Kadınlar yüzyıllar boyunca gerek yeni sanatsal ifade biçimlerinin yaratıcıları, öncüleri; sanatın destekçileri, koleksiyoncuları ve ilham kaynağı olarak gerek de sanat tarihçileri ve eleştirmenleri olarak önemli katkılarıyla sanat faaliyetlerinin içinde olmuşlardır.
Kadınlar her zaman sanatın ayrılmaz bir parçası olmuşlar ve olmaya da devam ediyorlar; ancak pek çok kadın sanatçı her açıdan sanat dünyasıyla yakın ilişkide olmasına rağmen sanat tarihinin geleneksel anlatısında dışlanmıştır. Cinsiyetçi önyargılar nedeniyle eğitim almakta sorun yaşamaktan tutun da eserlerini satma ve kabul görmeye kadar pek çok zorlukla karşı karşıya kalmışlardır. Peki, kadınlar bugün sanatta ve sanat tarihinde güçlü sesler olarak nasıl ortaya çıktılar ve tarihin unuttuğu bu kadınların hikâyelerini nasıl anlatabiliriz?
Kadınlar sanat tarihinde nasıl temsil edilmiş, nasıl yeterince temsil edilememiş ve nasıl yanlış temsil edilmiştir?
Milattan sonra birinci yüzyıldan Romalı bir yazar olan Yaşlı Pliny’nin bir hikâyesine göre, yapılmış ilk çizim, âşık olduğu kişinin siluetini duvara çizen Dibudates adında bir kadına aittir. Bu söylentiye inansanız da inanmasınız da şunu belirtmek gerek: Batı mitolojisi ilk sanatçının bir kadın olduğunu söylemesine rağmen onun kadın halefleri 20. yüzyılın sonlarına kadar pek ilgi görmemiştir. İlk çağlardan bu yana, en muhteşem sanatçıların hikâyelerinde çok az sayıda kadın yer bulabilmiştir. Bu kadınlar, o zamanlarda bile, eril olduğuna inanılan bir alanda sivrilebilmek için toplumsal cinsiyete bağlı kısıtlamaların üstesinden gelebilen alışılmadık biçimde yetenekli kadınlar olarak betimlenmişlerdir. 1600’lerin sonlarında, İngiliz sanatçı Mary Beale başarılı bir portre ressamıydı; ancak başarısındaki büyük pay, stüdyolarını kocasının yönetmesine ve Beale’nin eserlerini kendisinin geliştirdiği boyama yöntemlerinin denemeleri olarak sunmasına verilmişti. Ayrık ve ince elenip sık dokunmuş portreleri olan Gwen John, başarılı kardeşi Augustus’un da içinde bulunduğu erkeklerin hâkim olduğu bir alanda kabul görme mücadelesi vermişti.
Yüzyıllar boyunca, kadınlar sistemli bir şekilde sanat tarihi kayıtları dışında bırakılmıştır. Bunun pek çok etkeni vardır: Dokuma ve “dekoratif sanatlar” dediğimiz sanat biçimleri sıklıkla “güzel sanatlardan” ziyade zanaat olarak kabul edilmiştir; sanat eğitimi şöyle dursun, pek çok kadının genel eğitimine devam etmesi engellenmiş ve son olarak hem uygulamada hem de tarihte alana hükmeden erkekler, kadınların ikinci derece sanatçı olduklarına inanmışlardır. 20. yüzyılın ortalarında, sanatçı ve eğitmen Hans Hoffman bir seferinde etkileyici soyut ekspresyonist Lee Krasner’a yaptığı “iltifatta” şöyle demişti: “O kadar iyi ki, bir kadın tarafından yapıldığını anlayamazsın.”
Ancak 1960’lı yılların başlarında, eşit hakların ve feminist hareketlerin en hareketli zamanlarında, Birleşik Devletler’de ve Avrupa’da sanat okullarında okuyan ve öğreten kadın sayısında bir patlama yaşanmıştır. Bunlar feminist faaliyet alanlarına dönüşerek, kadınların müze ve galerilerde temsil edilmesini teşvik etmiştir. Kadınların sanattaki bu hareketi, stüdyoda ve ötesinde nelerin mümkün olduğunu yeniden tanımlayan ve bugün pek çok kadın sanatçının yolunu açan pek çok kuram ve çeşitli sanatsal uygulamalar geliştirmiştir.
20. yüzyılın kadın sanatçıları: değişen bir manzara
Kadınlar her zaman sanatçı olmuşlardır ve her zaman erkek egemen toplumlarda kadınların izleri olmuştur. Milattan önce 25.000 yılında lüks düşkünü Willendorf’un Venüsü ve diğer küçük taş oymaları gibi bilinen ilk sanat eserlerinin bile kadınlar tarafından mı yoksa erkekler tarafından mı yapıldığını kimse bilmemektedir. Diğer yandan, milattan önce 800 yılına ait Homer’in destansı hikâyesi Odyssey’de Penelope’nin cesur dokuma hikâyesinden 11. yüzyıla ait muhtemelen kadınlar tarafından dokunmuş ve işlenmiş ortaçağ Britanya hikâyesini anlatan yaklaşık 83 metre uzunluğundaki Bayeux işlemesi gibi dokuma ve giyim örnekleri her zaman kadın zanaatıyla ilişkilendirilmiştir. Yine de kadınlar, sanat dünyası ve kanonuyla ilgilenmeye çalıştıklarında yüzyıllar boyunca zorluklarla karşı karşıya kalmıştır.
Ancak 20. yüzyılın başlarında, yalnızca sanat alanında değil, aynı zamanda yerel ve kamusal alanda kadınlar için işler değişmeye başlamıştır. Eşit hakların savunulmasına vurgu yapan yeni bir kadın hareketi ile kurumlar kendilerini kadınların menfaatlerine adanmış ve kadınlardan oluşan yeni bir profesyonel ve sanatçı nesli geleneksel olarak erkekler tarafından yönlendirilen sosyal yapıyı tüm dünyada değiştirmiştir. Yüzyılın başlarında ortaya çıkmaya başlayan bu sosyal değişim I. Dünya Savaşı ile birlikte daha da gelişmiş ve büyüyen küresel huzursuzluk, daha fazla kadını iş gücüne katılmaya ve daha önce erkeklerle sınırlı olan sosyal, profesyonel ve siyasi durumlarla karşı karşıya kalmaya sevk etmiştir.
Grubun erkek üyeleri tarafından ötekileştirilmesine ve dışlanmasına rağmen, Helen Saunders ve Jessica Dismorr gibi sanatçılar, Vorticist hareketinin resmî üyeleri olmaya çabalamışlardır. Fransız ressam Francoise Gilot, genel olarak Pablo Picasso’nun sevgilisi ve 1940 yılında Henri Matisse ve Fernand Léger gibi önemli sanatçılara çok yakın çalışan biri olarak bilinse de tamamen kendine ait görsel bir tarz ve kimlik yaratmıştır. Eileen Agar ve Lousie Bourgeois gibi sürrealist kadın ressam ve heykeltıraşlar, akıl ve beden araştırmalarında, akıcı, içten ve açık cinsel içerik geliştiren ikon kırıcılardır.
Kadın sanatçılar, sanat yoluyla yenilenen bir iş ve güven anlayışı ile hangi konular üzerine gitmeyi tercih etmişlerdir? 1960’lardan bu yana gelişen farklı toplumsal ve gelişimsel bağlamlardan ötürü, pek çok kadın sanatçı, bu günlerde 20. yüzyılın başlarındaki bağlamlara dayanan küresel ve diasporal siyaseti araştırarak kimliğin kişisel ve uluslararası konularıyla ilgilenmektedir. Mona Hatoum ve Shirin Neshal gibi sürgün sanatçıların eserleri kaybın hikâyelerini anlatmakta ve birbiriyle çatışan ülkeleri, kültürleri ve toplumsal cinsiyet rollerinin iç yüzünü yansıtmaktadır. Aynı zamanda, sanatçı Sonia Boyce’ın filmleri, fotoğrafları ve resimleri de ırkçı klişeleri gün yüzüne çıkarmıştır.
Diğer kadın sanatçılar, kadın olarak karşılaştıkları belirli konulara değinmek için sanatlarını kullanmışlardır. 1970’li yıllarda, Margaret Harrison, kadınların günlük yaşamlarında karşılaştıkları nesneleştirilmeye dikkat çekmek için şakacı ve alaycı çizimler kullanmıştır. Aynı on yılda, sanatçı Linder, geleneksel medya görsellerini sarsıcı ifadelerle alt üst eden fotomontajlar yaratmak için punk ruhundan ve Dada’nın düzen karşıtı politikalarından yararlanmıştır. Cornelia Parker gibi bugünün sanatçıları, bizi kadın bedeninin idealleştirilmiş görüntülerinin gerçek kadın figürleriyle nasıl kıyaslandığını düşünmeye teşvik ederken film yapımcısı Barbara Hammer lezbiyen cinselliğinin daha açık betimlemelerini desteklemek adına kendi vücudunun görüntülerini kullanmıştır.
Kimlik, cinsellik, siyaset ve tarihe dikkat çekerek geçtiğimiz birkaç on yılda kadın sanatçılar sanat tartışmalarına hükmetmişlerdir. Peki ya biz sanat tarihinin unuttuğu kadınları nasıl anlatacağız?
Unutulmuş kadın sanatçıların hikâyelerini bugün nasıl anlatmalıyız?
Sizce, yalnızca kadınlara adanmış dersler, kitaplar ve müzeler bir yönden ayrı mı tutuluyor? Bunların geleneksel sanat tarihinden ayrılan şeyler olduklarını söylemek kadınların kültürel ürünlerini bir şekilde dışlamak mıdır? Diğer yandan, basitçe kadınların ismini kanona eklemek bununla savaşmaktan ziyade sanat tarihine geleneksel bir yaklaşımı güçlendirir mi? “Kadın sanatçılar” şeklinde etiketlemek, istemeden de olsa toplumsal cinsiyet, coğrafya ve yaratıcı üretim arasında yanıltıcı bağlar kurabilir mi?
Sanatçılar ve tarihçiler bugün bile bu soruları ele almaya devam etmektedir. Kadın sanatçılardan ve sanat uzmanlarından oluşan bir grup olan Gerilla Kızlar gibi gruplar ayrımcılıkla savaşmakta ve kadınların sanat dünyasında karşı karşıya kaldığı konulara ilişkin farkındalık yaratmaktadırlar. Bunu, müdahaleler ve protestolar düzenleyerek, odak noktayı kimliklerinden uzaklaştırmak adına goril maskeleri takarak yapıyorlar. “Neden Batı tarihinde daha çok kadın, büyük sanatçı olarak kabul edilmiyor?” sorusu yerine “Batı tarihinde neden daha çok büyük kadın sanatçılar yok?” sorusunu sormaktadırlar.
Kanon dışında bırakılan kadın sanatçıları araştırma projesi, sanat uygulamalarının da yeniden tanımlanmasını desteklemiş ki bu da bizi, “dekoratif sanatlar”, enstalasyon sanatı ve artistlerin bedenleriyle ilgili olan performans sanatı olarak kabul ettiğimiz şeyleri yeniden gözden geçirmeye davet etmiştir. Proje, bugün de bilim insanlarını unutulmuş kadınları araştırmaya teşvik ederek devam ediyor. Tüm dünyadan rengin kadınlarını, bize kimsenin “dişi sanatı” olmadığını, aksine sanatın kültürü şekillendirdiğini ve kültürle şekillendiğini; güzellik, toplumsal cinsiyet ve güce ilişkin kültürel fikirleri aktardığını ve ırk, sınıf ve kimliğe ilişkin konuları soruşturmanın güçlü bir aracı olduğunu anlamamıza yardım eden kadınları da bünyesine dâhil etmek için Batı kanonunun ötesine açılıyor.
Yazar: Camille Gajewski
Çevirmen: Merve Gündoğdu
Kaynak: Khan Academy
Düşünbil Portal’da yayımlanan, Düşünbil yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır.