Site icon Düşünbil Portal

Nietzsche’nin penceresinden varoluşçuluk: Heidegger, Sartre ve Camus

Paylaş

Nietzsche’nin felsefesi; 19. yüzyıl felsefesi için bir uyanıştır ve o dönem insanının aklının prangalarından kurtulup, tekrar insana dönüşmesinin hikâyesidir. Bu uyanış kuşkusuz Nietzsche’nin değerlere, daha doğrusu o dönemde norm olmuş her şeye toptan bir karşı çıkışı ile mümkün olmuştur. Nietzsche’ye göre dönemin felsefesi salt teoriye, salt bilgiye yönelmiştir ve bu felsefe insan olmayı, hayatı, yaşamayı adeta yok saymaktadır. İşte Nietzsche’nin buradaki nihaî amacı; insana tekrar insan olmayı öğretmektir. O, fikirleri ile bu amaç için kişiye, hem kendisini anlaması hem bir katharsis yaşaması ve nihayet içi boş toplum değerlerinden arınıp kendini gerçekleştirmesi yolunda bir rehber gibidir. Nietzsche, bu yolun başında şunu öğütler:  Trajik insan olun. Olun ki, yaşamınızın bilincinde yaşayıp, kararlarınızla ve özgürlüğünüzle baş başa kalın.

Nietzsche’nin felsefesi varoluşçuluk bakımından önemlidir. Nietzsche varoluşçu filozoflardan çok önce, o dönemdeki filozoflara bakacak bir pencere bırakmıştır ve bu pencereden gözüken dünyanın temelinde tamamen insan vardır. Onun felsefesi, varoluşçuluğun temeli niteliğindedir ve varoluşçularla önemli benzerlikleri vardır. Ateist varoluş, Nietzsche’nin felsefesi ile temellenmiştir desek yanlış olmaz. Nietzsche belki kendini varoluşçu saymayabilirdi, hatta onu biraz tanıyorsak buna da isyan edebilirdi, onu sınıflandırdığımız için onunla kavga da edebilirdik ama o, gerek üstinsan öğretisiyle gerek değerlerin yeniden değerlendirilmesi düşüncesi ile aslında bir varoluşçuydu, varoluşçuluğun temeliydi.

Teist varoluşçuluk ile Nietzsche arasında sadece varoluşçuluğun ana hatları bakımından bir benzerlik vardır. Ama ateist varoluşçuluk Nietzsche ile yakından ilişkilidir ama bununla ilgili konuşmadan önce dönemin tarihsel arka planı hakkında konuşmak faydalı olacaktır. Burada, “yüzyıl sonu insanı” kavramından bahsedebiliriz. Savaşlar, işgâller, tutsaklıklarla dolu bir dönemdir varoluşçuluk dönemi. Ölmüş bir tanrı, değerlerin aslında ne kadar değersiz olduğu, parçalanmış bir toplum ve boşlukta duran insan varlığı. Ölmüş bir tanrı ile insan ne yapar? Bir decadance durumunda insan ne yapar? Aslında bu dönem, insanın kendini yeniden inşa etmesi, gerçekleştirmesi için Nietzsche’nin istediği bir ortamdı. Boşlukta duran insan, felsefesine önce doğadan, toplumdan, tanrıdan değil; kendinden başladı. Önce kendini anlamalı varoluşunu sorgulamalıydı ki her şeyi daha iyi anlayabilsin. Varoluşçu filozoflar Nietzsche’nin açtığı pencereden dünyaya baktı.

Varoluşçuluk felsefesinde, akımı daha iyi kavrayabilmek adına bazı kavramları incelemek ve onlara dâhil olmak gerekir. İnsan varoluşunun anlamı, insanın kendini gerçekleştirmesi, insanın varlığının rastlantılar içinde oluşu ve varlığımızın aslında ne kadar güvensiz olduğu, bu kadar çırpındığımız dünyada ölüme mahkûm oluşumuz, toplumda kaybolan insanlar ve tek insanın kendini bulması gibi problemler genelde büyük bir iç sıkıntısına düştüğümüzde yani depresyon hâlinde düşündüğümüz problemlerdir ki bazılarını düşünmeyiz bile. İşte varoluşçuluk, insanın kendini kendine dert etmesi ile oluşan uzun bir depresyon dönemidir ki, bu da Nietzsche’nin kaosuna, filozofların bulduğu fikirler de bir yıldız doğurma çabasına karşılık gelir.

Antik dünyada varlığın temelinde insan, Orta Çağ’da Tanrı, Yeni Çağ’da akıl vardı (Akarsu, B. Çağdaş Felsefe, ss. 188). Günümüzde merkeze  koyacak ne kaldı? İnsan, bütün dayanaklarını yitirdi. Evrenin sırrı çözüldü ve her şey salt çıplaklığıyla görülüyordu artık. Ama bu çıplaklık hiç de hayal edildiği gibi büyülü durmuyordu.

Ortega şöyle diyor: “Artık kahramanlar yok, yalnız koro var” (Akarsu, B., Çağdaş  Felsefe, ss. 189).  Bu gerçekten her şeyi özetleyen bir cümle. Artık yığınlar var. Sizin fikriniz yok, kalabalığın fikri var. Artık uyum önemli, yalnızlık değil. Öyle ki yalnızlıktan kendi varoluşumuzu paranteze alacak kadar korkuyoruz. Farklı olanı ötekileştiren, onu anında kötü yapan bir toplum/elâlem var. İnsanlar akıllarını ve özgürlüklerini unutmuş gibi bir yığın hâlinde yaşıyorlar ve işin kötüsü bundan hiç şikâyet etmiyorlar. Ahlak kuralları, insanlarla ilişkiler hep birilerine göre şekilleniyor. Moda diye bir kavram var bir kere. Giyinişimiz, konuşmamız, benliğimiz, bizi biz yapan fikirlerimiz, hayata karşı duruşumuz bile bir başkasına bakarak şekilleniyor. Artık kalabalıktan kopya çekerek yaşıyoruz. Elbette bu bir güç isteği. Çoğu insan, dayanışma hâlinde yaşamak, kaybetmekten çok daha iyidir diye düşünüyor.

Yığın hâlinde olmak, bireyin önemi, güç istenci deyince aklımıza gelen tek bir filozof var. Nietzsche. Onun bütün amacı insanın bakışını kendine çevirmesiydi. İstediği oldu belki de, varoluşçuluk Nietzsche’nin hep beklediği uyanma hâliydi. Kişi nasıl olduğu kişi olur diye sordu hep ve kendisinin çağından sonra anlaşılacağını da vurguladı. İsyan etti: “Neden bu kadar yumuşak, itaatkâr ve gevşeksiniz? Neden bunca inkâr var kalplerinizde? Neden böyle az yazgı var bakışlarınızda?” (Nietzsche, F. Neden Bu Kadar Akıllıyım?, ss. 95) diyerek insanlığı silkeledi hep, onları kelimenin tam anlamıyla kendine getirmeye çalıştı.

Nietzsche varoluşçuluğunun temeline hınç ve intikam kavramlarını koymuş gibi görünüyor. Nietzsche’nin varoluşçuluğu, sorumlu, sırtında yük olan, kendi varlığı kendisine yük olmuş bir varoluş değildir; onun varoluşu neşeli bir sorumsuzluktur: “ Nerede sorumluluk arandıysa, onu arayan intikam içgüdüsüydü. Bu intikam içgüdüsü insanı binlerce yıl boyunca öyle hükmü altına aldı ki, metafiziğe, psikolojiye, tarih kavramına ama her şeyden önce bütün ahlaklılıklara aşılanmıştır. İnsan düşündüğü oranda bir şeylere intikam mikrobunu bulaştırmıştır. Tanrıyı bile bununla hasta etmiş, varoluşu genel olarak masumiyetinden yoksun bırakmıştır. Şöyle ki bir varlığın her durumunu bir istence, bir maksada, sorumlu bir eyleme kadar geriye doğru izlemiştir” (Nietzsche, F., Güç İstenci, ss. 479). Nietzsche’nin amacı, sorumsuzluğa ve neşeli bir varoluşa anlam kazandırmaktır. O, varoluşumuzu bir öze veya bir nedene indirmeyi reddeder. Öyle ki insan sadece var olmak ve  yaşamak bakımından değerlidir. Varoluşçuluk nasıl ki insanın varlığının rastlantı oluşundan, insanın fırlatılmış olduğundan bahsediyorsa, Nietzsche de varlığa gelişimizi bir rastgelelik, kaderimizi ise zorunluluk olarak görür. Bu yüzden adeta Sisifos gibi yazgımızı sevmemizi (amor fati) ister. Oluş, yaşam ve varoluş her türlü hatayı haklı kılacak kadar değerlidir. Varoluşun masumiyeti paranteze alınmadan değerler yeniden değerlendirilmeli, eleştirilecek yeni değerler yaratılmalıdır ki en iyisi bulunabilsin. O, iyinin ve kötünün ötesinde derken, değerlerin aşkınlığından onların eleştiriden  muaf tutulmasından bahseder. Çünkü iyi ve kötü gerçekten de böyle bir şeydir.

Nietzsche’de onun felsefî kavramlarından yola çıkarak iki tür varoluştan bahsedebiliriz: Tepkisel ve etkin varoluş. Bilindiği gibi, Nietzsche felsefesi bir güç istenci üzerine kuruludur ve tepkisel bir güç, yapabileceği şeyden ayrılmış bir güç demektir. Öyle ki salt tepkisel güç artık hınç, vicdan azabı ve suçluluk tarafından ayartılmıştır. Demek ki tepkisel varoluş bu güçler tarafından doldurulmuş bir varoluştur ve bu bizim istemediğimiz bir varoluştur. Sadece saldıran ve sadece yapmak zorundayım diyen bir varoluş ne kadar da sancılıdır öyle değil mi? Hınç, intikam ve vicdan azabı tarafından ayartılan insan her işte bir sorumluluk arayan bir insandır. O, kendini her eylemin sorumlusu hisseder, kendine eziyet eder. Kendi masumiyetini unutmuştur adeta. Hem suçlanır, hem suçlu bulur. O, papazdır, hahamdır, modern Avrupalı insandır, yöneticidir, sınıftır, köledir (Karayemiş, O. Nietzsche’de Varoluş Kavramı: Etkin Bir Varoluşa Giriş). Yani onun varoluşu kendinin değil, elin varoluşudur. O, Heidegger’in “onlar alanı”nda var olandır. Etkin bir varoluş ise, üstinsanı müjdeler gibidir. O, katharsis ile tanışmış bir varoluştur. O, Camus’nün başkaldıran insanıdır. Yapabileceğini bilir, onun sınırına hareket eder. Hıncın insanının karşısında efendi olandır. O, evet diyendir fakat her şeyi değil; yaşamın güçlerini, neşeyi ve yaratma coşkusunu, müziği, deliliği, dansı, sorumsuzluğu neşeyi evetleyendir. O, Dionysosça evrenini Dionysosça varoluşunu yaşar. Tam anlamıyla insandır, kurulmuş bir makine değildir. Onun varoluşu özgürlük temellidir. Ayrıca etkin bir varoluş ebedî dönüş ile de ilişkilidir. Bu varoluşta öyle bir istemeliyiz ki, istediğimiz şeyin ebedî dönüşünü de isteyelim (Karayemiş, O. Nietzsche’de Varoluş Kavramı: Etkin Bir Varoluşa Giriş). Özetle etkin bir varoluş demek; güç ilişkilerin mahiyetini çözümlemek ve onları aşmayı, varoluşumuzu hınçtan, intikamdan, vicdan azabından arındırmayı ve bunların yerine hayatı olduğu gibi yaşamayı; yani bol kahkahayı, coşkuyu, masumiyeti yerleştirmek ile ve en önemlisi başkası ile ilişkimizi olumlayarak, farktan haz alarak mümkündür (Karayemiş, O. Nietzsche’de Varoluş Kavramı: Etkin Bir Varoluşa Giriş).

Varoluşçuluk ve Nietzsche’den genel hatları ile bahsettikten sonra, filozofun ateist varoluşçu filozoflar ile ilişkisini incelemek yerinde olacaktır. Öncelikle varoluşçuluk deyince varlık incelemeleri ile anımsayacağımız Heidegger’in felsefesinde, Nietzsche’ye yapılan atıflar, Nietzsche felsefesi temelinde büyüyen bir felsefe ile karşılaşırız.

Heidegger’e göre varlık, varoluştadır. O da diğer varoluşçular gibi varoluştan özün çıkarılması gerektiğini savunur ve varoluşu tanımlamaz çünkü onu tanımlarsak onu bir öz problemine dönüştürmüş olacağımızdan bahseder. Varlığını asıl sorgulamamız gereken insandır. O da Nietzsche gibi varlığı özden arındırmış, varlığın konusunu insan yapmıştır. Öyle ki insan Dasein’dır, burada olandır, gerçekliktir. Yalnız, insan varlığı sorabilir, var olana adım atabilir ki o adım yine kendisi sayesinde atılır. Heidegger’in felsefesi hümanist bir felsefe değildir çünkü o, soyut insanlık sevgisi içinde somut tek insanı, gerçek insanı gözden kaçırmaktan korkar. Heidegger felsefesinin temeli insan deliğinden varlığı temellendirmektir.

Onun felsefesinde, her insanın var olmak bakımından iki biçimi vardır: Dünyanın içinde olmak ve birlikte olmak. Varoluş bu iki ana hat üzerinde şekillenir. İlk olarak “dünyanın içinde olmak”tan ne anlamalıyız?  Bazı felsefe akımları diyor Heidegger, dış dünyayı sorgulayabiliyorlar, bunun üzerine kafa yoruyorlar. Oysa ben varsam dış dünya da vardır. Ben-dış dünya ayrılamaz. Hâliyle, benim varoluşum bir dünya içinde olmaktır. Fakat bir nesneden veya diğer canlılardan farklı olarak varlığım bir dünya ile karşılaşma hâlidir. Bu karşılaşma salt bilgi ile mümkün değildir, bu karşılaşma eylemle, üretmekle mümkündür. Hâliyle artık, insan dünyanın bir ürünü değil, dünya insanın bir işlevidir. Yani ipler artık etkin insanın elindedir. Edilgen olan dünyadır.

Heidegger’in bir kavramı Nietzsche ile yakından ilişkilidir. Nietzsche nasıl sürüyü tehlikeli ve yönlendirici görüyorsa Heidegger “onlar alanı”nı bir bakıma öyle ele alır. Onlar alanı bizimle birlikte olanlardır. Tanımlanamazlar, algılanamazlar ama egemendirler. Yukarıda bahsettiğimiz gibi onlarla uyum hâlinde oluruz, onların yaptıklarını yaparız. Ayrıca onlar, olağandışına izin vermezler. Olağanüstü olanı hizaya getirir, sıradan insan yaparlar onu da. Onlar vardı, ama yine de hiç kimse yoktu denebilir. Böylece onlar, hiç kimsedir, kitledir, publikumdur, kamusal ya da kolektiftir, ortaklaşadır (Akarsu, B., Çağdaş Felsefe, ss. 219). İnsan varoluşu eğer onlar alanında kaybolursa sıradanlaşır. Ki bu durum bize doğrudan Nietzsche’yi hatırlatır. Burada hem Heidegger hem Nietzsche karşımıza geçer ve bizi silkelerler. Sürüye uymayın, kendinizi bilin, farklı olmaktan korkmayın diyerek bizi uyandırmaya çalışırlar. Kitle içinde saklanmak demek, varoluştan ödün vermek demektir ki bu, insanın kendine yapacağı en büyük yanlıştır. Heidegger’e göre insan fırlatılmıştır, bu yüzden bu dünya bize yabancı gelir; çünkü varlığa gelirken kimse bize sormamıştır ve aslında Dasein yani “orada olmak” bir yüktür. Peki yapılması gereken nedir? Ölmek mi? Hayır, der Heidegger, anlayın. Anlamak, yapabilmektir. Varlığınızın kendi olanaklarını tasarlayın, yaratın, gerçekleştirin, kendi gücünüzü deneyin, kendi hayat planınızı kendiniz kurun. Hayatınızın ipleri bir dogmatiklikte veya onlar alanında değil, sizin elinizde olsun. Kendi hayatını çizemeyen insan başkasının çizdiği hayatı yaşamak zorunda kalır. Özgür olun, fırlatılmışlığınız yük dahi olsa onu değerlendirin. Yazgınızı sevin ve onun bilincinde olun. Varoluş sürekli bir aşmadır, kendinizi aşın (Akarsu, B., Çağdaş Felsefe, ss. 223)  der Heidegger, tıpkı Nietzsche gibi değil mi? İkisi de bireyi önemser, ikisi de kendini aşmayı öğütler ve ikisi de üstinsan olmanın gerekliliğini vurgular.

İki farklı dönemde iki aynı beyin konuşur varoluşçuluk için: “Kendi burada oluşuna bağlı olsan da, bir yere fırlatılmış bırakılmış olsan da, içinde bulunduğun durum sana yabancı olsa da, burada olmakla suçu üzerine almış da olsan, dünya sana yabancı ve düşmanca da olsa, bilinmeyen bir alın yazısının elinde de olsan, bütün bunlara karşın yine de kendini alt olmaya, yenilmeye bırakma. Sıkı dur. Alınyazını, ölümün bile söz konusu olsa, kendi eline al. Göçüp gitmeye mahkumsan, o zaman da kendi ölümünle bir kahraman olarak öl” (Akarsu, B., Çağdaş Felsefe, ss. 224). Kararlı ve güçlü ol ki kitleler içinde yok olup gitme.

Ateist varoluşçuluk deyince akla gelen isimlerden biri de Sartre’dır. Sartre, felsefesini ince ayrıntılara yerleştirmiş ve güçlü bir temel üzerinde inşa edebilmiştir. Bulantı adlı eserinde, roman kahramanı üzerinden dünyayı nasıl gördüğünü anlatır. Hayatımızın en az bir döneminde bizi çepeçevre saran bulantı hâline hepimiz aşinayız. Sartre’a göre bu bulantı durumu düzensiz, pis bir dünyanın karşısında oluşumuzdan kaynaklıdır. Dünya saçmadır, adaletsizdir, pistir. Sartre’ın felsefesinde bu bulantı kavramı ağır basar ve felsefesi bu kavram ile şekillenir.

Sartre’ın döneminin tarihsel arka planına bakıldığında; Paris, İkinci Dünya Savaşı’nın etkisi altındadır. Yani yine bir decadance durumu söz konusudur. Nasıl bir toplum olunacağı, ne gibi değerler oluşturulacağı, şu çokça ismi anılan Tanrı’nın gerçekten var olup olmadığı ve şu evrende insanın yerinin, amacının gerçekten ne olduğu soruları insanın yanına kalandı. Sartre deyince akla “Varoluş özden önce gelir” sözü gelir. Bu söz Nietzsche felsefesi ile yakından ilişkilidir. Çünkü Nietzsche, varoluşu biz öze indirgemeyecek kadar özgür bulur. “Biz öze indirgemek” demek tıpkı bir çakının işlevinin önceden belirlendiği gibi insanda da belli bir işlev beklemekten başka bir şey değildir. O yüzden Nietzsche salt akılcı felsefeyi sevmez, trajik insanı öğütler. İnsan ancak varoluşunun özgürlüğünde demens olabilir. İnsanın bir çakının işlevi gibi keskin bir özü yoktur. İnsan olmak için belirli bir şey yapmak gerekmez, varoluşun kuralı yoktur. Bu, Nietzsche’nin bahsettiği neşeli sorumsuzluk hâlidir. Sartre’da insan özgürdür, ne olmak isteyeceğini, ne yapmak isteyeceğini kendisi belirler. Öyle ki bu özgürlük sancılı bir süreçte olabilir. Bizler özgür olmaya mahkûmuz ve kararlarımızın olumlu ya da olumsuz sonuçlarının tek sebebi biz olduğumuz için, kararlarımızı “başkasının yüzünden oldu” gibi bir söylemle perdeleyemeyiz. Çünkü her karar özgür iradeden kaynaklanır.

Sartre ve Nietzsche’nin belki de en çok benzediği noktalardan biri onların ahlak görüşleridir. Sartre’a göre öncesiz sonrasız doğrular yoktur ve hâliyle öncesiz sonrasız ahlak yasaları da yoktur. Biricik mutlak değer özgürlüktür. Özgürlüğün bu denli ağır bastığı bu anlayışta, suça yer yoktur çünkü, özgürlük içinde yapılmış her şey ahlaka uygundur. Yani Nietzsche’nin dediği gibi; kurallara-ahlak yasalarına uyacağım diye özgürlükten-varoluştan vazgeçmek sürü olmaktır, bunun tam tersine varoluş bütün hataları haklı çıkaracak kadar değerlidir. Sartre’a göre tek bir şey insanın kendi varoluşuna hakaretidir: Pişmanlık. Suçunu açık yüreklilikle itiraf et, dünyadaki en kirli şey olan pişmanlıktan kurtul, der Sartre.

Bir toplumda yaşadığınızı varsayın. İki seçeneğiniz var. Ya gelenekleri, yasaları, alışkanlıkları, töreleri seçecek ya da tamamen kendi özgür iradenizi ve varoluşunuzun çılgınlığını seçeceksiniz. Sartre ikinci yolu seçmenizi öğütler ki gerçekten özgür olun. Karakter, soy, tutku gibi kavramların arkasına saklanmayın, kitleler arasında kaybolmayın. Kendi hatanızın, pişmanlığınızın sorumluluğunu bir töreye atmayın ya da bulantı duyulacak şeyleri alışkanlıklarla-geleneklerle meşru kılmayın. Zaten Sartre’a göre, alışılmış değerlerden oluşan ahlak, alçaklar için bir ahlaktır. (Akarsu, B., Çağdaş Felsefe, ss. 234) Tıpkı Nietzsche’nin sürü ahlakı gibi… Burada da Nietzsche’den önemli bir etkilenme ve güçlü bir atıf görülür. Sartre adeta Nietzsche’nin ağzından konuşarak şöyle diyor: “Sorumluluklarıyla birlikte arkasına saklanabilmek için, değerleri bir kalkan gibi önlerine tutmaya çalışıyorlar” (Akarsu, B., Çağdaş Felsefe, ss. 234).

“Annem ölmüş bugün, belki de dün, bilmiyorum.” Tam bir sorumsuzluk örneği olan bu cümle ile devam edelim. Üstelik, sorumsuzluğunun da bilincinde bir adam bu. Bu adamı var eden yazar da hayatın saçmalığının ve anlamsızlığının bilincinde: Albert Camus. Sartre ile bir dönem yakın arkadaş olan Camus varoluşçuluğun önemli isimlerindendir. Yabancı, Sisifos Söyleni, Veba, Başkaldıran İnsan gibi eserlerinde onun varoluşçuluğunun ne şiddette olduğunu görürüz. Sırasıyla bu eserlerdeki karakterleri ve onların Nietzsche’de bir kavrama denk gelip gelmediklerini inceleyelim.

Yabancı adlı eseri ile Camus edebiyat dünyasına dâhil olmuştur. Buradaki hikâye, yaşamındaki tüm olaylara herhangi bir duygudan bağımsız bir şekilde nesnel yaklaşan, tamamen toplumdan farklı olan Meursault’nun hikâyesidir. Romanın yukarıdaki cümle ile başlar ve gidişatı bize hissettirir. Meursault patronundan izin alır, annesinin cenazesine elinde bir sütlü kahve ile katılır fakat aslında o kadar uykusu vardır ki mecburen orada olmak durumundadır. Kendi bu kadar yorgunken ağlamak da aklına gelmez. Camus’ye göre burada insanın ne kadar ikiyüzlü bir varlık olduğu çok rahat görülebilir. Olmak istemediğimiz bir yerde orada olmak istiyormuş gibi yapmak; ki Meursault bunu yapmıyor. Meursault aslında üç şeye yabancıdır: Kendine, topluma ve dünyaya. Böyle bir adamın yapabileceklerinin sınırı nedir? Bu adamın varoluşu tehlikeli değil midir?

Meursault arkadaşları ile tatile gider ve orada tartıştıkları Araplardan birini, salt sıcak onu bunalttığı için öldürür. Tam olarak burada onun absürtlüğünü görürüz. Yaşam saçmadır. Meursault’nun yaptığı da yaşamın saçmalığını gösterir. Meursault yargılanır, suçunu kabul eder. Ama mahkemede cinayetten çok annesinin cenazesindeki tavrı konuşulur. Tanıklar onun hareketlerini anlatırlar ve aslında Meursault birini öldürmekten değil, topluma uygun davranmamaktan, farklı olmaktan yargılanır. Toplum dışı olmak mahkemece en büyük suçtur. Yine burada Camus’nün kaleminde bir Nietzsche etkisi görülür. Farklı olmaktan korkma diyordu Nietzsche, Tanrı’yı öldüren sürü, sana neler yapmaz? Meursault Camus’nün absürt insanıdır ve yaşamının saçmalığının bilincinde olması ve farklı olmak bakımından Nietzsche’nin üstinsanının demens tarafına karşılık gelir. Hayatın absürtlüğünü kabul etmek, varoluşça bir isyandır.

“Tanrılar, Sisifos’u, kendi ağırlığınca geriye düşene dek bir kayayı bir dağın tepesine durmaksızın yuvarlamaya mahkûm ettiler. Bazı sebeplerden dolayı nafile ve umutsuz bir çabadan daha rezil bir ceza olmadığını düşündüler” (Camus, Sisifos Söyleni) Alıntının son cümlesi, yaşamın ne kadar saçma olduğunu kanıtlar niteliktedir. İnsan yaşamının Sisifos’tan bir farkı yoktur. Tepe sivri, kara yuvarlak. Sisifos hayatı boyunca o kayayı o tepeye çıkarmaya mahkûm. İnsan yaşamı da böyledir, sabah kalkarsın işe/okula gidersin, gelirsin, çalışırsın, gezersin sorumlulukları yerine getirirsin, bir süre sonra kısır döngüye girer ve ölürsün: “Eğer bir şeytan gece gündüz seni izlerse, en güçlü düşüncelerine girip şöyle derse ne olurdu: Bildiğin üzere, bu hayatı yaşıyorsun veya yaşamışsındır ve bir kez daha hatta sonsuz sayıda yaşamak zorundasın; hiçbir şey yeni olmayacak fakat her ağrı, her düşünce, her sevinç, her nefes hayatındaki küçük veya büyük her şey aynı sıra ve mantıkla sana geri dönecek. Bu örümcek, ağaçlar arasındaki ay ışığı ve hatta bu an ve ben. Varoluşun sonsuz bir kum saati gibi tekrar tekrar devredecek ve sen onunla birliktesin, bir toz lekesi gibi!” (Nietzsche, F. The Gay Science, Aphorism, ss. 341).

Camus, Sisifos’u sever ve yaptığını yargılamaz. Onu kahraman yapan, yazgısına isyan etmemesi ve onu sevmesidir. Bu oldukça Nietzscheci bir yaklaşımdır: Amor fati! Sisifos yazgısından kaçıp intihar etseydi kahraman olamazdı. Sisifos da Meursault da bir “Absürt İnsan”dır; yazgısının iplerini elinde tutan, onunla savaşan ve aynı zamanda onu sevendir. Sadece yaşamak ve varolmak bakımından ona meydan okuyandır. Kendi varoluşumuzu ve yazgıyı birleştirmektir önemli olan.

Yaşadığımız hayat saçma, intihar edemiyoruz, kaderimizi sevmeliyiz ve Tanrı’ya sığınmamalıyız. Ne yapmalı? Nasıl ayakta kalmalı? Bunların yerine, “Başkaldıran İnsan olun,” diyor Camus. Fakat ortaya çıkıp çeşitli vaatlerle insanları kandıran ve onları katleden insandan bahsetmiyor. O, başkaldıran insanı Veba adlı eserinde derinlemesine inceliyor.

Veba, Cezayir’in Oran kentini ele geçirmiştir ve bu hastalığın nereden geldiği konusunda fikir ayrılığı yaşayan iki grup vardır. Kentin pederi, bu vebanın Tanrı’nın işlediğimiz suçlardan dolayı bize verdiği bir ceza olduğunu ve af dilememiz gerektiği kanaatindedir ama Dr. Reuix ve arkadaşları bunu reddeder. Bu bir kere başkaldıran insanın kabul edeceği bir şey değildir. O ve arkadaşları, vebayla savaşmak gerektiğini düşünürler. Ve romanın sonunda, Dr. Reuix ve arkadaşları kazanan taraf olur. Şimdi burada önemli olan şudur: Başkaldıran İnsan deyince akla direkt uyumsuz bir insan modeli geliyor. Ama başkaldıran insan tıpkı üstinsan gibi hayatı, çoğulluğu, farklılığı olumlar. “Yalvarırım dostlarım, inanmayın size dünya ötesini vaat edenlere!” diyen Nietzsche’yi duyan insandır o. Başkaldıran insan, gerektiğinde diğer insanlarla dayanışma hâlinde olan insandır, tıpkı Zerdüşt gibi. O hâlde, Camus’nün absürt insanı ve başkaldıran insanının birleşimi aslında Nietzsche’nin üstinsanıdır ve bunu yapan insan, varoluşunun bilincinde kendini aşmış insandır.

Varoluşçuluğun temelleri Nietzsche ile atılmıştır ve onun penceresi onu okuyan veya bir şekilde bilen  ateist varoluşçu filozoflar için tarihin bir döneminde onları uyanmaya zorlayan bir ses olmuştur ve bu ses ateist varoluşçuların felsefesinde önemli bir yol gösterici, bir ışıktır. Nietzsche, bazen kulağımıza felsefesini fısıldar bazen de bağırır. Varoluş, ahlak, değerlerin yeniden değerlendirilmesi, üstinsan, kaderini sevmek onun bağırdığı konulardandır. Tarihin hangi zamanına denk gelmiş olursanız olun, onu duymamak mümkün değildir.

Kaynakça

AKARSU, Bedia, (2014). Çağdaş Felsefe, İnkılap Yayınları: İstanbul.
CAMUS, Albert, (2000). Veba, Çev: Öztokat, Necdet Tanyolaç, Can Yayınları: İstanbul.
CAMUS Albert, (2000). Yabancı, Çev: Tiryakioğlu, Samih, Can Yayınları: İstanbul.
CAMUS, Albert (2000). Sisifos Söyleni, Çev: Yücel, Tahsin, Can Yayınları: İstanbul.
CAMCI, Cihan (2015). Heidegger’de Zaman ve Varoluş, Bibliotech Yayınları: Ankara.
DROIT, Roger-Pol, (2013). 20. Yüzyıla Yön Veren 20 Büyük Filozof, Say Yayınları: İstanbul.
ER, Sadık Erol, (2013). Nietzsche Paris’te, Otonom Yayıncılık: İstanbul.
GÖKBERK, Macit (1961). Felsefe Tarihi, Remzi Kitabevi: İstanbul.
HANÇERLİOĞLU, Orhan (2012). Felsefe Ansiklopedisi, Remzi Kitabevi: İstanbul.
JOHNSTON, Derek (2015). Felsefenin Kısa Tarihi, İnkılap Yayınevi: İstanbul.
KARDEŞLER, Kıvanç (2017). Tanrı Öldü, Yason Yayınları: 2017.
LAW, Stephan (2007). Büyük Filozoflar, Çev. Çakır, Feza, İnkılap Yayınları: İstanbul.
NIETZSCHE, Friedrich (2015). Hayat Dediğin Nedir Ki?, Çev: Aslan, Erkan, Aylak Adam: İstanbul.
NIETZSCHE, Friedrich (2016). Neden Bu Kadar Akıllıyım?, Çev. Cemgil, Selin Can, Zeplin Yayınları: İstanbul.
NIETZSCHE, Friedrich (2016). Putların Alacakaranlığında, Çev. Çalışkanlar, Ahmet, Olympia Yayınları: İstanbul.
NIETZSCHE, Friedrich (2010). Yunanlıların Trajik Çağında Felsefe, Çev. Erdem, Turan, Arya Yayıncılık: İstanbul.
NIETZSCHE, Friedrich (2010). Güç İstenci, Çev. Epçeli, Nilüfer, Say Yayınları: İstanbul.
NIETZSCHE, Friedrich (2016). İnsanca Pek İnsanca-1, Çev: Tüzel, Mustafa, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları: İstanbul.
NIETZSCHE, Friedrich, (2010). Tragedyanın Doğuşu, Çev. Tüzel, Mustafa, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları: İstanbul.
NIETZSCHE, Friedrich (2015). Deccal, Çev. Gürbüz, Firuzan, Alfa Yayınları: İstanbul.
NIETZSCHE, Friedrich (2015). İyinin ve Kötünün Ötesinde, Çev. Günsel, Enver, Tutku Yayınları: Ankara.
NIETZSCHE, Friedrich (2011). Böyle Buyurdu Zerdüşt, Çev. Irmak, Sadi, Kabalcı Yayınları: İstanbul.
NIETZSCHE, Friedrich (2016). Ahlakın Soykütüğü Üstüne, Çev. İnam, Ahmet, Say Yayınları: İstanbul.
SARTRE, J.P. (2000). Bulantı, Çev. Hilav, Selahattin, Can Sanat Yayınları: İstanbul.
SARTRE, J.P. (2017). Varlık ve Hiçlik, Çev: Ilgaz, Turkan, İthaki Yayınları: İstanbul.
WARBURTON, Nigel (2017). Felsefenin Kısa Tarihi, Çev: Ateşoğlu, Güçlü Alfa Yayıncılık: İstanbul.

Yazar: Merve Karacan

Düşünbil Portal’da yayımlanan, Düşünbil yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır.
Düşünbil Portal’da yayınlanan tüm özgün yazıların içeriğinden yazarları sorumludur.


Paylaş
Exit mobile version