Düşünbil Portal

Soren Kierkegaard: Korku ve Titreme eserinden felsefesine bir varoluşçu

Paylaş

Soren Kierkegaard, ülkemizde onu tanımayanlar için tuhaf isimli birisi, az tanıyanlar içinse karamsar ama sıkı bir düşünür.

Eğer düşüncelerini Almanca ya da daha yaygın bir dilde yazmış olsaydı bugün çok daha farklı bir yerde değerlendirirdi okur yazar dünyası. Ne yazık ki Almanca okuyabildiği halde sadece anadili Dancada yazmış olması yüzünden dünyada hak ettiği ilgiye geç ulaşıyor. Yaşadığı dönem olan 19. yüzyılda kendi insanları tarafından anlaşılamayan Kierkegaard’ın yazıları, kaygı ve acı çekme gibi olguların daha yoğun bir biçimde yaşandığı II. Dünya Savaşı sonrasında çözümlendi ve asıl değerine ulaştı. Ve bu süreç hâlâ tamamlanmış değil.

Kierkegaard-2

Kuşkusuz Kierkegaard’a dair pek çok şey var anlatılacak. Dâhi bir düşünürün ötesinde, kendisine karşı son derece dürüst ender insanlardan birinin duygu ve düşüncelerini hemen kuşatıvermek olası değil. Hayatın adadığı düşünceleri yanı sıra çok sesli bir düşünürün gezindiği alanları alt alta sıraladığımızda kimi spekülatif düşüncelerini de mizahi bir dille anlatabilme yeteneğine hayran olmadan onun düşüncesine katılmak hatta katıla katıla gülmemek yapılabilecek bir şey değil! Çünkü o; filozof, din düşünürü, toplum eleştirmeni olmanın ötesinde bir yazınsal ironi ustasıdır. Yapıtlarının felsefenin geleneksel sınırlarını epey zorlaması, tanrıbilim, ruhbilim, yazın eleştirisi, kurmaca yazın gibi pek çok alanda da kendisinden sık sık söz ettirmesi bu üslubundan kaynaklanır.

Şimdi Kierkegaard’ın yaşamına kısa bir dönüş yapabiliriz.

Yürüyen düşünce

Varoluşçuluğun kurucusu kabul edilen Danimarkalı düşünür Soren Kierkegaard (5 Mayıs 1813 – Kopenhag / 11 Kasım 1855 – Kopenhag) zengin bir çorapçının yedinci ve son çocuğu olarak doğdu. Kişiliğini derinden etkileyen babası 1838’de öldüğünde Kierkegaard ile kardeşine hatırı sayılır bir servet bıraktı. Böylece Kierkegaard para sorunu olmadan zamanını yazmaya ayırabildi. Ama devraldığı psikolojik mirasın kişiliği üzerindeki etkileri çok daha önemliydi. Babasının gençlik yıllarında Tanrı’ya isyan etmesi yüzünden ailesinin lanetlendiğine inanıyor, annesinin ve beş kardeşinin ölümünü buna bağlıyordu. Kopenhag Üniversitesi’nde ilahiyat okumaya başladı, ama ilahiyat derslerini bırakarak felsefeye yöneldi. Babası öldükten sonra ise ilahiyat öğrenimini tamamlayarak 1840’ta lisansüstü diplomasını aldı.

Bu arada Regine Olsen ile nişanlandı. Hayatında ironik bakmayıp tersine son derece ciddi ele aldığı tek olay Regine Olsen’le olan nişanıydı. Her iki tarafa da büyük acılar yaşatarak bozulmaya mahkûm olan bu nişandan sonra Berlin’e gitti. Burada altı ay kadar kaldı. Başından geçen bu kısa, ama etkileyici gönül macerası sonraki kitaplarına yansıdı. Yanına pek çok taslak almışsa da Ya/Ya da diye bildiğimiz kitabı hızla ve büyük stres altında Berlin’de toparlanmıştır. Kitap Şubat 1843’te yayımlandı, kayıtlara geçen en uzun aşk mektubu unvanını alması gerekir. Fakat Regine bunu anlamazlıktan geldi ve başka biriyle nişanlandı. Aşk ilişkisindeki bu iki feci şoktan sonra Kierkegaard, Kopenhag sokaklarında yürüyen bir gizem oldu.

Burada karşımıza Kierkegaard’ın hayatında önemsediği bir eylem biçimi olarak yürümek çıkıyor. Yeğenine yazdığı bir mektupta şöyle diyor: “Her şey bir yana, yürüme arzunu kaybetme. Ben her gün sağlığım için yürüyor ve her türlü hastalıktan yürüyerek uzaklaşıyorum. Kendimi en iyi düşüncelerime yürüyerek götürdüm ve şimdi insanın yürüyerek kurtulamayacağı hiçbir can sıkıcı düşünce bilmiyorum.” Yine, siyaset konuştukları bir dostuna yazdığı mektupta da şunları söylüyor: “Yürüyüşe çıkabildiğim sürece hiçbir şeyden korkmuyorum, ölümden bile.” Sonra çok hoş bir yöntemle onun da yürüyüşlere çıkmasını sağlıyor.

“Her şey ben yaşarken oldu”

Kierkegaard kimdi? Nişanı neden bozmuştu? Tuğla kalınlığındaki Ya/Ya da ne hakkındaydı? Sorular akın akın gelmeye başladı. Daima bir taşra kasabası olarak gördüğü yerde sebep olduğu sansasyonu sevip intikam duygusuyla kendi rolünü oynadı. Gizemleri artırmaya bayılıyor ve çözmekten nefret ediyordu. Böylece ciddi ciddi gezgin filozofun gizemini yaratmaya koyuldu.

Kierkegaard’ın Regine Olsen ile olan nişanı ve dramatik ayrılışı belki eserlerinin çıkış sebebini de açıklayabilir. Zaman zaman bu sebeple de umutsuzluğa kapılan Kierkegaard pek çok insanın sorduğu soruları sorarak bu noktada hepimize birden dokunuyor. Umutsuzluk tüm insanları birleştiren bir öğe oluveriyor: “Hayatım bir çıkmaza girdi, varoluştan iğreniyorum, tatsız tuzsuz, anlamsız bir şey… İnsan parmağını toprağa batırıp kokusundan hangi diyarlarda olduğunu anlar -bu hiçbir şey kokmuyor. Neredeyim ben? Dünya denen bu şey nedir? Bu kelimenin anlamı nedir? Beni bunun içine kim çekti de şimdi orada bırakıp gidiyor? Ben kimim? Dünyaya nasıl geldim? Bana neden sorulmadı?..”

Nişanı bozma konusundaki gerekçesi aslında nişanlısına büyük bir iltifat niteliğinde. “Bütün dünya karşıma çıksa, bütün skolastikler benimle tartışsa, hayatım tehlikede olsa, yine de haklı olduğumu iddia ederim… Ben doğru hareket ettim. Benim aşkım kendini bir evlilikte ifade edemez.” Kierkegaard çektiği acılardan dolayı çok kızgındır, Eyüp’e seslenir, “Eyüp, Eyüp, Eyüp! Sana ihtiyacım var, yüksek sesle nasıl şikâyet edeceğini bilen bir adama.”

“Lanet ediyor bana hemşerilerim!”

Kırk iki yıllık kısa ömründe sadece iki Almanya gezisi yapmış olan filozofun sadık bir Kopenhaglı oluşuna karşın hemşerileri ondan nefret eder. 1855`te ölmüş olmasına rağmen, neredeyse ölüsü de dirisi kadar öfkelendiriyor. Danimarkalıları ve o eski kızgınlıklarını hâlâ koruyorlar. Çünkü Kierkegaard Danimarkalıların hiç inanmadıkları şeylerin üzerinde ısrarla durmuş, sonra da devlet ve kilise kurumunun her biçimine saldırmıştı.

Roger Poole, Danimarkalıların ondan nefret etmelerini şöyle temellendirir: “Danimarkalılar materyalisttir. Kierkegaard idealistti, tinin meselelerine inanırdı. Danimarkalılar yasalara uyarlar, yöneticilerine ve siyasi kuruluşlarına saygı duyarlar. Kierkegaard onlara sahtekâr muamelesi yapıp aşağılardı. Danimarkalılar huzurlu, sakin bir hayatı severler, geleneksel olan şeylerden hoşlanırlar. Kierkegaard bir kitaptan ötekine istisna olanı, bireysel olanı ve kişisel sahiciliği savunurdu. Danimarkalılar etin hazzından zevk alırlar. Kierkegaard nefsine hâkim olup bekâr kalacağı bir dünya için, ‘evrensel’ dediği bütün bu zevklerden vazgeçmişti. Danimarkalılar, Tanrı`ya inanmazlar. Kierkegaard, Tanrı’ya inanıyordu. Danimarkalılar, sosyalisttirler ve refah devletine inanırlar. Kierkegaard, Kral’a pek saygı duymamış olsa da mizaç olarak muhafazakârdı. Danimarkalılar fikir hayatında daima Avrupa modasına uyarlar, bu yüzden 1840’larda da Hegelciliğe ayak uydurmaya çalışıyorlardı. Kierkegaard’a göre Hegel şarlatandı.”

İbrahim’in seyahati

Kierkegaard`ın hem bir insan hem de dehasıyla yalnız kalmış bir düşünür olarak portresi, kendi metinlerinden yaratılmış adeta yeni bir eser olarak çıkmış ortaya. Kierkegaard`dan söz edip de Hz. İbrahim’i anmamak, anıp da yüzeysel de olsa araya sıkıştırmamak mümkün değil.

Hegel sistemine düşman, sistem-dışı filozof Danimarkalı Kierkegaard’ın tüm düşüncesinin ve hayatının özünü oluşturan, mezar taşının alnındaki, “O, bir bireydi” cümlesi sanırım onun Hz. İbrahim’le ilgisini anlatmaya yeter de artar bile. Zira Kitabı Kerim’deki “Gerçek şu ki, İbrahim (tek başına) bir ümmetti; Allah`a gönülden yönelip itaat eden bir muvahhiddi ve o müşriklerden değildi.” (Nahl Suresi, 120) ayetinin ilk kısmıyla yakından ilgilidir bu yazı. İnançlı bir filozof olarak Kierkegaard`ın “kurban etme” üzerine düşünen herkesin ilgileneceği bir eseri var: Korku ve Titreme. İbrahim`in seyahati Kierkegaard`ın bu eserinin merkezi temasıdır. Filozof bu eseri ile fırtınalar kopan düşüncelerini Hz. İbrahim’in öyküsünün içine sokarak, seyahati boyunca kendini Hz. İbrahim’in yanında düşlediğinden bir Peygamber için yazılmış olan en güzel liriklerden birini de yazmış olur. Çünkü “kurban” demek çokça İbrahim peygamber demek… İbrahim peygamberin içine düştüğü ikilemi, iradesini “itaat”ten yana kullanmadaki başarısını en iyi betimleyen kitap da odur. Soren Kierkegaard’ın İbrahim peygamberi anlama çabasındaki içtenlik, “kurban etme/kurban kesme” üzerine hayli önemli göstergeler taşımakta.

Kierkegaard’ın İbrahim peygamberi anlama çabasına hayranlık duygusu hâkimdir. İbrahim’in verdiği sözü yerine getirme kararlılığına hayrandır o. Kierkegaard`ın İbrahim`i, iman savında çektiklerinden dolayı yücedir: “İbrahim inanmıştı ve şüphe etmiyordu. O, akıl almaz olana inanmıştı. Şüphe etmiş olsaydı başka bir şey yapardı. Yine de şanlı bir şey. İbrahim şanlı ve muhteşem olandan başka ne yapabilirdi ki? (…) Çocuğunu yitirmiş çok baba vardı. Ama o yitirişlerde dileyen Tanrı’ydı. Kadir-i Mutlak’ın değiştirilemez, sırrına erişilemez iradesi, O’nun eliydi çocuğunu alan. İbrahim için bu böyle değildi. Onun için zorlu bir sınav hazırlanmıştı. Ve o yaşlı adam, orada, yanında biricik oğluyla doğruldu. Fakat şüphe etmedi. Kaygıyla sağa sola bakmadı. Dualarıyla semayı mücadeleye davet etmedi. Biliyordu ki onu sınayan Kadir-i Mutlak Tanrı’ydı. Biliyordu ki bu, ondan istenecek en zor kurbandı. Ve yine biliyordu ki Tanrı, dilediğinde hiçbir kurban zorlu olmazdı. (…)İbrahim inanmamış olsaydı eleminden donuklaşırdı ve Sara kederinden ölürdü şüphesiz. Tanrı’nın dileğini yerine getirmeye memur edildiğini anlamaz, buna bir gençlik hülyası der, güler geçerdi. Ama İbrahim inanmıştı. Demek ki gençti. Hep en iyisi için umut taşıyan dünyadan yaş alır. Hep en kötüsü için hazır olan, çabucak çöker. Ama inanan, daimi bir gençlik sürer. Öyleyse methedilsin bu öykü!”

Evet, evet imanı olmak

Kierkegaard biliyordu ki, İbrahim bıçağına hevesle sarılmış değildi. O yüzden Batı sanatındaki çoğu tasvir onun derdini yansıtmaktan uzaktır. Oğlunun da şaşkın ve yalvaran bir ifade taşımasına imkân yoktu; çünkü her ikisi de niyetlerini ve ruh durumlarını Allah’ın isteği doğrultusunda düzenlemiş “seçilmiş”lerdi. Bir babanın oğlunu öldürmek üzere yatırması ve bileylediği bıçağı boynuna uzatmasında, birinin korku ve dehşeti, diğerininse kayıtsızlığı ya da hazzı söz konusu değildi. Bu sadece, Kierkegaard`ın deyişiyle, o “iman sıçramasını” gerçekleştirmiş iki insanın ortaya koydukları bir teslimiyetti, o kadar. İbrahim ve oğlu, bu en ünlü baba oğul, bıçağın bu ya da öte yanında olmanın farksızlaştığı, cellât ya da kurban gibi tanımların anlamsızlaştığı bir düzeyde, ruhlarını ilahi “aşkınlık”la birleştirebilecekleri bir yerdeydiler. Kierkegaard’ı ilgilendiren de bu yerdi zaten; tümüyle normal, sevgi ve şefkat dolu halim bir babayı, hatırlatmaları birkaç kez duymazlıktan gelmiş, kararını sorgulamış ve bu konuyu oğluyla konuşmuş bir babayı, kendi canından çok daha fazlasını kurban etme noktasına getiren “inanç” nasıl bu kadar güçlü olabilir? Biz, bu titretici ve ürpertici teslimiyeti anlayabilir miyiz? İbrahim’i harekete geçiren şey tamamen “iman”dır. Kierkegaard için “iman” sadece Tanrı’nın varlığına inanmak değil, Tanrı için her şeyi her an yapabilecek kadar arzulu ve iradeli olmaktır. İbrahim de insan için en zor olan şeyi başarmıştır. İbrahim’in sıkı bir imanı olmasaydı iman sınavını kesinlikle geçemezdi. Hz İbrahim, ona göre dini varoluşun somutlaşmış hali ve büyük bir iman şövalyesidir. Zira o, neye inanması gerektiğini seçerken, kim olması gerektiğine de karar vermiştir. Onun imanı, toplumun yerleşik değerlerinden radikal bir kopuştur. Ve oğlunu kurban etmek isteyen birinin itham edileceği türden suçlamaları ve toplumun yüz karası olmayı da göze alarak, son noktaya kadar tereddütsüz gitmiştir.

İnanç sıçraması!

Tanrı’yı insandan tümüyle ayrı bir varlık olarak gören Kierkegaard, Tanrı ile insan arasında yalnızca imanla doldurulabilecek bir boşluk olduğunu ileri sürdü ve bu görüşünü “inanç sıçraması” deyimiyle dile getirdi. Yaşama karşı estetik ve etik tepkilere ağırlık vermekle birlikte, bunların insanı kaygı ve umutsuzluktan kurtarmadığını, insanın Tanrı ile kuracağı ilişkinin önemli olduğunu vurguladı.

Kierkegaard İbrahim’i Danimarka’da yaşayan modern bir kahraman olarak tahayyül etmeye çalıştı. Tanrı’dan gelen emri delil göstererek oğlunu kurban edeceğini söyleyen biri modern toplumda nasıl algılanırdı? Hiç kuşkusuz “deli” olarak.

Filozofun bu kıssayı ‘güncelleyerek’ tartışmasının nedeni varoluşun kaçınılmaz sonucu olan inancın sadece “akıl” ile açıklanamazlığını ispat etmeye çalışmaktı. Ona göre modern bireyin İbrahim’in ve oğlunun teslimiyetini salt akılla ölçüp tartarak anlaması imkânsızdı, ne yazıktır ki elinde “akıl”dan başka bir şeyi de kalmamıştı bu “akıl”lının. Sonlu varlığının içine kapanmış ve kendisini yaratan güçle bağlantısını kesmişti insan.

Döneminin etik, estetik, düşünsel ve hayata dair alanlarında bayağılıklara karşı mücadele etmiş bir adamı yani Kierkegaard’ı (yeniden) tanımak için bir başlangıç olabilir Korku ve Titreme. Ki eser temelde “diyalektik lirik”tir. Bu Korku ve Titreme‘nin temelde biçim ve anlatım standartlarına göre değerlendirilecek bir edebi eser olduğu ya da konusunun büyük oranda edebî yeteneğin sanatsal gelişimine aracılık ettiği anlamına gelmemektedir. Ancak eser bir lirik olarak adlandırıldığı için, yazarın kendi sanatının en azından kısmen bu standartlara göre değerlendirilmesini istediğini söyleyebiliriz.

Bu yazı Düşünce Yurdu/Blogspot adresinden alınmıştır.


Paylaş
Exit mobile version