Site icon Düşünbil Portal

Palavra çağı ve yalana karşı gösterdiğimiz hoşgörü

Paylaş

Geçen hafta zırhlı aracıma binip savaşın yakıp yıktığı başka bir başkentin içinde yol alırken antik ve yakın zamandan kalan kalıntıların yanından geçiyordum ve düşündüm ki “Nasıl oldu da palavracı biri oluverdim?” Geçen 6 ay boyunca gece geç saatlerimi ülkenin başbakanıyla iletişim stratejileri ile siyasi platform üzerine hemfikir olarak geçirdim. Ama şahsı muhteremin ülkesi hakkında pek bilgim olduğu söylenemez, dilini bile bilmiyorum. Sadece palavra atıyordum. Bundan ötürü kendimi kötü hissetmiyordum bile.

Kendisi ahlak felsefecisi olan Harry Frankfurt “Palavra Üzerine” (On Bullshit) adlı ufuk açıcı makalesinde palavra atmanın teorisini gözler önüne sermeye çabalıyor. Frankfurt, palavracı ile yalancı arasındaki ayrıma dikkat çekiyor. Yalancı gerçeği önemseyendir, dünyanın bir türlü olduğunu bildiği halde bilerek isteyerek bizi diğer türlü olduğuna dair kandırmaya çalışandır. Palavracı ise gerçeğe bu şekilde bakmaz. Palavracının söylediği şey doğru da olabilir safi yalan da. Bir amacı vardır ve tek umursadığı o amaca ulaşmaktır, söylediklerinin içeriğiyle amacının bir ilgisi yoktur. Frankfurt, “Pelavra, gerçeğin yalandan daha büyük bir düşmanıdır,” sözüyle bunu doğruluyor.

Peki, madem palavracılar yalancılardan daha tehlikeliler, neden onlara karşı daha hoşgörülü davranıyoruz? Frankfurt bu soruyu cevapsız bırakıyor. Lakin, Brexit üzerine yapılan acınası toplumsal tartışmaları ve Trump kampanyasındaki sürreal boyutlardaki değişiklikleri takiben, bu soru daha da önem kazanıyor.

Bu durumda ben de yöntemlerimi değiştirmeli miyim? Çalışmakta olduğum geliştirme sektörü palavracılarla dolu olduğu yönünde nam salmıştır. Peki neden böyle? Bu sektörde çalışanlar fazla eğitimli ama az maaşla çalışan kişiler olup dünyayı geliştirdiklerine inanan kimseler. Basit gerçek ise, yaptıkları işe inandıkları ve işlerini halledebilmek için palavra atıyor olduklarıdır.

Frankfurt, palavracılığı bireysel düzeyde tasvir ediyor ama aslında palavracılık sıklıkla içinde yer aldığımız kurumlara ya da söylemlere karşı bir talebimiz olduğuna işaret ediyor. Hepimiz yapmışızdır, daha fazla para kazanmak için, kutuya işaret koyabilmek için veyahut onay almak için bir şeyler söylemişizdir. Aklınızdaki en son şey söylediğiniz şeyin doğru olup olmadığıdır. Buradaki tehlike palavra atmanın kemikleşmesi ve oyunun kuralı haline gelmesidir. İşte o zaman gerçeği önemsemeyi bırakırsınız.

Geçenlerde Somali kırsalında büyükbaş hayvan pazarı kurmayla uğraşan biriyle tanıştım. Bana şiddet içerikli fanatiklik ile savaşmada kendi programının nasıl etkili olduğunu anlattı. Daha iyi bir hayvan pazarı civarda oturan kişileri, umutsuzca ihtiyacını duydukları güvenliği sağlayacak en iyi seçeneklerinin al-Shabaab olmadığına ikna edebilir. Bu konuda benim şüphelerim var tabi. Fakat bağlamın temelleri ne kadar zayıf da olsa, bir zamanlar “ekonomik gelişme” ya da “dâhili pazar” olarak adlandırılan projelerin günümüzdeki fonları güvence altına almak amacıyla “İslami fanatikliği yenme” dili altında saklı tutulmuş olması yüksek ihtimaldir.

Oysaki ben ne potansiyel bir bağışçıydım ne de muhtemel yarar sağlayacak bir durumdaydım. Yine de hayvan pazarı kurucusu bana bu palavrayı anlatmaktan geri durmadı. Onun artık sözlerinin doğruluğunu umursadığından şüphe ediyordum. Terörle ilgili konuşmak iyi hissettiriyor, kendisi ve projesini önemli gösteriyordu. O artık tam bir palavracıydı.

Palavra atmak sistemin bir talebi ise palavra atanın, birlikte çalıştığı sistemin doğruluğuna artık inanmıyor olması bizi bir çelişkiye götürüyor.

Nairobi’de bir varoş olan Kibera varsayılan 1-3 milyon nüfusuyla “dünyanın en büyük varoşu” olarak anılır. Nairobi’de bir süre yaşadım. O nüfusa yakın insanın yaşadığı bir yer orada yok. Uyduların aldığı en iyi görüntüye göre sayı yaklaşık 200.000 kadar. Kibera’daki HIV hastaları ve yetimlerle palavra diye nitelediği röportajları takiben,”ilginç veya doğru, mümkünse hem ilginç hem de doğru olan bir şeyler görmek için” Martin Robbins, yerel rehber eşliğinde tekrar Kibera’ya gitti. Guardian gazetesinde yazdığına göre gittiği bu seyahat zaten bildiği bir şeyi -Kibera’da bir milyon insanın yaşadığı bilgisinin tamamen ve kesinlikle uydurma olduğunu- doğrulamış oldu.

Peki bu yalan nasıl oldu da gerçekle eş tutulur hale geldi? Robbin’in tahminine göre STK raporları üzerine çalışan bir stajyer, milyon kişilik yanlış bir hesaplama yaptı. STK hesabın üst sınırını daha fazla fon sağlamada kullanıyor, fon için başvurdukları elçilik sonuçta kendi hedeflerine ulaşmalarına olanak tanıyacak diye; bağışçı ise korumalı bütçelerini meşrulaştırmak için, bu sayısal figürleri kabul ediyorlar. Bu senaryoya göre Kibera’nın nüfusunu şişirmek –fonları teslim alan kendi kendini seçen toplum liderlerinden tutun da, bağışı yapan ülkenin başkanına kadar- herkesin işine geliyor. Sonuç ise tam bir maskaralık. Bir sistemde bulunan elemanlar dar bir çıkar düzeneğinin etrafında dönüp durursa, başka bir deyişle, bu vasıtayla bir kurum oluşuyorsa, elbette bolca palavra türeyecektir.

Şişirilmiş nüfus sayısı muhakkak ki dünyanın en fakir insanlarının bir kısmına daha fazla maddi yardım anlamına gelmiştir. Robbins tüm bunları palavra olarak niteledi ve artık tüm sistemden şüphe duymaya başladı. Sistemle beraber çalışmak ona kendi öz saygısına karşı gelmek gibi geliyordu.

Eğer ki bizler her şeyi sonuçlarına göre meşrulaştırma yoluna gidersek, palavranın türemesine göz yumarız. Ne zaman dediğimiz ya da yaptığımız şeyler su götürmez gerçeklerden bile uzaklaştır, işte o zaman daha geniş çaptaki girişimlere inancımızı kaybederiz. Gelişim sektörünün amacının, Kibera’da yaşayan insanlarla ilgili temel gerçeklerle ilgileniyor görünmüyorken bile, oraya yardım etmek olduğuna kim nasıl inanabilir?

Siyasi iklim göz önünde tutulacak olursa, Frankfurt’un sorduğu “Palavra konusunda neden affedici davranış sergiliyoruz?” sorusu hiç olmadığı kadar aciliyet arz ediyor.  Oxford Dictionary tarafından 2016 yılının kelimesi seçilen “post-hakikat” siyaseti üzerine sayfalarca yazılar yazıldı. Yine de Frankfurt’un sunduğu palavra olgusunun net ve analitik bir çerçevesi yanında yeni bir kelime türetmeye gerek olduğu konusunda çekimserim.)

“The Power of the Poweless” (Güçsüzlerin Gücü) adlı makalesinde, oyun yazarı, muhalif ve bağımsız Çekoslovakya’nın ilk başkanı olan Vaclav Havel, bir zamanlar kendisinin de içerisinde yaşadığı totaliter sisteme basit ama güçlü bir karşılık sundu. O da her bireyin palavraya palavra demekle yükümlü olduğuydu. Havel’e göre totaliter bir sistemde gerçekler konuyla ilgisizdir. Totaliter sistemin ideolojik yapısı tepeden tırnağa herkesi aslında hiç kimsenin inanmadığı entelektüel, ahlaki ve pratik şekillenmelerden geçmeye zorlar. “Kişiler tüm bu aldatmacaya inanmak zorunda değiller, ama inanıyormuş gibi davranmak zorundalar. Hiç değilse sessizce bu aldatmacaya katlanmalı ya da kendileriyle beraber çalışanlarla iyi geçinmeliler. İşte bu yüzden insanlar bir yalanın içinde yaşamak zorundalar. Yalanı kabul etmek zorunda değiller, sadece hayatlarını bu yalanla veya bu yalan içinde geçirmek durumunda olduklarını kabul etmeleri yeterlidir. Tam da bu sebepten insanlar sistemi onaylayıp, tamamlayıp, sistem haline getirip aslında kendilerini sistem olarak yaratıyorlar.”

Havel’in savına göre aldatmacaya verilecek en iyi karşılık “Gerçeğin içerisinde yaşamaktır”; işbirliği yapmayı bırakıp kişisel ve ahlaki onur bilincini kazanınca, ne kadar önemsiz ve özel olduklarına bakmaksızın küçük anlar bulmaktır. Havel’e göre komünizm yüzyıllar boyu sürecektir. Aslında Havel’in savaştığı bu sistem bir yüzyıldan 20 yıl kadar daha fazla sürdü. Havel ve ahbabı olan muhalifler sayesinde daha fazla insan sisteme hizmet etmeyi bıraktı. Dünyayı parçalayacak, çağı ters yüz edecek şekilde palavra diye haykırdılar.

Hem mesleki hayatımda iç içe geçtiğim gelişim için atılan palavralar, hem de komunist rejim palavralarının hepsi kendine referansla tanımlanmış dar kapsamlı çıkarların sonuçlarının bir bölümünü teşkil ediyor. SSCB ve uydu devletleri gibi aşırı örneklerde, her bir gerçek, kendi içinde tutarlı ve ideolojik yapıyı doğrulayan nitelikte olacak şekilde inşa edilmiştir ki ancak içerisinde bulunan gerçekler bunun doğruluğunu ya da yanlışlığını kanıtlayabilir. İşte tam da bu yüzden Havel dışarıya küçük bir adım atmanın bile tüm süper sistemin doğasını açığa çıkarabileceğini anladı. Gelişim sektörü durumunda ise zincirdeki kilit kişilerin siyasi sermeye, daha fazla maaş, toplumsal statü veya bürokratik ilerleme gibi kendi çıkarlarını sıraya koymalarına izin verdik. Sonunda ortaya çıkan söylem ise yapılan işin yardım etmek olan amacına ulaşıp ulaşmadığı gerçeğini gölgeliyor.

Bu yüzden hepimiz, özellikle benim gibi kendini palavra konusunda geliştirmiş kişiler, elimizi taşın altına koymalıyız. Kişisel boyutta palavracılığın bize yaptığı şey dünyayı olduğu gibi görme yetimizi baltalamaktır. Yani palavracılığın her türlüsüne karşı daha affedici tutum sergilememize sebep olur. Toplumsal boyutta ise, palavracılık, öncelikle doğruluğun söylemdeki yerini yıpratıyor. Halk medya aracılığıyla karşı karşıya geldiği kişiler ve kurumların oyunun kuralları öyle gerektirdiği için bir şeyler yapıp söylediklerini biliyor. Halk haklı olarak uzmanların ve yetkililerin söylediklerinin arkasındaki neden ve gerçeğe yönelik genelleştirilmiş şüpheci bir tutum geliştiriyor. Bu genelleştirilmiş şüphe, yani aslında kimsenin gerçekten doğruyu söylemiyor olduğu inancı, popülistlerin insanların korku, adaletsizlik ve yetki algılarını denetim altında tutmalarına olanak tanıyıp, insanların algılarını güçlüye karşı doğru söylediklerini iddia eden söylemler içerisinde şekillenmelerini sağlıyor. Siyasi popülistlerin palavralarının kökeni ise kurum palavralarıdır.

Havel bize şunu öğretiyor; gücü elinde tutanların palavralarına karşı en etkili siyasi silahlardan biri kişinin doğruluk talebini kabul etmesinden gelen dürüstlüktür. Eğer siz de siyasette palavra atmanın artmasından endişeliyseniz, belki ben de dahil hepimizin kendi palavralarımıza karşı daha az hoşgörülü olma vakti gelmiştir.

Yazar: Louis Brooke
Çeviren: Merve Erdoğdu
Kaynak: New Humanist 

Düşünbil Portal’da yayımlanan, Düşünbil yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır.


Paylaş
Exit mobile version