Düşünbil Portal

Walden’da bir gezgin: Henry David Thoreau

Paylaş

18. yüzyıl rasyonalizmine karşı bir tepki ve 19. yüzyıla damgasını vuran yaygın hümanist eğilimin bir göstergesi olarak ortaya çıkan Transandantal akım; “kendini gerçekleştirme”, “kendini dışa vurma” ve “kendine dayanma” gibi kelimeler üreterek, bireyin benliğinin tüm insanlıkla bir olduğunu vurgulayarak toplumsal eşitsizlikleri sağaltmanın ve insanlığa dair acıları gidermenin ahlaki ve vicdani bir görev olduğunu savunuyordu. Sıradan insanın değerli olduğunu onaylayan bu akım; New England Transandantalistlerine özellikle Ralph Waldo Emerson ve Henry David Thoreau’ya özgün bir felsefe kazandırmıştı.

Boston’un 32 km batısında yer alan, ormanlarla çevrili huzurlu bir kasaba olan Concord, entelektüel konuşmaların ve basit yaşantının merkezi olarak Amerikan materyalizmine manevi ve kültürel bir seçenek sunabildiğinden Transandantalistler için çok önemliydi. Pek çok grubun aksine bir manifesto çıkarmamış olsalar da, yayın hayatı yaklaşık olarak kırk yıl süren The Dial dergisinde yayınladıkları yazılarla bencillikten sıyrılmış bireyciliği en üst noktasına kadar zorladılar, çünkü Transandantalistlere göre toplumsal konuları iyileştirmenin yolu kişinin kendisini iyileştirmesinden geçiyordu.

Henry David Thoreau'nun Walden Gölü yakınlarında yaşadığı kabinin replikası ve önündeki heykeli
Henry David Thoreau’nun Walden Gölü yakınlarında yaşadığı kabinin replikası ve önündeki heykeli

12 Temmuz 1817’de Concord’da doğan ve burayı kalıcı evi yapan Henry David Thoreau, Emerson gibi fakir bir aileden gelmiş olduğu için Harvard’da çalışarak okudu. Hiçbir zenginlik hırsı olmayan Thoreau, asgari geçim şartlarını sağlayacak nitelikte işlerde çalışmış ve belki de bu yüzden kendini gerçekleştirme konusunda asla taviz vermeyerek bağımsızlığını korumayı başarmıştı. Kariyeri “yaşamak” olarak tanımlayan Thoreau, Emerson’a ait bir arazi içinde, Walden Gölü kenarında yaptığı barakada yaşayarak Walden, or Life in the Woods (Ormanda Yaşam, 1854) da dâhil olmak üzere yazdığı tüm eserlerinde bize yalın hayatın gerekliliğini anlatırken aynı zamanda kendi içsel yolculuğumuza nasıl çıkabileceğimiz konusunda da ipuçları verir.

Yıldızı kendi ülkesinde bile ölümünden çok sonra parlasa da, gönüllü bir basitlik içinde ancak doğayla canlı bir ilişki kurarak yaşamını sürdüren, doğaya dönüş felsefesinin öncülüğünü üstlenen ve doğayla baş başayken tam bir Panteist havasına bürünen Thoreau; asıl kurtuluşun kişinin kendi kendisini ıslah etmesiyle başarılacağını söyleyerek eline bir dürbün ve not defteri alıp saatler süren orman gezintileri yapar. Yolun üstünde güneşlenen yılanı, mutfağında misafir ettiği örümceği, kulübesini saran yabani çiçekleri salt var oldukları için değerli gören Thoreau, Türkçe çevirisini yakın tarihte Kafekültür yayınlarından okuduğum “Yürümek” adlı denemesinde yürümeyi gerçek ve mecaz anlamıyla tartışırken yabanın güzelliğini ve iyimserliğini vurgular.

Thoreau; doğal kaynakların bir gün tükenebileceğini kendisi dâhil, kimsenin aklına getirmediği zamanlarda “yaşamı basitleştirmek” formülünü önererek çevreciliğin de ilk temsilcilerinden olmuştur. Thoreau’ya göre, salt bilimsel kurgulara dayanan gözlemler yapmak yerine doğayı “koklayan, tadan, duyan, hisseden bir Kızılderilinin bilgisine ve öngörüsüne sahip” biçimde yazılar yazmak, aydının görevidir. Thoreau; çoğu insanın kendilerini mutlu kılacak yaban hayattan bihaber yaşadığını üzülerek dile getirir ve “Yürümek” adlı ünlü denemesinde yaban üzerine şöyle der: “Yaşam; yabanıllıkla uyumludur. En canlı olan şey, en yabani olandır. Henüz insana boyun eğdirilmemiş olanın varlığı insanı ferahlatır.” (s.39), “Bir kasabada çürümekte olan ilkel bir ormanın üzerinde başka bir ilkel orman dalgalanıyorsa, o kasaba sadece mısır ve patates değil, gelecek çağlar için şairler ve felsefeciler yetiştirmek için de uygundur.” (s.42), “Bitkisel humus tabakasını tüketmiş ve atalarının kemiklerinden gübre yapmak zorunda kalmış bir ulustan ne beklenir ki. Böyle bir toplumda şair ancak kendi fazla yağlarıyla, filozof ise kendi kemik ve iliğiyle beslenebilir.” (s. 43-44)

Yürümenin en sağaltıcı yanı, insanı dünyayla sürekli iletişim halinde tutmasıdır belki de. Birey; koklayarak, seyrederek, duyarak dünyayı anlamlandırmaya çalışırken tabiat da kendini insana açmakta, meraklı bakışlara kendini sunmaktadır. Yürürken sarf ettiğimiz enerji bize hem kendi varlığımızı hem de etrafımızdakilerin varlığını duyumsatır. Masa başında oturup kendi içine doğru küçülmek yerine yürüyerek doğayı, dünyayı kucaklamak isteyen Thoreau; “Dışarıda ne kadar çok kalırsak düşüncelerimizde de o kadar fazla hava ve gün ışığı olacaktır. Ataletin uyuşuk parmaklarına kıyasla işçinin nasırlı avuçları dokunuşuyla kalbi titretir ve şeref ve hamasetin incelikli dokularına daha aşinadır. Bütün gün yatıp kendini deneyimin esmerliği ve nasırlarından uzak ve beyaz gören şey ancak ve ancak aşırı duygusallıktır” (s.15) diyerek yürümeyi yüceltir.

Manzaranın hala sahipsiz olduğu dönemlerde yaşayan Thoreau, yayaların nispeten daha özgür olduğunu düşünse de gelecek için kaygılanır: “Ama herhalde bir gün buralar da sadece birkaç kişinin kısıtlı ve ayrıcalıklı bir şekilde sefasını süreceği bir mesire yeri olarak parsellenecektir. İşte o zaman çitler çoğalacak ve insanların umumi yoldan ayrılmasını engellemek için tuzaklar ve daha başka makineler keşfedilecek, Tanrı’nın yarattığı yeryüzü üzerinde yürümek bir beyefendinin topraklarına izinsiz girmek anlamına gelecektir.” (s.23) “İnsanın ömründe kaç sisli gün yaşadığı önemsiz midir? Sanıyorum düşüncelerimiz, gökyüzümüz gibi daha net, daha taze ve daha havai, bizler daha yaratıcı olacağız anlayışımız ovalarımız gibi daha kapsamlı ve geniş, aklımız gök gürültümüz ve şimşeklerimiz, ırmaklarımız ve dağlarımız ve ormanlarımız gibi daha büyük ölçekli ve kalplerimiz iç denizlerimiz ile aynı büyüklük, derinlik ve görkemde olacaktır” (s.33) diyerek doğaya gösterdiği saygıyı insanın biricikliğine çevirirken hem bir çevreci hem de bencillikten uzak bir bireyci olarak insana eğilir.

1800’lerde Emerson’ın yanındaki delilerden biri diye tanımlanmış olsa da, Thoreau samimiyeti ve başkalarına önerdiği koşulları kendisinin de harfiyen uygulaması sebebiyle popülerdir. Çeviri hatalarından kaynaklı anlatım bozuklukları zaman zaman okurun dikkatini dağıtsa da, yıllar sonra bu önemli makalenin yayınlanması elbette çok sevindirici. Bu denemeyi tabiatın dengesinin bozulmasına bilerek veya bilmeyerek katkıda bulunurken çevreci olduğumuzu iddia ederek geçirdiğimiz şu günlerde ve gelecek güzel günlere kavuşmak için yürürken yeniden okumalıyız. Evet, yürümeliyiz ısrarla “Ta ki bir gün güneş hiç olmadığı kadar parlak ışıyana, belki de akıllarımızın ve kalplerimizin içine ışıyana ve sonbaharda bir derenin kenarına vurduğu gibi sıcak ve dingin ve altın sarısı ve büyük bir uyanış ışığı ile hayatlarımızı aydınlatana kadar.” (s.69, 70)

Yazar: Öznur Özkaya

*Yürümek, Henry David Thoreau, Çev: İlknur Urkun, Kafekültür Yayınları, 2013.
*Bu yazı, 29 Ocak 2014 tarihinde soL gazetesi kitap ekinde yayımlanmıştır.


Paylaş
Exit mobile version