Site icon Düşünbil Portal

Sentetik a priori bilginin imkânı üzerine bir inceleme

Paylaş

Immanuel Kant, ilk olarak 1781’de yayınlanan Saf Aklın Eleştirisi’nde ortaya koyduğu felsefesini, daha sonra 1783’te yayınlanan ve bu kitabın daha anlaşılır bir özeti niteliğinde olan Prolegomena’da, metafiziğin imkânına, dolayısıyla da sentetik a priori önermelerin imkânına özel bir yer verir. Metafiziğin bir bilim olabilmesinin koşulu sentetik a priori önermeler barındırmasıdır. Kant’tan sonra sentetik a priori önermeler özellikle 20. yüzyıl mantıksal pozitivistleri tarafından eleştirilmiş ve bu eleştirilerde bu önermelerin imkânı merkezî bir tartışma hâline gelmiştir.

Bu makalede öncelikle kısaca sentetik  a priori önermelerin ne olduğundan bahsedilecek, sonrasında özellikle Hans Reichenbach tarafından yapılan eleştiriler değerlendirilecek ve son olarak sentetik a priori bilginin imkânına yine Kant’ın sentetik birlik kavramı ile bakılmaya çalışılacaktır.

***

Metafizik önermelerin bir bilim statüsünde olmasının imkânını sağlayan sentetik a priori önermeler, 20. yüzyıl mantıksal pozitivistlerinden itibaren eleştirilmiş, bu bilginin imkânı veya imkânsızlığı ile Kant’ın bilgi felsefesinin imkânı veya imkânsızlığı bir tutulmuştur. Kant’ın bilgi felsefesini ve sentetik a priori önermelerin neliğini genel hatlarıyla ele almak bu eleştirileri daha iyi anlamak için faydalı olacaktır.

Kant’a kadar süregelen; bilgimizin deneyden mi yoksa doğuştan mı geldiğine ilişkin soruların ve bu sorulara verilen cevapların −empirizm ve rasyonalizm− oluşturduğu savaş,  Kant’ın orta yol denilebilecek bir cevap bulmasıyla sona erdi: Kant’a göre bilgimiz deney ile başlar ama deney ile devam etmez. Bir şeyi algıladığımda onun gerçekten ne olduğuna veya işlevine, kısaca onun bilgisine sahip olmam için anlama yetisinin operasyonları gerekir. Buradan sonra probleme bir adım geriden bakıp deneyin imkânını sorgulayan Kant, nesneyi deneyimlemek için a priori koşul olan, uzay ve zamanı, görünün saf formları olarak tanımlar. Buna göre, görünün saf formları olan uzay ve zaman deneyimi şekillendirir, onu mümkün kılar. Toparlayacak olursak, deneyin a priori koşulu olan uzay ve zaman ile görünüşler (fenomen) alanında algıladığım nesneyi deneyimler ve bu deneyimi, birçok deneyimi düzenlemeye yarayan zihnimdeki saf biçimsel formlar olan kategoriler ile birleştiririm. Kant’ın felsefede yaptığı devrim buradadır. Kant ile birlikte artık bilgimiz nesneye bağlı değildir, nesnenin bilgisi bizim zihnimize/bilme tarzımıza bağlıdır. Yani artık pasif bir şekilde bilmek için öylece duran bir özneden ziyade bilme sürecine bizzat katılmış etkin bir özne söz konusudur ve etkin öznenin bir şeyi bilmenin a pirori koşullarını araştırması ise transandantal felsefedir.

Duyularımızla algıladığımız gerçeklik, bize kendinde şeyin bilgisini vermez. Biz sadece, şeyin kendisini değil, onun tezahürlerini bilebiliriz. Bu durum tam olarak Descartes’ın “Kötü Tanrı” kavramı ile anlaşılabilir. Belki, kötü bir tanrı bizi, nesneleri kendisinin istediği gibi bilmememizi sağlayacak şekilde yaratmıştır. Yani ben bir kitap gördüğümde aslında o şey kitap olmayabilir, gıcık tanrı beni böyle yaratmış ve benim belki bir kalemi kitap olarak görmemi sağlamış olabilir. Buradan hareketle aslında gördüğüm şeylerin bizzat kendisinin değil sadece tezahürlerinin bilenebileceğini anlamak mümkündür. Görünün saf formları olan uzay ve zamanda −ki uzay ve zaman şeyin kendisinin belirlenimleri değildir, biz onu projekte ederiz− bize verilen tezahürler fenomen iken, kendinde şey denilen alan numendir. Numen, sadece düşünülebilir, onun bilgisi insan aklına kapalıdır. Kendinde şeyin bu özelliği mistifiye edilmeye uygun gözükür ama kendinde şey, Kant’ın öylece oraya koyduğu keyfi bir kavram veya aşkın (transandent) bir gerçeklik değil, onun bilgi teorisi açısından zorunlu bir kavramdır. Kant, kendinde şey bilinemez derken orada bilenecek bir şey olduğunu vurgulamaz, kendinde şey, sadece düşünülebilir olandır. İşte burada saf aklın fenomenlere yöneliş biçimini −deney ve anlama yetisinin operasyonlarını− numen alanında da gerçekleştirmesiyle ruhun ölümsüzlüğü, evrenin başlangıcı, tanrının varlığı gibi ancak düşünülebilecek ama bilinemeyecek olan antinomiler ortaya çıkar. Kant antinomilerin aklın yazgısı olduğunu kabul eder fakat eğer bir bilimden söz ediyorsak antinomileri kendi alanlarında bırakmak, insan aklına bir sınır çizmek gerekir. Bu sınır çizme işi de Kant’ın bilgi felsefesinde yaptığı ayrımlarla tamamlanacaktır.

Kant’a göre analitik a priori önermeler, bilgimizi genişletmezler, onlar a priori doğrudurlar ve özne zaten halihazırda yüklemde içerilir ve bu önermelerin değili alındığında çelişirler. Sentetik a posteriori önermeler, deneye tabi olan önermelerdir ve deneyin sonucunda bilgimizi genişletirler ve bu önermelerin değili çelişkiye götürmez. Kant için önemli olan sentetik a priori önermelerdir. Çünkü bu önermeler kesinlik ve gerçeklik bakımından analitik a priori önermelerle, bilgimizi genişletmesi bakımından da sentetik a posteriori önermelerle aynıdır ve “… bu önermeler, tanımları açısından farklı, birbirinden ayrı duran, ilişkisiz kavramları bir araya getirerek sentezledikleri için sentetik olmalarının yanı sıra, söz konusu sentezler gözlem ve deneylerde temellendirildiği için de a prioridirler” (Kutlusoy, 2006:58).

Burada ileride değineceğimiz eleştiriler bakımından şu ayrımı yapmakta fayda var: Kant’a göre uzay ve zaman bir kavram değildir, onlar görünün saf formlarıdır. Onların mutlak anlamda bir geçerlilikleri yoktur ve bize bağlı ideallerdir. Saf matematiğin olanaklı kılınması için öncelikle saf görü formları olan uzay ve zaman gereklidir. Aritmetik, saf a priori zaman görüşüne tekabül ederken, geometri, saf a priori uzay görüşüne tekabül eder. Kant’a göre uzay dışsal duyularımızın, zaman ise içsel duyularımızın bir formudur. Ayrıca zaman uzayı, şeylerin bir zaman içinde gerçekleşmesi bakımından etkiler. “Sentetik a priori bilginin içeriğini oluşturan verinin sağlandığı uzaya ve zamana bağlı algı alanında, duyu deneyimi aracılığıyla kavramların saf uzay zaman görüsünde kurulması gerekir. Bu alan matematik alanıdır” (a.g.e, 59). Matematik, kurulan bir alandır, verilen bir alan değildir çünkü matematik anlama yetisinin bize “verdiğinden” fazla bir iştir. Burada kurulan ve verilen ayrımı önemlidir. Kurulan olması, onu hem deney yasasına uygun hem de kesin, genel ve zorunlu kısaca sentetik a priori yapar. Matematik kavramlardan değil, kavramların oluşturulmasından doğar. Matematik ve geometri ilkelerinin üretilmesi çelişmezlik ilkesinden başka bir ilkeyi gerektirir, bu ilke saf görüdür. Kant’a göre saf geometrinin ilkeleri apaçık doğrudur ve aynı zamanda sentetiktir çünkü onlar, kavramı genişletirler ve düşünülmemiş olanı verirler. İki nokta arasındaki en kısa çizginin bir doğru olması düşündüğüm değil Kantçı anlamda gördüğüm bir şeydir, burada saf görünün yardımı gerekir. A priori kavramların, somut bir biçimde kurulabilmesi için, geometrinin yapısında herhangi bir saf görü temeli bulunmalıdır. Yani geometri kavramını a priori olarak saf görüde kurmalıdır. Çünkü ancak saf görü kavramların genişletilmesini olanaklı kılar ve bu çerçevede ortaya çıkacak olan sentetik a priori yargılar da bu görüde zorunlu olarak bulunanı içermiş olacaklardır (Kant, 2000:49-50).

Görünüşte verilen nesne, anlama yetimin operasyonları olmadan bir anlam kazanmaz. “Görünüşlerin duyusal veri aracılığıyla anlama yetisine verilmesinin yanı sıra, düşünme etkinliğiyle (düşüncede) ilgili bağların kurulabilmesi, yani görüde kurulan kavramlara, anlama yetisi kavramlarının da eklenmesi gerekmektedir; ancak böylelikle duyusal verinin göstermek istediği nesnenin görülmesi olanaklı olacaktır” (Kutlusoy, 2006:61). Bu düşünceye benzer bir yaklaşım, ayrı algılar olan görme ve duyma arasındaki bağın ifadesi Platon’un Theatitos diyaloğunda verilir. Analojiyi daha iyi kurabilmek için, bir köşede davul çalan birinin olduğunu varsaydığımızda, davuldan gelen sesin kaynağının yine o davul olduğunu yani sesin kaynağının gördüğüm davul olduğunu nereden biliyorum? Çünkü, göz duymaz, kulak görmez. O halde, görünüşlerin duyusal veri aracılığıyla anlama yetisi verilmesi kendi başına yeterli olmaz, burada düşüncede bağların kurulması gerekir.

Sentetik a priori bilginin felsefeden elenmesi 20. yüzyıl pozitivistleri tarafından adeta amaç edinilmiş, bu amaç doğrultusunda da  mantıksal pozitivitler, tartışmalarını sentetik a prioriyi “çürütmeye” odaklı bir şekilde devam ettirmişlerdir. Bilimsel Felsefenin Doğuşu adlı eserinde, sentetik a priori bilginin imkânına hatta daha doğru bir tabirle imkânsızlığına oldukça önemli bir yer veren Hans Reichenbach, Kant’ı önce geometri görüşü, sonra aritmetik görüşü bakımından eleştirir.

Kant’a göre Euklides geometrisi a priori doğru bir geometri olmasından ziyade insan aklının dünyayı algılama biçimi için gerekli bir geometridir. Yani bizim referans uzayımız üç boyutludur. Reichenbach, Kant’ın geometri anlayışına çok boyutlu yani Euklidesçi olmayan geometrilerin imkânı ve relativizm ile karşı çıkar. Ona göre, “… geometrinin matematiksel ve fiziksel iki yanı vardır. Bunlardan biri analitik ve a priori, diğeri sentetik ama a posterioridir” (Reyhani, 2010:212). Dolayısıyla Reichenbach’a göre bu ayrımda sentetik a priori önermelere yer yoktur. Fakat burada belirtmek gerekir ki, çok boyutlu uzay anlayışı yine Kant’ın yaptığı bir ayrıma dayanır. Yukarıda uzay ve zamanın bir kavram olmadığı, onların görünün saf formları olduğu söylenmişti. Uzay ve zamanın görünün saf formları olması ile bir şeyin gerçekliğini düşündüğümü değil gördüğümü söylerim ve bu Kantçı anlamda bir görmedir (a.g.e, 212). Üç boyutlu olmayan bir geometride görümü kaybederim ama o geometrinin bir nesnesini yine bir uzayda düşünmem gerekir. “Euklides geometrisini sadece düşüncemle algılıyor olsaydım, Euklidesçi olmayan geometri imkansız olurdu” (a.g.e.212). Kant’ın örneğine baktığımızda iki nokta arasındaki en kısa çizginin bir doğru olması benim düşüncede bulduğum bir kavram değil gördüğüm bir kavramdır ve bu önerme hem sentetik hem de a prioridir.

Saf görüyü bir kenara atma Yeni Kantçılarda da görülür. Bunun sebebini de bizim görümüze bağlı olan bir matematiğin psikolojizme sebep olacağı şeklinde açıklarlar. Bir bilimin bize göre olması onun nesnelliğine zarar verir ve bu matematiği relative etmek olur. Ama üç boyutlu uzay referansımızın arkasında sadece biyolojimiz yoktur, üç boyutlu geometri sadece bizim için bir referans değil, genel bir referanstır. Saf olmayan bir görü beraberinde değişebilir özellikleri getirir, uzay ve zamanın üç boyutlu olmaması onları kavram yapar ve dolayısıyla artık uzay ve zaman değişebilir niteliklere sahip olur. Paralel bir evrende sonsuz sayıda konumun ve durumun bulunduğu bir uzay zaman anlayışı, olayı entelektüalize etmek yani uzay ve zamanı kavrama indirgemek demektir.

Referansımız olan üç boyutlu uzay anlayışını temel alan Euklidesçi aksiyomlar, Reichenbach’a göre gerçeği pek yansıtmayan aksiyomlardır, bu aksiyomların ona göre içi boştur. Fakat burada da problem şudur: Eğer üç boyutlu zaman anlayışı gerçeği pek yansıtmıyorsa, Euklidesçi geometri bize hiç öğretilmeden çok boyutlu bir geometri eğitiminin pekala verilebilir olması gerekir (a.g.e, 214). Doğrudan Euklidesçi olmayan geometri savunulurken, atlanan nokta zaten relativistik uzayın kurgu olduğudur. Geometri görme ile mümkün olduğundan, bu görme başta üç boyutlu bir uzay referansıyla mümkün olacaktır. Uzay ve zaman aklın yasaları değil insan duyusallığının bir özelliği olduğu için içinde yaşadığımız evrenin Euklides geometrisine göre şekillenmesinde bir problem yoktur, zaten bu doğal bir şeydir. Dolayısıyla Euklidesçi geometrinin gerçeği yansıtmadığını söylemek pek doğru gözükmemektedir (a.g.e, 214).

Reichenbach’ın ikinci eleştirisi matematiğe karşıdır. Burada Reichenbach matematiği mantığa indirgeme bakımından Russell’dan etkilenmiş görünür. Russell’a göre, arayışımız kesin bilgi arayışıdır ve  matematik bize kesinlik verir. Bu bakımdan, matematik gibi hareket edip, düşüncenin kurallarını bulmamız gerekmektedir. Kant’a göre, matematikte deneyde kendini temsil eden bir şey yoktur sadece bir şey başka bir şeyi temsil eder. Ama fizikte deney, nesnesinin kendisini temsil eder. Matematiğin sentetik olması temelde bir görüyü gereksinmesidir çünkü sadece görü bize kavramları genişletici bilgiyi verebilir. Bu görü olmadan salt mantıkla hareket edemeyiz, eğer görüsüz hareket edersek, illa ki bir yerler eksik kalacaktır. Bu konu ile yakından ilişkili olan Gödel‘in eksiklik teoremi, hiçbir matematik sisteminin tam olamayacağını söyler. Bu teoreme göre, sınırlı bir aksiyomlar kümesiyle başlayan herhangi bir mantıksal sistem, zorunlu olarak sistem içinde ispatlanamayan ama doğru olan önermeler içerecektir. Gödel şunu da gösterir: Bir matematik sistemine ait Gödel tipi önermeleri, sisteme aksiyom olarak eklemekle o sistem tamamlanamaz; çünkü, eklenen aksiyomlar, yeni bir matematik sistemi oluşturacak ve bu yeni sistem de kendi Gödel tipi önermelerini içerecek, yani yine eksik kalacaktır. Gödel teoremi gerçeğin hep eksik olduğunu söylemez. Ona göre bir sistem içinde ispatlanamayan önermeler, başka bir sistemde ispatlanabilir. Gödel kuramı sadece şunu söyler: Bütün doğru önermeleri içeren mutlak bir doğruluk sistemi (matematiği) yoktur. Yani uzayın düz olduğunu söyleyen Euklides geometrisi ne kadar eksikse, eğri olduğunu söyleyen Riemann geometrisi de o kadar eksiktir ve gerçek ancak farklı sistemlerin birlikte ele alınması ile tam olarak anlaşılabilir.

Matematiğin sentetikliğinden şüphe etmek, onun bilgimizi genişlettiğinden şüphe etmek demektir, eğer matematik bilgimizi genişletmiyorsa, masa başında bulunan teoremler nasıl dünyayla bağ kurabiliyor ve bundan ziyade bu teoremlerin ispatı için niçin uğraşılıyor? Eğer matematiğin a priori yönüne itiraz edilecekse, matematiksel bir önermenin yanlış çıkacağı bir deney tasarımlanamayacağı, saf matematik önermelerinin içerikten yoksun olduğu için onun a priori olduğunu kabul etmek gerekecektir.

Matematik önermelerini doğrulama bağlamı ve buluş bağlamında düşünmek daha yerinde olur. Doğrulama bağlamında tek başına çelişmezlik ilkesi yeterlidir ama buluş bağlamında tek başına çelişmezlik ilkesi yeterli değildir, Kant’ın ısrarla vurguladığı gibi ona sentetikliği katacak saf görü, Kantçı anlamda görme gereklidir.

Zekiye Kutlusoy, “Sentetik A Priori Önermeler Gerçekten Çöktü mü?” adlı yazısında sentetik a priori önermelerin çöktüğünü iddia eder, bunu da fizik ve geometri bilgisinin gelişmemesine ve bu bilginin Kant’ın savunduğu gibi sentetik a priori temelli olmaması ile açıklar (Kutlusoy, 2006:69). Aslında Kant’a karşı geliştirilen tüm eleştirilerin temelinde Kant’ın Descartesçı bağlamda yorumlanması yatar. Onun transandantal kavramı mantıksal pozitivistler tarafından bir orta yol olarak görülmemiş aksine rasyonalizmin tam bir temsili olarak görülmüştür. Bilinemeyen, ötede olan bir kendinde şey, deneyin yeterli olmadığı ve önünde sonunda aklın a priori ilkelerine başvurmak zorunda kalınan bu felsefe doğrudan rasyonalist felsefenin yeni bir yorumu olarak algılanmıştır. Oysa, ne Kant a priori kavramıyla doğuştanlığı kasteder ne de kendinde şey derken bilinmesi gereken başka bir dünyayı. Ayrıca “Reichenbach sentetikliği deneyden eklenmiş olarak görür fakat bu sentetik a priorinin kendisinin çelişmesine neden olur. Çünkü bir şey doğuştansa deneyden gelmez, deneyden geliyorsa doğuştan olmaz” (a.g.e, 215).

Eleştiriler ve eleştirilere verilen cevaplardan anlaşılıyor ki Kant’ı eleştirenler onu en başta rasyonalist bir konumda ele alıyor −ki yanlış en başta burada yapılıyor− ve sentetik a priori önermelerin günümüz için ne anlam ifade ettiğini, buradaki sentetiklikten, Kant’ın aslında ne kastettiği gözden kaçırılıyor.

Kant’ın felsefesinde bu tip gözden kaçırmaları önlemek için onun başka bir kavramı, yine kendi felsefesi içinde problemlere karşı farklı bir pesrpektif kazandırabilir. Buradan sonra sentetik a priori önermeleri, sentetik birlik kavramı bağlamında ele almak faydalı olacaktır.

Sentetik kavramından ilk bakışta doğal olmayan/yapay anlamını çıkarırız. Yani sentetik birlik bu bakımdan kendiliğinden bir birlikten ziyade, zorlanmış bir birlik niteliğindedir. Bu birlik kendiliğinden değildir ama zorlanması da keyfi bir zorlama değildir. Bu zorlama, insanın bilme yetisi tarafından olması gereken bir zorlama, olması gereken bir birliktir. Bu kavram David Hume’un nedensellik ilkesi bağlamında daha açık anlaşılabilir. Hume’a göre şeylerin arasındaki bağlantı, entelektüel bir görüye değil de sadece duyusal bir görüye sahip olmamız bakımından, bizim göremeyeceğimiz bir şeydir. Biz olsa olsa orada bir neden-etki olduğunu düşünürüz. Düşünme bu anlamda görüde verilmeyeni bulma, görüde verileni görmeden birleştirme, sentetize etmedir. Bu bakımdan sentetik birlik, kendiliklerinden birlik göstermeyen ama birlik içinde olduğu düşünülen parçaların bir araya getirilmesidir (Reyhani, 2005:100).

Kant, Hume’un bulduğu nedensellik kavramını tüm bilgi felsefesine yayar. Nasıl ki nedensellik olmadan deney mümkün değildir, artık dünyanın birliğini varsaymadan da deney mümkün olmayacaktır. Çünkü, dünyanın birliği olmasaydı, yaptığım her deneyin bu dünyada olduğunun bilgisi muğlak olacaktı. Bunun için nerede ve ne zaman deney yaparsam yapayım yaptığım deneyin aynı dünyanın farklı yerlerinde farklı sonuçlarına tekabül ettiğini bilmem, böyle bir dünya birliğini varsaymam gerekir.  İnsan, dünyanın birlikli olduğunu düşünmek, dünyada bulduğu her şeyi aynı dünyaya ait olmak bakımından sentetize etmek zorundadır (a.g.e, 101).

Buradan sonra sorulacak önemli bir soru, algısı aynı olan bireylerin deneyimlerinin de aynı olup olamayacağı sorusudur.  Bu sorunun cevabı açıktır: Algısı aynı olan insanların, deneyiminin de aynı olması beklenemez. Bu bakımdan, her birey için −hatta aynı özne için bile− farklı zamanlarda farklı algılardan ve farklı sonuçlardan bahsedilebilir.  Bu durum dünyanın sentetik birliğinin bir sonucudur. Dünyanın kendinde birliği ancak aşkınsal bir düzlemde mümkündür. Böyle bir durumda dünyanın dışına itilmiş bir özne  ve birinin onun bilgisini keşfetmesini bekleyen bir dünya bilgisinden değil, her insan için farklı bir anlama sahip olan, hayal gücünün kendiliğinden bir edimi olan sentetik birlikten bahsedilebilir. “Sentetik birlik, dünyanın insan için kendinde bir edimi olmadığını, bu birliğin imkânını kendisinin kurduğunu söyler” (a.g.e, 103). Bunun bugün için anlamı şudur: “Kategoriler gerçek anlamda, yani anlama yetisinin kategorileri olarak bir algoritma içinde kullanılmaz, algoritma içinde kullanım analitik birlik ile sınırlıdır” (Reyhani, 2010:240).

Empirizm açısından, gözlemci olarak insan, betimlediği dünyanın içinde yer alır. Bu yüzden de gözlemciden bağımsız bir dünya görüşü empirist açıdan mümkün değildir. Bu görüşe göre bir problem varsa bu problem yine gözlemciden hareketle, o gözlemcinin dünya içinde olmasıyla çözülür. Bunun sentetik a priori önermelerle olan bağlantısını şu şekilde açıklayabiliriz: Eğer öznenin sentetik birliği oluşturmakta bir kuralı varsa, bu kural öznenin algoritmasına dahil edildiğinde dünyanın birliğine de dahil edilebilir. Eğer Kant’ın hayal gücünün kendiliğinden edimi tanımında, sentetik birliğin kendiliğindenliğini kuralsızlık olarak algılarsak, özneyi öte dünyada kurmak zorunda kalırız ve bu durumda zihin işlevini yitirir (Reyhani, 2010:248).

Kant’ın sentetik a priori önermelerinin akıbeti hakkında daha ilerleyici yorumlar yapabilmek için “Özneden bağımsız bir dünya betimlemesi mümkün müdür?” sorusunun sorulması gerekir. Çünkü eğer özneden bağımsız bir dünya mümkünse, bu kartezyen düşünceye işaret eder. Kant’ın  transandantal mantığı ise bir şeyin imkânının a priori koşullarını arayan etkin bir özneyi gerektirdiğinden,  dünyaya dair kavramlarımın yine dünyanın içinde bulunan öznenin bilincinden çıkması gerekir. Bu durumda dünyaya dair bilgi, kurulan sentetik birlik ile ve  kendi bilincim sayesinde bilginin imkanını oluşturduğum a priori kavramlardan çıkar.

Sonuç olarak, sentetik a priori önermelerin çöktüğü iddiası geometri ve fiziğin ilerlemesinin, Kant’ın kabul ettiği uzay, geometri ve matematik anlayışının tam tersine olması ile temellendirilmişti. Fakat görüyoruz ki sentetik a priori önermelerin imkânını yine Kant’ın kavramıyla genişletip, günümüzün bakışından anlamaya çalıştığımızda, özneden bağımsız fiziki dünyanın betimlemesi alanındaki çalışmaların da başarısız olduğunu görebiliriz. Bu durumda görülüyor ki; Kant’ın felsefesi nereden ve nasıl çürütülmeye çalışılırsa çalışılsın, bu felsefe, yine kendi kavramlarından biriyle, eksik kalan yerlerini tamamlayabilir.

Kaynakça:
AKARSU, B. (2014). Çağdaş Felsefe, İnkılap Kitabevi: İstanbul.
CASSIRER, E., (2017).  Kant’ın Yaşamı ve Öğretisi, (Çev. Özlem, D.), Notos Kitap: İstanbul.
GÖZKAN, H.B., (2014). Kant’ın Transandantal Mantığı, Felsefi Düşün, Sayı:3, Sayfa: 27-35.
HEIMSOETH, H., (2014). Kant’ın Felsefesi, (Çev. Mengüşoğlu, T.), Doğubatı Yayınları: Ankara.
KANT, I. (2000). Gelecekte Bir Bilim Olarak Ortaya Çıkabilecek Her Metafiziğe: Prolegomena, (Çev. Kuçuradi, İ., Örnek, Y.), Türkiye Felsefe Kurumu: Ankara.
KANT, I. (2015). Arı Usun Eleştirisi, (Çev. Yıldırımlı, A.), İdea Yayınları: İstanbul.
KUTLUSOY, Z. (2006). Sentetik A Priori Gerçekten Çöktü mü?,  Immanuel Kant: Muğla Üniversitesi Uluslararası Kant Sempozyumu Bildirileri, Vadi Yayınları: Ankara.
LANGE, F.A. (2016). Materyalizmin Tarihi ve Günümüzdeki Anlamın Eleştirisi (Çev. Arslan, A.), Sentez Yayıncılık: Bursa.
PLATON, (2011). Diyaloglar, (Çev. Aktürel, T.), Remzi Kitabevi: İstanbul.
REYHANİ, N., (2010). Sentetik A Priori: Tarihsel Arkaplanı ve Bugün İçin Anlamı, Bilgi Felsefesi, Sayfa: 211-251), Heyamola Yayınları: İstanbul.
REYHANİ, N. (2005). Kant’ın Sentetik Birlik Fikri, Cogito, Sayfa: 41-42, 97-103.

Yazar: Merve Karacan

Düşünbil Portal’da yayımlanan, Düşünbil yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır.
Düşünbil Portal’da yayınlanan tüm özgün yazıların içeriğinden yazarları sorumludur. 


Paylaş
Exit mobile version