endüktif akıl yürütmelerin rasyonel temellendirmesinin mümkün olmayacağı sonucuna katılıyordu. İnsan, dış dünyayı çoğulluk içinde algılar ve bu çoğulluklar arasındaki nedensel bağlantıyı göremez ki Hume burada çok haklıdır. Fakat bu, bu bağlantıları bilemeyeceğimiz anlamına da gelmez. İnsan algısına fenomenler dünyası her ne kadar çoğulluk içinde verilse de, biz bağlantıları görebilmek bakımından kör de olsak, bu körlüğün yanında bize bir de kör değneği olan anlama yetisi verilmiştir (Reyhani, Nebil, Kant’ta Sentetik Bilgi Fikri). Bilgilerimiz ilk olarak deneyden gelir ama bizim deneyimleyemememize rağmen var olan şeyler de –mesela uzay-zaman, sonsuzluk– önsel olarak vardır ve bilimler bunlarsız çalışamaz. O hâlde bizim görüleyemediğimiz ama pekâlâ düşünebildiğimiz şeyler de deneyimin imkânı için var olmak zorundadır ve onların bilgisi bize salt deneyimden gelmez. O, neden ve sonuç bilgisinin deneyden gelemeyeceği konusunda Hume ile hemfikirdir; nedenselliğin iç yapısını deney ile bilemeyiz fakat, neden sonuç ilişkisi ve zorunlu bağlantı, anlamaya yetisinin apriori kategorileri içinde yer almalıdır. Nedensellik bağlantısı insanın böyle işleyen bir akla sahip olması bakımından apriroridir. Doğadaki her şeyi nedensellik aracılığı ile anlarız.
İnsan aklı gerçekliğin ne kadarını bilebilir, insan aklının sınırları nedir? Şeylerin nasıl olduğuna yönelik tam bir resme ulaşamayız. Bizim ulaşacağımız/bilgisine sahip olacağımız tek şey, uzay ve zaman içinde bize verilmiş olan fenomenler dünyasıdır. Bir yanda da akılla erişebildiğimiz ideler –kendinde-şeyler− yani noumenon dünyası vardır ama onun hakkında hiçbir şey bilemeyiz, orası deneyimimize kapalı olduğundan, orayı sadece düşünebiliriz. Ancak, noumenal dünya, deneyimlerimizin arkasında gizlenir gibi durur. O hâlde, var olanın bazı yönleri daima kavrayışımızın ötesinde olacaktır. Peki bir tarafım fenomenlere bakarken bir tarafım ise sadece düşünebilirken bu sınırlama içerisinde bilgim ne kadar ileri gidebilir?
Kant, Saf Aklın Eleştirisi’ni, “Sentetik apriori önermeler mümkün müdür?” sorusu üzerine şekillendirmiştir. Analitik bilgi, bize yeni bir şey öğretmez, sadece kavramlarımızı açıklar, aydınlatır. Ve analitik bilgiler deneye dayanmazlar, onlar şüphe götürmeksizin doğrudurlar. Sentetik bilgiler ise analitiğin tam tersine bize yeni şeyler öğretirler. Fakat Kant şuna dikkat çeker: Bilim, birtakım yeni bilgilere varmak ister, analitik bilgiler bu durumda işlevsizdir çünkü onlar konuya bir şey katmazlar. Ayrıca analitik yargılar, aprioridirler, deneye dayanmazlar. Deney yargılarının tümü sentetiktir. Öyleyse bilimin işi sentetik yargılarladır. Öte yandan bilim, kullandığı önermelerin zorunlu olmasını ve tümel olarak geçerli olmasını ister. Kant’ta matematik bunun bir örneğidir; matematik hem apriori olan hem de kavramın dışına çıkan birtakım bilgilere varabilmelidir. O hâlde sentetik apriori yargılara ihtiyaç vardır, bilim bunu talep eder. Fakat, deney olmaksızın bir şeyi nasıl bilebiliriz? Sentetik önermelerde deney olmazsa olmazdır, ama sentetik aapriori önermelerin doğruluğu deneye dayandırılamaz. O hâlde, nasıl olur da anlık, deneye dayanmadan hem zorunlu, hem sentetik bir şeyi bilebilir? Kant’a göre doğa bilimleri ve matematik bu türden yargıları kullanır. Metafiziğin de gerçek bir bilim olabilmesi için sentetik apriori önermelere ihtiyacı vardır. Kant’ın buradaki amacı yukarıda bahsettiğimiz gibi metafiziğin ve bilginin sınırını çizmektir. Akıl, apriori bilginin ilkelerini sağlayan yetidir ve artık buradan sonra, nesneleri değil de onları apriori olarak bilişimizle uğraşan felsefe transendental felsefedir.
Kant’ta bilginin en temel iki unsuru, algı ve anlama yetisidir. Nesneler önce uzay ve zamanda benim algıma verilir. Ancak algı bize sadece ham veri verir. Burada deney ile başlayan bilgi, anlama yetisinin operasyonları ile devam eder. Anlama yetisi ile ben bana verilen bilgiyi işler, düşünür ve kavramlar oluştururum. Yani; bilgi, algının apriori formları (zaman ve mekân) vasıtasıyla alınan duyu verilerinin anlama yetisinin kategorileri tarafından bir kavram altına alınmasıyla oluşur. Bilginin sentetik yönü, algı formları vasıtasıyla gelen duyu verileri tarafından sağlanırken; apriori yönü ise, anlama yetisi kategorilerinin duyu verilerini bir kavram altında birleştirmesi vasıtasıyla sağlanır. Bilgideki bu unsurların herhangi birinin eksik olması durumunu Kant; “Algısız kavramlar boş, kavramsız algılar kördür” biçiminde dile getirir (Kant a; 1900:45).
Sentetik apriori önermelerin nasıl mümkün olduğu sorusuna Kant’ın iki yanıtı vardır: Birincisi; sentetik apriori bilgi mümkündür çünkü nesnelere ilişkin apriori bildiğimiz şeyler nesnelere değil, yetilerimize ve yetilerimizin uygulanmasına bağlıdır. Burada soracağımız soru apriori bilginin yetilerimize nasıl bağlı olduğu sorusudur. Sadece tecrübeyle bilgi sahibi olamayız. Nesnelerin kendi başlarına nasıl var olduğu veya bize nasıl bir etki bıraktığından ziyade, yetilerimizin işlemleri bilgimizin nesnelerini şöyle ya da böyle belirliyorsa belirlenimler bildiğimiz veya bileceğimiz nesneye ait olmak zorundadır. Belirlenimlerimiz herhangi bir deneyden bağımsız, apriori olarak var olacaktır. Yetiler bir sentetik hüküm belirliyorsa yetilerin hükmüne bağlı olan nesnelerin bilgileri de sentetik apriori olacaktır ( masanın üzerinde duran kalem örneği). Kant’ın sentetik apriori ile ilgili görüşleri doğuştancılık ile karıştırabilir. Fakat apriori önermelerin bu dünyanın dışında hiçbir kaynağı olduğu söylenemez. Kant, apriorilikten, yetilerimizi deneyimlediğimiz nesneye uygulamak ve bilme sürecine etkin bir biçimde katılmamızı anlar.
Kant’ın ikinci yanıtı öğretisine verdiği genel bir isim olan transendental idealizmdir. Burada soracağımız soru, apriori bilginin nesnelerinin ne tür şeyler olduğu ve bu nesneleri nasıl düşünmemiz gerektiğidir. “Biz şeylerin kendilerine değil sadece belirtilerinin bilgisine sahibiz. Tecrübe nesneleri ampirik olarak reel, transendental olarak idealdir. Misal Kopernik’ten önce sadece gök cisimlerinin hareket ettiğini bizim durağan olduğumuzu düşünürdük. Artık bizim de hareket ettiğimizi kabul ettik. Aynı şekilde Kant’tan önce, bilgimizin nesnesine tabi olduğunu düşünürdük, şimdi görmeliyiz ki bildiğimiz nesneler bu nesneleri bilme tarzımıza bağlıdır. İki konuda da devrim şudur: aklı doğanın akışına bırakmak yerine onu zorlamak yani kendi oynadığımız rolü hesaba katmak” (Wood, A. Kant, 53). Kant artık transendental idealizmde deneye objeleri gözlemlemekle değil, tersine bilgi olanaklarımızın analizi ile başlamak gerektiğini söyler. Artık teori deneyin karakterini belirler. Deney artık bizi tek tek parçaların bir araya toplanmasıyla oluşmuş bir bütüne götürmüyor aksine o bir bütüne dayalı olarak, parçaların ve özel içeriklerin bu bütün içinde yerlerine konmasını gözlemsel yoldan mümkün kılan şey oluyor (Cassirer, Kant’ın Yaşamı ve Öğretisi, 223). Hume açısından tek tek durumların deneyi, genel bir deney yasasını verecek nedenselliğe sahip değildir. Oysa Kant, ilk olarak nedenselliği anlama yetisinin apriori ilkesi kabul ettiğinden, bu kabulü tek tek durumlara indirgemek aprioriden hareketle sentetik yargılara ulaşmak olacaktır.
“Deney, ancak algıların bir zorunlu bağlantı varsayımı altında düşünülmesiyle mümkündür” (Kant, Prologomena, 22). Biz duyum ve tasarımlarımızı bir keyfilik içinde yapmıyor aksine keyfiliği dışta bırakan bir yasalılık içinde yapıyoruz. Ama artık bu yasalılık objenin kendisinde değil, kendi biliş tarzımızdadır. İşte sırf bu yüzden fenomenlerin bir objektif bağlamından söz edebiliriz. Deneyi bilgi tarzı yapan şey her şeyden önce anlama yetisinin yasalarıdır. Artık bizim objeden anlamamız gereken şey, salt görü ve salt anlık kavramlarının algılar çokluğunu bir kurallar sistemi içinde birbirine bağlamasıyla oluşmuş olan bir şeydir ( Cassirer, Kant’ın Yaşamı ve Öğretisi, 279).
Sonuç olarak; Kant’ın dogmatik uykusundan uyanması, sanılanın aksine Hume’un öncesinde gerçekleşmiştir. Öyle ki Swedenborg olmasaydı Kant uykuda olduğunun farkına varmayacak ve belki de ondan beklenen metafiziği kurmaya başlayacaktı. Ama Hume olmasaydı da Kant olmayacaktı. Bu bakımdan Swedenborg etkisi ile yazılan Bir Bilicinin Düşleri aslında bahsettiğimiz bilgi felsefesinin çıkış noktasıdır. Kant belki Bir Bilicinin Düşleri ile tam bir uyanış yaşamamıştır ama Swedenborg’un uyuyan Kant için farkındalık yaratan bir sarsılma olduğu açıktır.
Yazar: Merve Karacan
Düşünbil Portal’da yayımlanan, Düşünbil yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır.
Düşünbil Portal’da yayınlanan tüm özgün yazıların içeriğinden yazarları sorumludur.