Çok konuşmak, anlamın ruhunu dile kaptırmaktır. Sözcüklerle birlikte birer bedene bürünen anlamlar; her ne kadar iletişim denilen sosyal yapılaşmayı güçlendirse ve bir duyguyu, oluşu veya sahiplenilmiş bir somutu sembollerle anlatma işine yarasa da, kişinin asıl anlatmak istediğinin ruhunu çoğunlukla tam olarak veremez. Bunun içindir ki; hep bir yarım kalmışlık duygusu, hep bir onu demek istemedim savunusu, beni anlamıyorlar, kendimi bir türlü anlatamıyorum paradoksu yaşanır.
Oysa doğru ve etkili hitabet anlamına gelen retorik günümüzde olduğu kadar tarih sayfalarında da büyük bir önem arz etmişti. Her ne kadar bir kişi girdiği çevrede fiziksel görünüş ve kılık kıyafetiyle karşılanıyor olsa da bilgisi ve konuşma üslubuyla uğurlanır. Bu durumun hitabete verilen önemin artmasına yol açtığını iddia edebiliriz. Yunanlı bir politikacı olan Demosthenes ağzına aldığı çakıl taşlarıyla düzelttiği kekemelik probleminden sonra gerek yazdığı gerekse ifade ettiği birçok nutukla tarihe geçmiş, Romalı bir devlet adamı ve filozofu olan Cicero ise insanları etkilediği müthiş hitabet sanatıyla tarihteki yerini almıştır.
Hitabet özelinde değil de genel olarak konuşma kabiliyetinin nasıl geliştiğine dair bir cevap önermek gerekirse de bunun tarihin çok daha önceki dönemlerinde yaşayan insanların iletişimi yansıtma seslerle ve jestlerle gerçekleştirdiğini söyleyebiliriz. Avcı toplumlardan, yerleşik komünlere geçilmesi ile insanların kullandıkları eşyalarda ve yerleşkelerinde bir çeşitlilik ve artışın görüldüğünü kurgulayabiliriz. Bununla bağlantılı olacak şekilde de vücut dilinin yetersiz kaldığını, dildeki seslerin değişim geçirip sayıca çoğaldığını, bugün kullandığımız sözcüklerdeki zenginliğe bakarak savunabiliriz. Dünya üzerinde binlerce farklı dil ve bu dilleri oluşturan milyonlarca farklı sözcük birbirimizi anlamak için bir araya gelmiş durumda. Bir de bu sözcüklere artık kullanılmayan ya da unutulmuş kavramların kelimelerini de eklersek sanırım bu sayıyı milyarla ifade edilebiliriz.
Belki de bu kadar farklı sesletimin bir araya gelerek oluşturduğu cümlelerin semantik bakımdan eksik kalması konuşma becerisini doğru bir şekilde yerine getiremediğimizden değil, gerçekte susmanın ne demek olduğunu öğrenemediğimizden kaynaklanıyordur.
Günümüz insanlarının birçoğu sadece konuşma eylemine olan saplantıları yüzünden çokça konuşmakta ama hiçbir şey söylememektedir. Celaleddîn-i Rûmî’nin ‘O kadar çok sustum ki, susacaklarım bitmiyor’ serzenişi bugün, konuşacaklarım o kadar çok ki dinleyip dinlememen önemli değil çılgınlığına dönüşmüş durumda. Hatta konuşma yoğunluğunun fazla olması sözcüklerin bile kısaltılıp tek nefeste anlamdan, duygudan ve diğerkâmlıktan yoksun kelime yığınlarına dönüşmesine, bahsi geçen ruhsuz anlatıları yapan kişinin de eşik altı algısının kaybolmasına sebep olmaktadır. Duyguların düşünmeden kifayetsiz bir şekilde dışa vurumu veya fark edilmek için karşı konulmaz bir arzu duyarak sürekli konuşmak olarak da adlandırabileceğimiz bu durum çeşitli psikopatolojik bozuklukları da beraberinde getirebilmektedir. Bununla birlikte çok konuşanın geveze, çenesi düşük, boş konuşan gibi toplumsal yakıştırmalara da maruz kalması olasıdır.
Mamafih susma kabiliyeti için kişide herhangi bir işitsel ve sesletim kaybı ya da beynin sol lobunda bulunan dil ve konuşma merkezinde görülen bir anomali bulunmuyorsa veya kişi nörolojik bir bozukluğa sahip değilse, o vakit susmak; zaman, mekan ve yaşamsal deneyimlerle geliştirilmiş bilinçli bir yönelim biçimidir. Susmak hiç birşey söylemeden durmak olmadığı gibi sosyal fobiyi besleyen bir yan etki de değildir. Susan için susma eylemi, yerli yersiz konuşmalara katılmamayı, boş konuşmalara dâhil olmamayı, anlamsızlığa hapsolmamayı ve sözcüklerin ruhuna sadık kalmayı tercih etmek demektir.
Çoğu zaman ‘Sessiz sedasız bir insandı. Kimseye bir zararı yoktu. Varlığı yokluğu bir sayılırdı.’ gibi cümlelerle tanımlanan ve tercihini susmaktan yana kullanan bu insanlar, sadece kendi başlarından geçenleri değil, başkalarının deneyimlerini de kendi hayat tecrübeleri olarak görürler. Gerektiği zaman bu tecrübeler kümesi içinden uygun dersleri çıkarıp uygulayabilen kişilerdir bunlar. Genellikle doğru tespitleri olan bu kişiler, yanlış anlaşılmaya da müsait olmaları nedeniyle (ki salt doğru, zaman ve mekan gözetmese de, beşeri doğrunun anlayış sorunsalı vardır) susmayı kendi içine kapanma olarak değil, bir kaçış ve güvenli bir alan oluşturma olarak görmektedir.
Güvenli alanı tanımlamadan önce yaşam alanından bahsetmek gerekir. Bunun insan ilişkileri, mevcut çevre faktörleri, kişinin ticari yaşantısı, kısa veya uzun dönemli amaçları, ulaşmak istediği hayalleri, kültür ve din anlayışı ve tüm bunlara bağlı iç ve dış tepkilerin bir araya gelerek oluşturdukları çok katmanlı sosyal ve psikolojik bir etkileşim sahası olduğunu söyleyebiliriz. Tüm etkileşimlerin birbiriyle olan ilişkisi sonucunda kişinin kaygı ve korkuları, öncesi ve sonrası ile kurduğu bağlar; gerek kişisel gerekse çevresel engellenmelere veya sınır ihlallerine ve bu yazının konusu olan susma eylemine neden olabilmektedir. Bahsi geçen eylem, kişinin bir tercih yapıp kendine güvenli bir alan oluşturması olarak da açıklanabilir.
Güvenli alan oluşturma, iki şekilde ifade edilebilir. Ancak bu ifadelerin biri olumlu diğeri olumsuz örnek içerir. Kişi sorumlulukları ya da mecburiyetleri doğrultusunda katlandığı bir takım işler veya kişilerle kurduğu ilişkilerinde kendini koruma, gerçekleştirme veya yüceltme adına kendine olumlu bir güvenli alan oluşturabilir. Bu alan çocukluk döneminde zihinsel bir kaçış mağarası olabileceği gibi, yetişkinlikte fiziksel bir oda da olabilir. Amaç; anlaşılamamış duygu ve davranışların, olay ve sorumlulukların baskısından kaçmak, bu olumsuzlamalara dair başka bakış açıları geliştirmek ve farklı alanlarda meşkuliyetler edinmektir. Böylece üstlenilen sorumluluğun ya da mecburiyetin yükü azaltılmış olur. Olumsuz bir güvenli alana örnek vermek gerekirse de insanların çoğunun günlük rutininin dışına çıkmaktan pek hoşlanmadığını söyleyebiliriz. Bilindik işler, tanıdık kişiler, aynı yerler kişinin güvende olduğunun, başına kötü bir şey gelmeyeceğinin garantisini verir adeta. Her ne kadar bu aynılık can sıkıcı olsa da, aşinalık duygusunun vermiş olduğu güven kolay kolay terkedilemez. Bu durum kişiye, bir tiyatro sahnesinde rolünü oynayan oyuncu gibi bir sonraki sahnede ne olacağını bilme rahatlığını verir. Zira diğer türlüsü yani ne olacağını bilememe korkusu kaygıya, oluşturulan bu kaygı buhrana ve bu buhran da somatik rahatsızlıklara bile neden olabilir.
Sonuç olarak; sanılanın aksine susmak, ağzını açmamak değildir. Ve sessizliğin en çok korktuğu şey, ifade edecek kelimeleri olduğu halde susmayı tercih edendir.
Kaynakça:
İlin, M. & Segal, E. (2000) İnsan nasıl insan oldu. Ahmet Zekerya (Çev.) . İstanbul: Say Yayınları.
“Kurt Lewin ve Yaşam Alanı Kuramı”, erişim kaynağı: https://www.guncelpsikoloji.net/ogrenme-psikolojisi/kurt-lewin-ve-yasam-alani-kurami-h5990.html.
Yazar: Ertan Yavuz
Düşünbil Portal’da yayımlanan, Düşünbil yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır.