Site icon Düşünbil Portal

Zihin ve beyin aynı şeyler değil

Paylaş

Almanya’nın en genç felsefe profesörlerinden biri olup tam 16 dilde dersler veren Markus Gabriel, metafiziği gereksiz buluyor ve zihin felsefesinin biraz toparlanması gerektiğini belirtiyor. “I Am Not A Brain” (“Ben Bir Beyin Değilim”) ve “Why The World Does Not Exist” (“Dünya Neden Aslında Var Değil”) adlı kitapların yazarı Gabriel, 22-23 Eylül tarihlerinde Londra’da gerçekleştirilecek olan “HowTheLightGetsIn” festivalinde nörofilozof Patricia Churchland ve yazar, eski klinik nörobilimci Raymond Tallis ile Zihin, Madde ve Mekanizmalar konularını tartışıyor. Aşağıda yer alan röportajda Gabriel neden Almanca “geist” kavramını İngilizce’de “zihin” anlamına gelen “mind” kelimesine tercih ettiğini anlatıyor. Ayrıca rasyonaliteye dönmemiz ve bilmediğimiz şeyler hakkında biliyormuş gibi konuşmayı bırakmamız gerektiğini söylüyor.

Paula Erizanu: Son kitabınızın adıyla başlayalım. Zihin neden beyinle aynı şey değildir?

Markus Gabriel: Şöyle ki felsefecilerin “mereolojik yanılma” dediği bir durum var. Mereoloji, bütün ile parçaları arasındaki ilişkileri inceleyen alana verilen addır.

Düşünün ki biri gelip size David Beckham’ın değil, ayağının gol attığını söyledi. Bu elbet absürt; çünkü Beckham ayağı olmadan şut çekip gol atamaz. Ancak, golü atan bir bütün olarak hayvanın –diyelim– kendisidir. (Ç.N.: “İnsan bir hayvandır”)

Buradan da şu sonuca varıyoruz: Bilinç gibi zihinsel durumlar parçalara değil, tüm bir hayvana ait durumlardır. O yüzden yalnızca beyin bilinçlidir diyemeyiz. Beyin olmadan bilinç olmaz, ama yine de beyin eşittir bilinç demek yanlış olacaktır.

Ancak biyoloji bize söylüyor ki beyin, merkezi sinir sistemi ile vücudun kalanını yönetmektedir. Yani ayak, sadece beyinden gelen emirleri uygulamış oluyor. 

Öyle düşünebilirsiniz elbet. Ancak beyin bilinçli bir kontrol merkezi değildir. Tüm parçalar karmaşık bir şekilde bir arada işlemektedir.

Örneğin benim şu anki zihinsel durumumu incelersek; bir soruyu yanıtlamaya çalışıyorum. Eğer bana bir soru sormamış olsaydınız ben de onu yanıtlayamayacaktım. Yani sizin bana soru sormuş olduğunuz gerçeği, benim şu an içinde bulunduğum zihinsel durumun bir parçasını oluşturuyor. Fakat bu vücudumun herhangi bir yerinde bulunan bir şey değil. Aksine, vücudum tüm bu süreci temsil ediyor – Bir çalışma belleğine ihtiyacım var elbet; ama şunu da düşünün ki bu konuşma şu an vücuduma çok uzak bir yerde ve şekilde gerçekleşiyor, uzay ve zamana yayılıyor. Bir taraf İngiltere’de, diğeri Almanya’da; arada da Skype gibi iletişim ağları var. Dolayısıyla zihinsel durumum sadece kafamda değil ve aslında daha büyük bir ağın parçası.

“Kişilik gerçekten de gizemli bir konu; çünkü her an geçici ve tarihi bir açımlama içinde.”

İngilizce’de “mind” dediğiniz şey (yani zihin) gerçekte var olan bir şey değil. Zihin kavramı, felsefi teori oluşturma sürecinin yanlış yönlendirmesi sonucunda meydana gelmiş tarihi bir yapay olgu, anlayıştır. Kavram olarak hiçbir şey ifade etmemektedir. Felsefeciler bu kavramı teknik bir kelime olarak oluşturmuştur. Ancak kimse anlamını açıklayamaz. Hatta herhangi bir felsefe ders kitabına bakarsanız John Locke’tan sonra kimsenin zihin kavramını açıklamaya bile girişmediğini göreceksiniz. Felsefecilerin “zihin” kavramını netleştirip şu an zihin-beyin problemini çözmeye çalıştıklarını da söylemek pek mümkün değil. Hatta analitik felsefecilerin hiçbiri kendi kuramlarında bu kadar önemli bir yer tutan kavramın tanımı konusunda fikir birliğine varabilmiş değil.

Almanca’daki “geist” kelimesi bu noktada bayağı kullanışlı: Kabaca “zihinsel durumların taşıyıcısı” gibi bir anlamı var. Beyin tek başına bunu yapamaz.

“Geist” bana “kültür” kelimesine daha yakın geldi.

“Kültür” kavramına daha yakın evet; ama bence geist, “ortak/paylaşılan anlamı” ifade ediyor aslında. Mesela akşam yemeğinizi yemeye gittiğiniz restoranın atmosferini düşünün. Orada ortak ve paylaşılan bir anlamdan söz ediyoruz. Böyle bir yerden bekleyeceğiniz yemek bellidir, şarabın fiyatı az çok bellidir, sizden ne kadar bahşiş bırakmanız beklendiği bellidir, gibi gibi.

Asıl tartışıyor olmamız gereken, bu ortak anlam ve bizim birer hayvan olduğumuz gerçeği arasındaki ilişkidir. Beyin ve zihin ilişkisini sorgulamaya gerek yok; çünkü bu aslında soru bile değil. Tıpkı tanrı ve evren arasındaki ilişkiyi sorgulamaya benziyor. Nihayetinde ikisi de anlamsız.

Peki bilinç kavramı sizce daha mı yerinde?

Eğer iki tip bilinç arasındaki ayrımı yapabilirsek evet, bilinç kavramı zihinden daha yerinde. Bu ayrımı yapmanın pek çok farklı yolu var ve şahsen ben bu hususta John Searle ile büyük bir tartışma içerisindeyim, ama bence ayrım “iradi bilinç” ve “fenomenal bilinç” şeklinde yapılmalı.

İradi bilince, yanlış olmaması gerekmeyen şeyler hakkında düşünme kapasitemiz diyebiliriz. Örneğin ben istersem Londra hakkında düşünebilirim ve Londra sadece bir düşünceden ibaret değil. Elim hakkında düşünebilirim ve o da sadece bir düşünceden oluşmuyor. Yani ben kendim ve düşüncelerim dışındaki şeyler hakkında düşünebilirim.

Fenomenal bilinç ise kahve içerek, LSD gibi uyuşturucuları alarak tetikleyebileceğiniz bir durum. Kısaca kişinin hayatta olduğunu, canlı olduğunu hissetmesi olarak tanımlanabilir. Çok da karmaşık bir konsept değil bence. Bunun üzerinde çalışmalar yapıldı; fenomenal bilincin nöral bağlantılarını artık biliyoruz. Tek bir fenomenal bilinç yok, aksine birden fazla var. Hisler, ruh halleri, görsel ve duyusal duyumların her biri fenomenaldir ve beyinde farklı bağlantıları vardır. İşte beyin ve bilinç problemi tam olarak bu noktada ortaya çıkıyor. Ancak bu problem felsefi değil, ampiriktir. Tam bir ampirik soru örneğidir.

O halde kendinizi Andy Clark’ın “uzatılmış zihin” (“extended mind”) fikrine yakın buluyor musunuz ve onun gibi siborglara (insan ve robot karışımı sibernetik organizmalara) ilgili misiniz?

Bilakis, son teknolojik gelişmelerin düşünme kapasitemizi körelttiğini bile söyleyebiliriz. Zihnimizi uzatma ve genişletme kapasitemiz de kısıtlanmış oldu.

İnsanların biyolojilerinin ötesinde olduğu fikrini “geist” kavramının “zihin”den daha iyi yansıtabildiğini savunmanız, kişilik hakkındaki düşüncelerinizi nasıl etkiledi? Bu, sizi insanların bağımsız ve kendi kendine yeten varlıklar olmadığını savunan Budist inanca yaklaştırmıyor mu?

Kişilikle ilgili Budist kaygılarım yok. Hatta Budizmin hatalı olduğunu düşünüyorum; onun savunduğu “kimlik yoktur” düşüncesine katılmıyorum. Benim bir kimliğim var, yalnızca henüz tamamlanmış değil. Kişilik dört boyutlu bir kavram. Bu da sahip olmuş olacağım tüm düşünceler olduğum anlamına geliyor. Bir diğer deyişle Markus Gabriel, yani olduğum sistem, Markus Gabriel için doğru olan her şeyi içinde barındırır. Buna şu an iki elimin olması, belli bir noktada ölmüş olmam ve benzeri faktörler de dahildir. Bu, benim kimliğimdir. Henüz kimliğimle eş değilim; çünkü henüz kendimi tamamlamadım. Tamamlandığım zaman artık bir kimliğim olacak. Bu da şu an beni bir bütün olarak göremediğiniz anlamına geliyor. Yalnızca bir kısmımı, parçamı görüyorsunuz. Bu doğru elbet; çünkü Skype üzerinden görüşüyoruz ve arkamı görmüyorsunuz vs. İşte kimlikler, kişilikler bu yüzden bu kadar gizemli bir konu. Çünkü her an geçici ve tarihi bir açımlama içindeler. Yani değişebilirler. İşte Budistlerin yanıldığı nokta bu.

Budizmin bir noktada haklı ama: Aynada baktığınızda görebileceğiniz tözsel bir varlık yok aslında. Aynaya baktığımda kendimi değil, kendimin bir parçasını görüyorum. Ancak Budizm bu noktayı abartıp “kimlik diye bir şey yoktur” diyor ve hiçbir şeyin kendisi ile eş olamayacağını ileri sürüyor.

“Bizler, insan olmanın ne demek olduğu sorusuyuz.”

Zihinle ilgili düşüncelerinizin “dünya” ve “evren” kavramları hakkındaki düşüncelerinizle ilişkisi nedir?

Bu çok önemli. “Zihin” ya da “geist”, benim felsefemde, şu sorunun bir sonucu olarak meydana çıkıyor: Felsefe yaptığımda aslında ne yapıyorum? Cevabım ise şöyle: İnsan olmanın nasıl bir şey olduğunun hesabını veriyorum.

Neden böyle bir hesap vermem gerekiyor? Çünkü insan olmanın nasıl bir şey olduğu hususunda ilk başta hiçbir bilgiye sahip değilim. Biri size “Boşver, ruhun ölümsüz,” diyor. Daniel Dennett “Düşünme, sen sadece bir ölüm makinesisin” ya da “illüzyonlara kapılmış bir primatsın” diyor. Budistler ise “Orada bir şey yok, sen insan değilsin. Her şey bir illüzyon” diye karşılık veriyor.

Bence felsefenin kendisi o soruya rasyonel bir cevap verme uğraşıdır. Öyle ki zaten var olan seçeneklerin hiçbirini kabul etmeyip insanın ne olduğuna ilişkin rasyonel bir arayış ve araştırmaya girer. Ben buna üst seviye antropoloji adını veriyorum. Yani insanın ne olduğunu bilmeksizin onu açıklamaya çalışma gayretimiz. Kısacası insanlar kocaman birer soru işareti.

Bizler, insan olmanın ne demek olduğu sorusuyuz. Buna vereceğimiz herhangi bir yanıt ise bizi tanımlamış olacak. Bizler öz-belirleyici hayvanlarız. “Geist” dediğim de işte tam olarak bu – kendini belirleyen bir hayvan olma yetisi. Evrensel insanlık, herkesin evrensel insanlığı farklı algılayıp yorumladığı gerçeğidir. Ancak bu fark etme sürecinin koşulları hepimiz için aynı.

“İnsan beynidir fikri, varoluşçu jargonda, ancak en az ölümsüz bir ruhunuz olduğu iddiası kadar kötü bir propaganda örneği.”

Bu bağlamda ne olduğumuzu ararken dünya, evren, zihin, beyin gibi konseptler oluşturuyoruz. Evrendeki yerimi merak edip araştırırsam Samanyolu Galaksisi’nin içinde bir yerde olduğumu göreceğim.

İnsan, herhangi bir sorgulamanın en temel başlangıç noktasını teşkil eder. Orada bir yerlerde tüm nesnelerin, her şeyin var olduğu fikrini eleştiriyorum; çünkü bence bu bir ideoloji. Hem de insanların daha az insan olmak, kesin bir cevaba sahip olmak için kendilerine söyleyip durdukları bir hikaye. Kendimi bir yeni-varoluşçu olarak adlandırmamın nedeni işte budur.

İnsan beynidir fikri, varoluşçu jargonda, ancak en az ölümsüz bir ruhunuz olduğu iddiası kadar kötü bir propaganda örneği. Çünkü kendinizi belli bir soruyu sorma kapasitenizle değil, gerçek dünyada var olan bir nesne ile eş görüp tanımlıyorsunuz. Bu da bir çeşit yabancılaşmadır. Yani bunun varoluşçu gelenekteki adı budur.

Yani siz insan unsuruna nörobilimciler ve materyalistlerden daha fazla inanıyorsunuz?

Evet, kesinlikle. Bence içinde olduğumuzu düşündüğümüz durum –yani rasyonel bir girişkenlik ve nedenleri araştırma oyununun katılımcıları, karar-vericiler, Freudyen bilinçdışı güdülerin özneleri gibi– gerçekten de içinde olduğumuz durumdur. Ben illüzyonlara karşıyım. İnsan unsurunun bir illüzyon olduğu iddiası bence var olan en tehlikeli fikirdir.

Peki neden?

Çünkü bu tam da kendilerine “popülist” diyen propaganda liderlerinin yalan haberleri yaymak için kullandığı şey. İnsanlara “O kadar basit değil, hiçbir şey göründüğü gibi değil: Brexit o kadar kötü bir fikir olmayabilir, Erdoğan diktatör olmayabilir ya da Donald Trump bir ahmak değildir. Mesele senin düşündüğünden daha karmaşık,” dendiğinde onlar hislerini ve duyarlılıklarını bir kenara bırakıyor. Çünkü onlara öyle yapmaları söyleniyor.

“Rasyonel düşüncelerinize güvenmeyin; çünkü önyargılarla dolusunuz”. Davranışsal iktisatçılar hiçbir zaman aklımıza tamamen hükmedemediğimizi kanıtladı. Son yirmi yıldır görmekte olduğumuz rasyonalite eleştirisinin işlevi, Lacan ve analitik felsefe tarafından mantığın altını oymakla eleştirilmiş olan Fransız postmodernizminki ile aynı. Felsefe bir şeyi kötü görüyorsa işte bu kesinlikle mantığın altını oymaktır.

İrrasyonelliğimizi kabullenip anlamak önemlidir, değil mi?

Evet, fakat irrasyonelliği anlamak irrasyonel değil. Eğer önyargıları konu edinen bir araştırmaya önyargıyla yaklaşırsak, araştırmayı gerçekleştiremeyiz. O yüzden eğer davranışsal iktisatçılar ve psikanalistler keşfettiklerini söyledikleri önyargılara kendileri de sahipse, herhangi bir şey keşfetmemiş olurlar. Böylece aynı illüzyonun bir parçası haline gelirler. İşte hep karşımıza çıkan problem: Bir ideolojinin eleştirisi ideolojik olmamalı. Çözüm ise basit.

Bu olguyu kendi günlük hayatlarımıza uygulamak için hepimiz çabalıyoruz, çünkü (elbette bilimsel çalışmaların bir sonucu olarak) artık eskiden sahip olduğumuzun farkında bile olmadığımız önyargıların bilincine vardık.

“Evrenin içindeki hiçbir şey evren hakkındaki her şeyi bilemez.”

Yapılacak en iyi şey onların insan doğasındaki birinci dereceden önyargılar olduğunu ve psikoloji, ekonomi, sosyoloji ve nörobilim gibi alanların onları keşfetmemize olanak tanıdığını kabullenmektir. Mesela biyolojik olarak bir [toplumsal] cinsiyetle doğmadığımız kanıtlandı ve bu gerçek binlerce senedir görmezden geliniyor. Bunların hepsi şu an birer gerçek ve bizim bunları bilmemiz önemli.

Ancak bu bizim rasyonel olmadığımız anlamına gelmiyor. Aksine, tam da rasyonel olduğumuz için irrasyonelliğimizi alakadar eden gerçekleri kavrayabiliyoruz. Rasyonelizmi savunan hiç kimse buna karşı çıkmamıştır. Rasyonelizm, bilinçdışının keşfidir. Buna Leibniz, Descartes ve Platon’da rastlıyoruz.

Yani diyorsunuz ki içimizde hem rasyonelliği hem de irrasyonelliği barındırıyoruz ve rasyonelliğimiz, irrasyonelliğimizle başa çıkmamıza yardımcı oluyor.

Aynen öyle. Felsefe özünde rasyonelliği savunan bir alan. Felsefenin düşmanı ise irrasyonellik.

Daha önce söylediğiniz bir şeye dönmek istiyorum: Dış dünyada şeylerin bütünlüğü yoktur demiştiniz. Kendinizi materyalistler (maddeciler), panpsişistler (topyekun ruhçular) ve pluralistlere (çoğulculara) kıyasla nerede görüyorsunuz?

Bence materyalizm ve panpsişizm gibi görüşler yanlış; çünkü hepsi metafizik alanına giriyor. Metafizikten kastım ise mutlak olarak her şeyin teorisi bu arada.

Temel olarak bakıldığında metafiziğin ana argümanı, bir bütünlük olduğuna inanmamızı gerektirecek herhangi bir neden olmadığıdır. Sadece maddi bir evrene inansanız bile bu maddi evren henüz sonlanmadı ve dolayısıyla onun hakkındaki her şeyi bilmiyoruz. O yüzden bir bütünlük olduğunu iddia etmek için herhangi ampirik bir neden yok elimizde. Ampirik olarak bildiğimiz her şey bizim kendi perspektifimizle sınırlandırılmıştır. Bu, ampirik bilginin doğasında vardır. Ampirik bilgi her şeyi bilmez; sadece ne biliyorsa onun bilgisine sahiptir.

Meta-matematik alanında 1960’lardan sonra meydana gelen gelişmeler işin ehli tüm matematikçilere, tüm doğruların o sistemin teoremi olduğu gibi formal sistemlerin olmadığını gösterecektir. Bilim ve matematik bize bir bütünlüğün olmadığını gösteriyor. Üstüne, bir bütünlük olduğuna inanmamıza olanak tanıyacak herhangi bir nedenin de olmadığını gösteriyorlar. Şahsen bütünlüğün olup olmadığıyla ilgili hiçbir argümana rastlamamış olsam da olduğuna dair bir varsayımdan söz etmek mümkün.

Felsefeciler, diğerlerinin onu ciddi bir biçimde eleştirmesine bakmaksızın, metafiziği yüceltip onu akıl süzgecinden geçirmeden kabul ediyor. Neden metafiziğe tutunmayı bıraktığımızı unutmuşlar ve son dört yüz senedir eleştirilen tüm tuzaklara yeniden düşmüşler. Materyalizm ve panpsişizm, metafiziğin bir değişik versiyonudur. Bu yüzden onları elemede bir sakınca görmüyorum.

Yani evrenin yalnızca belli parçalarını kendi perspektifimizden inceleyebiliriz ve bu sınırlanmışlığı kabullenip elimizdeki malzemeyi en iyi şekilde değerlendirmeye bakmalıyız.

Kesinlikle. Tek yapabileceğimiz bu. Tüm bilgimizin kısmi olması evrenin doğasından kaynaklanıyor. Yeterli insan yok da daha iyi çalışacak bilgisayarlar üretmemiz lazım gibi bir mesele de bahis konusu değil. Evrenin mikroyapısı klasik değil ve bu, evren içindeki hiçbir şeyin evren hakkında her şeyi bilemeyeceği anlamına geliyor.

Yazan: Paula Erizanu
Çeviren: Nejla Nur Güney
Kaynak: iainews


Paylaş
Exit mobile version