Günümüzde, toplumda yer edinmiş bir “birey” algısı mevcut. Aslında bu algı, zor bir toplumsal felsefe problemine getirilmiş kıvrak bir çözüm: Toplumu bir bütün olarak mı ele almalıyız? Yoksa toplumu oluşturan alt parçaları tek tek mi incelemeliyiz? Geçmişte “birey” kavramının çok faydasını gördük. Bu kavram sayesinde 20. yüzyılda rastladığımız totaliter, baskıcı ve patolojik moderniteden kaçınmayı başardık. Ancak günümüzde, bireysellik artık vadesini doldurmuş durumda. “Birey” kavramı, toplumun öz örgütlenmesini sağlayan etkili bir öge olma işlevini artık yerine getiremiyor. Toplumsal problemlere bir çözüm getirmediği gibi bir de olası çözüm yollarını da tıkıyor. Söz konusu problemlerin ortaya çıkmasında ise bireysellik kadar kolektivizmin oynadığı rol de göze çarpıyor. İşte bu yüzden, bu ikilemin iki yakasını bir araya getirmeye çalışmak yerine izin verin size üçüncü bir yol takdim edeyim. Bireyi boğmadan bireyselliğin ötesine geçmemizi sağlayacak üçüncü bir yol: Ben-ötesi bakış açısı.
Sonraki kısım Henzi Freinacht’ın “The Listening Society: A Metamodern Guide to Politics” adlı eserinin I. cildinin kısmen düzenlenmiş bir özetidir. Bu kitap, popüler felsefenin bir yan ürünü olan ve psikolojik gelişimin doğasını ve siyasal çıkarımlarını inceleyen Metamodern düşünce sistemi üzerine yazılmış bir serinin ilk kitabıdır. Yazının bu kısmı, kitabın siyaset felsefesi üzerine olan bölümünün ‘ben-ötesi bakış açısı’ ile ilgili kısımlarından alıntıdır. Bu bölüm ayrıca karmaşayı, karmaşanın siyasal sonuçlarını, karmaşanın nasıl Sağ’ı ve Sol’u aşarak doğrusal olmayan bir yol izleyeceğini ve bizi bu yola sevk edecek bulmacanın kayıp parçası diyebileceğimiz gelişimsel hiyerarşik bakış açısını da ele alıyor.
Tamamen birlik ve bütünlük üzerine kurulu bir toplum kendi kısmen bağımsız mantığının ve toplumsal düzeninin yarattığı hukuk sistemi, iş dünyası, ikili ilişkiler, parti politikaları vb. gibi süreçleri kolayca baskılayabilir ya da düpedüz reddedebilir. Ancak bir toplum (ulus devleti olsa da olmasa da), kendini oluşturan parçaları bir bütün haline getiremediği takdirde bazı ciddi sorunlar yaşayabilir. Böyle bir toplumda rekabet, çevresel bozunum ve sosyal dışlanmışlık gibi daha büyük problemlerin tespitinde sorunlar yaşanması kaçınılmazdır.
“Birey” kavramının varlığı bu sorunları birer çözüme kavuşturur. Bu kavrama göre her insan, var olduğu süre boyunca bölünmez bir bütündür. Bu yüzden “birey” kavramı bütünü daha küçük bütünlere, bireylere ve çocukluk, eğitim hayatı, iş hayatı, aile gibi birçok toplumsal süreci bir çatı altında birleştiren “yaşam projelerine” indirger. Böylece toplum, parça-bütün ikilemine eşsiz bir çözüm getirir: Her birey, toplumun bütün süreçlerinin bir toplamından meydana gelir. Mikro kozmosa (bireye) bakılarak makro kozmos (toplum) okunabilir.
Latince kökenine bakarsak birey “daha küçük parçalara ayrılamayan” anlamına gelir. Aynı kelimenin Yunanca karşılığı atomdur. Tabii gerçekte, atom fiziği teorileri ile birey arasında öyle derin bir ilişki yok. Biz yalnızca toplumun belirlediği bazı gerçekliklerle uyumlu hareket eden hayvanlarız. Bedenlerimiz sürekli bir değişim içinde, doğa onları sürekli yeniliyor. Her beş yılda bir, vücudumuzun %99’undan fazlası yeni dokularla değiştiriliyor.
“Bireysellik” masalımız işte bundan ibaret; yalnızca bir masaldan. Bireysellik bizi o kadar da özel kılmıyor; arzularımız, hayallerimiz, kullandığımız kelimeler ve ürettiğimiz fikirler… Hepsi aslında sosyal çevremizden kaynaklanıyor. Adımız ve benliğimiz bile diğer insanlarla olan etkileşimlerimizden; onların benlikleri de kendi sosyal çevrelerinden geliyor. Aslında bireyin özgür iradesi yoktur. Her ne kadar bilinçli varlıklar olsak da amaçlarımız ve fikirlerimiz sosyal çevremiz tarafından şekillendirilir. Meditasyon üzerine eğitim alanlar ya da Doğu felsefesine ilgi duyanlar bilirler: “Kafamızdaki sesi” susturup düşüncelerimize bir kulak verirsek şunu görürüz ki susturduğumuz bu ses, aslında kendi irademizin çok ötesinde, otomatik işleyen bir sestir. Peki tüm bunların arasında birey nerede?
Atom bile artık bölünemez değil; değişken bir yapıya sahip ve varlığı çevresiyle ne kadar etkileşime geçtiğine bağlı. Ancak siyasal metamodernizmin bireyin ötesine geçmesi, bireyi saydam kılması gerekiyorsa bunun sebebi yalnız felsefe ya da analitik bir doğruluğu yakalama çabası değil. Politikada da pratikte de çok daha derin kökenleri var bu sorunun.
Dönemin endüstriyel toplumunun yarattığı şartlarda “birey” fikri dahiyane bir çözümdü. Ancak günümüzde, küresel bilgi toplumumuzda durum böyle değil. Toplumsal sorunlar daha derin ve daha karmaşık bir hal aldıkça “birey” fikri, sorunları da çözümler kadar görünmez kılıyor. “Birey” fikri toplumun öz örgütlenmesini sağlayan etkili bir öge olma işlevini artık yerine getiremiyor. Toplumsal sorunları artık çözüme kavuşturamıyor. Çünkü günümüzde toplumsal sorunlar, tinin derinliklerinden ve tin-dünya etkileşiminden kaynaklanıyor. Bu derinliklere birey olarak erişmek ise oldukça güç. Kişinin çevresindekilere daha çok güvenmesini nasıl sağlarız? Söz konusu çevreyi nasıl daha güvenilir hale getiririz? Tüm insanlar ve hayvanları -itiraf etmek gerekirse günümüzde var olmayan- bir dayanışma içine nasıl sokarız? Ortalama bir insanı nasıl daha ileri görüşlü, daha yaratıcı, daha karmaşık hale getiririz? Aile içi ilişkileri nasıl daha sabit ve daha duygu yüklü kılarız? Ticaret – öz güven eksikliği – aşırı tüketim şeytan üçgenini nasıl kıracağız?
Sonuç olarak tinin derin katmanları, toplumun kolektif yapısı ile temelde iç içe geçmiş durumda. Tipik bir okul günü, iş piyasası, aşkın ve seksin fonksiyonu (ya da fonksiyonsuzluğu), evreni ve evrendeki yerimizi tartışabilmek için bize hangi kelimelerin öğretildiği… Hepsi bireysel seçimlerden çok çevreye dayanıyor.
Ancak toplumu yalnız “kolektif yapılar bütünü” olarak da tanımlayamayız. Çünkü bu tanım, bir insanın deneyimlediği her şeye, derinden hissettiği her duyguya – ve tabii kolektif yapıların büyük ölçüde bizim psikolojik süreçlerimizden meydana geldiği gerçeğine bizi kör kılar.
Birey, Bireysellik, Anti-bireysellik
Fransız filozof Deleuze, toplumun bireyden daha küçük birimlerden meydana geldiğini; hepimizin iç içe geçmiş, etkileşimli parçalar olduğumuzu savunuyor. Hepimiz dev bir bağlam yığını içinde yer alan farklı bakış açılarından, farklı nüfuzlardan ve farklı rollerden meydana geliyoruz.
Bu yüzden size anti-bireysel bir yol öneriyorum: Ben-ötesi (transpersonal) bakış açısı. Ben-ötesi bakış açısı, ilk bakışta zıt kutuplar gibi görünen ama aslında birbirini tamamlayan iki bakış açısını bir araya getiriyor.
Bunlardan ilki toplumu içinde yaşayan insanların iç dünyalarına, ikili ilişkilerine ve derinlere gömülü hassas duygularına göre tanımlar. Böyle bir bakış açısı, her insanın eşsiz her deneyimini hesaba katmayı gerektirir. Toplumun temeli de bu deneyimlerden oluşur. Kalbimizde sevgiye mi yoksa nefrete mi yer verdiğimiz, zihinlerimizin huzurlu olup olmadığı ve tüm psikolojik sorunlarımızın bir şekilde çözüme ulaşıp ulaşmadığı… Birbirine kenetlenmiş dünya vatandaşları mı yoksa anlamsız acılarla dolu toplumsal bir karmaşa mı olacağımızı bunlar belirler.
İkincisi ise insanın deneyimlediği her şeyin gözlemleyemeceği toplumsal süreçler tarafından yaratıldığını; bu süreçlerin sınıflandırılmasının yalnızca toplum sosyolojisinin ve psikolojisinin yoğun ve sistematik analiziyle mümkün olduğunu savunur.
Bu durum kaçınılmaz bir paradoks doğuruyor: İnsanı tekil olarak görebilmek ve onun tüm haklarına, tüm eşsizliğine tamamen saygı gösterebilmek için birey fikrinin ötesine geçmeli; bu fikri saydamlaştırıp bireyin toplumu nasıl mümkün kıldığını, toplumun var olmasında bireyler arasındaki ilişki ağının ne kadar önemli bir rol oynadığını özümsemeliyiz. Birey fikrinden arınıp toplumu zamanla evrilen, bireysellik karşıtı bir yapı kabul etmeliyiz. Bu ben-ötesi görüştür. Yalnız diğerleriyle “etkileşen” bilardo topları değiliz, aynı zamanda birlikte çalışıyoruz ve birbirimizi var ediyoruz. Ya da filozof Karen Barad’ın deyimiyle: “etkileşimin ta kendisiyiz”.
İnsanı birey dışında herhangi bir şey olarak düşünmek başta akla pek yatmıyor. Sonuçta herkesin bir bedeni, bir aklı ve bir iç monoloğu var, değil mi? Aslında, nöroloji pek de öyle demiyor. Hiç “bölünmüş beyin” diye bir şey duymuş muydunuz? Bölünmüş beyin, epilepsi tedavisinde kullanılan bir yöntem. Bu yöntemde beynin iki yarısını birbirine bağlayan sinirsel köprüler ameliyatla alınıyor. Bu ameliyatı geçiren bireyler bazı şaşırtıcı özellikler gösteriyorlar. Adeta ikiye bölünmüş diyebileceğimiz bu bireylerde beynin bir yarısı vücudun yalnız bir yarısını kontrol ediyor. Bazen bu iki yarı, birbirlerinden habersiz çalışıyorlar. Öyle ki bilinçli zihin (ya da dilbilimsel tabirle beynin dominant, “konuşkan” bölümü) algılayamadığı davranışları makul kılmak için bahaneler üretebiliyor.
Ya da sol göze gösterilen bir resmi iki göz de görmüş gibi algılayabiliyor. Ama sağ beyni kontrol eden yarı resmi gördüğünü fark etmiyor ve resmi nasıl görmüş olabileceğine dair mantıklı bir açıklama getiriyor. Gördüğünüz gibi beyin ikiye bölünüyor ve her iki kısım da kendi bilincini koruyor – hatta bazen, iki yarı birbiriyle iletişime dahi geçiyor. İşte bu gerçekten ilginç, özellikle insanların özgür irade sahibi, bireysel canlılar olduğunu varsayıyorsak.
Vancouver’lı yapışık ikizleri duymuşsunuzdur belki. Bir kafayı paylaşan iki kız kardeş Krista ve Tatiana, görsel verileri doğrudan beyin aracılığıyla birbirlerine aktarabiliyorlar. Biri, diğerinin ne gördüğünü biliyor. Böyle vakalar bireyin de daha küçük parçalara bölünebileceğini; zihnin “tek bir atom” olmadığını ve bölünebilir olduğunu kanıtlıyor. Biyolojik açıdan bile birey, bölünebilir. Nadir gördüğümüz bu vakalar hepimizi ilgilendiren temel bir gerçeği bir kez daha vurguluyor: bağımsız “birey” yoktur. Birey çevresindeki her şeyle, her zaman bağlantılıdır.
Metamodern aktivizme göre, ben-ötesi bakış açısının getirdiği hak ve özgürlükler bireyselliğin getirdiklerinden çok daha derin, çok daha gerçek ve hiç olmadığı kadar önemli. Modern toplumun birey kavramına yer açmak için aile kavramının içini boşaltması gibi biz de, bireysellikten daha analitik, ahlaki açıdan çok daha yetkili bir kavram olan ben-ötesi bakışa yer açmak için çabalıyoruz.
Dinleyen toplum fikri ister istemez bireysellik karşıtı bir yapıya bürünecektir. Böyle bir toplum, insanı tek bir hayat hikayesinden çok daha fazlası olarak görür. Ben-ötesi bakış açısı insanı bilinçdışı, gelişim psikolojisi, biyolojik yapısı, kullandığı dil, sosyal konumu, ilişkileri, değerleri, duyguları ve daha nice özelliği ile birlikte ele alır. Her insanı açık ve sosyal bir süreç; bu süreci ise herkesin katılımcısı olduğu ve birlikte toplumu oluşturduğu bir döngü olarak kabul eder. Toplum kendi öz örgütlenmesini sağlayan bir sistemdir. Bu sistem bireysellik karşıtı bireyler yaratır; böylece bu bireyler topluma yeniden şekil verirler.
Özetlemek gerekirse birey fikrinin getirdiği hak ve özgürlükler bugüne dek işimize yaradı ancak artık bu fikrin ötesine geçme vakti. Aksi takdirde toplum, Londra Köprüsü gibi tepemize yıkılacak.
Metamodern siyaset, içten bir ironiyi işleyerek topluma ben-ötesi bakmayı öğretiyor; bireye ise bu bakış açısının getirilerini bahşediyor. Ben-ötesilik ve karşı-bireysellik kavramlarını aşağı yukarı aynı anlamda kullanabiliriz. Ancak şunu unutmamalıyız: Toplum sorunlarını doğru belirlemek istiyorsak önce derin psikolojik meselelere, kendi iç dünyamıza ve gelişimimize kulak vermemiz; bunların toplum tarafından nasıl üretildiğini incelememiz gerekmektedir. (Kitabımın ekler bölümünde ben-ötesi bakış açısının daha detaylı bir tanımını bulacaksınız.)
Ben-ötesi bakış açısından: Terörist ve seri katil
Norveç. Temmuz 2011. Anders Behring Brei çoğu sosyal demokrat 77 kişiyi öldürdü ve 300’ün üzerinde kişiyi yaraladı. Bu terör eyleminin neden gerçekleştiğine dair iki temel teori ortaya atıldı: Siyasi sebepler (milliyetçiler arasında Neo-nazi fikirlerin yayılması) ve zihinsel bozukluklar (adamın kafayı sıyırdığı görüşü). Üçüncü ve daha az popüler bir teori ise Breivik’in toplumdaki neoliberal gelişmelerin bir sonucu olduğunu; bu gelişmelerin insanları mutsuz, narsistik bireylere dönüştürdüğünü savunuyor. (Tabii bu teori Solcu sosyologlar tarafından alkış yağmuruna tutuldu). Bazı sosyopsikologlar asıl sorunun, Breivik’in toplum normlarını bu derece ihmal etmek için aylarca hazırlanmasında ve bu hazırlık sırasında kendini büyük ölçüde disipline ederek müthiş bir izolasyon örneği göstermesinde olduğu görüşündeler. Brievek motivasyonunu nasıl korudu?
Herkes, çevrimiçi forumların ne kadar önemli bir rol oynadığı ve Brievek’in zamanla bir internet fenomenine dönüştüğü konularında hemfikir.
Taraflar bireysel ve toplumsal (kolektif) bakış açıları arasında seçim yapıyorlar. Oysa ben-ötesi açıdan bakarsak olay çok farklı bir boyut kazanıyor. Aslında sorun, günlük olaylar silsilesinin sosyopsikolojik bir karşılığı: Hayat akıp giderken nasıl olduysa bir noktada, hayatını üretkenlikle devam ettiremeyen, hırçın bir birey yarattı. Breivik, bir okul bahçesinde, işlevsiz bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Katil Breivijk ise arkadaş ortamından, internetten, iş hayatından, platonik kalan aşklardan, cinsel gerginliklerden, başarısız bir erkeklikten*, incinmiş bir gururdan, bozulan ırklararası ilişkilerden ve ertelenmiş bir entegrasyon sürecinden doğdu. (*Cinayeti işlediği gün yayınladığı bildiride tekrar eden bir tema; öyle ki Breivik son gecesini iki seks işçisi ve pahalı bir şampanya ile geçirmiş.) Kısacası Brievek, toplum yapısının doğal bir sonucu.
Brievik 9 yılını planlar yaparak geçirdi ve nihayetinde bu planları gerçekleştirdi. Bunu yaparken kendisi ve sevdikleri dahil birçok bireyin haklarını çiğnedi.
Şöyle bir düşünürsek, bu olayı engellemenin tek yolu Breivik’in en baştan hiç var olmaması. Bireyi akla gelebilecek her türlü kötülükten koruyamayız, çok etkili politikalar izlesek bile. Bireyin haklarını ne kadar savunsak da iç dünyasını ve içinde yer aldığı sosyo-psikolojik bağlamı göz ardı edersek, ben-ötesi kişiliğini ortaya çıkarıp ben-ötesiliğin sağladığı hakları korumayı başaramazsak, birey yine cinayete varan türlü tehlikelere kurban gidecektir.
Az rastlanan patolojik akıl hastalıkları konusunda elimizden çok bir şey gelmez. Çünkü bu tür hastalıklarda genetik faktörler önemli bir rol oynar. Nazi ideolojilerini ya da ‘Teröristler için evde bomba yapımı’ videolarını da internetten bir çırpıda silemeyiz. İki türlü de Katil Breivik’i yalnız akıl hastalığına ya da yalnız internet faktörüne dayanarak açıklamak mümkün değildir.
Ancak, ortalama bir insanın daha mutlu ve daha sağlıklı olmasını, daha iyi ilişkiler geliştirmesini, kendini daha yakından tanımasını sağlamak; ona daha çok destek olmak mümkün. Çünkü korkunç da olsa şu bir gerçek: Breivik benim. Breivik sizsiniz. Breivik, yarattığımız ve sürdürmeye çabaladığımız toplumun bir sonucu. Bir uzaylı değil. Öğrencileri öldüren bir başka öğrenci. Her şey birbirine bağlı. Hepimiz birbirimize bağlıyız. Tabii ki Breivik toplumsal sapmanın uç bir örneği ancak hepimizle birlikte var olan biri. Öyle ya da böyle hepimiz aynı materyalden yapıldık. Breivik’in sunucusu olduğu terör şovuna neyin sebep olduğunu yine kendi derinliklerimizde bulabiliriz.
Mutluluk ve acıdan dokunmuş kumaş daha akıllıca işlenseydi Brievek böyle biri olur muydu? İhtimal meselesi: Bazı toplumlar diğerlerinden daha çok terörist üretir. Norveç genel olarak barışçıl bir ülke olsa dahi o da toplumsal gerginlik konusunda payına düşeni almış. Bu, ben-ötesi bir mesele. Beni, benliği çoktan aşmış; ama hassas ve duygusal sorunları içerdiği için yine oldukça bireysel kalacak bir mesele.
Terörizm örneğinin de ötesine gidelim. Ben-ötesi bakış açısını başka meselelere uygulayalım: Örneğin, işsizlik. Sorun kaç kişinin işsiz olduğu değil; sorun, işsiz bir bireyin neler hissettiği ya da insanların işsizliğe nasıl baktığı ve neden böyle baktığı. Ya da zorbalık. Okulun ve eğitim sisteminin tüm toplumsal ve çevresel faktörleri bir araya gelerek insanlar arasındaki güven ve dayanışmanın sınırını belirliyor. Ya da toplum sağlığı. Ailemizin ve arkadaşlarımızın yaşam tarzları alışkanlıklarımızı belirliyor ve alışkanlıklarımız da ömrümüzün ne kadar olacağını. Söz konusu yaşam tarzları ise onların mutlu olup olmadığına, psikolojik durumlarına, ne kadar iyi ilişkiler geliştirdiklerine, sosyal statülerini korumak için ne kadar rekabet etmeleri gerektiğine bağlı olarak değişiyor. Bu yüzden terör olaylarını açıklamakta kullandığımız aynı mutluluk-acı kumaşı aslında bireyin çektiği ıztırabı da açıklıyor.
Breivik’in gizemini tek bir açıklamaya sığdırmak doğru olmaz. Ancak böyle olayların karmaşık doğasını açıklamakta bazı bakış açılarının diğerlerinden çok daha etkili olduğu da bir gerçek. Ortalama bir bireyin iç dünyası ile toplumun kolektif yapıları birbirine sıkı sıkıya kenetlenmiştir. İnsanların balatayı sıyırıp katil Naziler olmasının asıl sebebi, toplumumuzun bu kenetlenmişliği görmekteki başarısızlığıdır. Ben-ötesi bakış açısı dışında hiçbir yaklaşım ikinci bir Breivik’in oluşmasını engelleyemez.
Bireysellik (ya da kolektivizm) bizi her geçen gün biraz daha geriye götürüyor ve bize daha çok zarar veriyor. “Birey” ve “kolektif” analitik açıdan kusurlu pozisyonlar. Bireyin ve kolektifin çıkarlarını dengelemiyoruz; biz ben-ötesilik adına ikisine de savaş açıyoruz.
Her şeyin apaçık birbirine bağlı olduğu ve birlikte evrildiği bir evrende insanı “birey” olarak görmek yalnız kötü bir toplum felsefesi tezi değil, aynı zamanda insan ruhunun yüceliğine affedilemez bir hakaret. Biz bireyden çok daha fazlasıyız, çok daha büyüğüz. Bu yüzden, ben-ötesi bakış açısına dayanarak şunu rahatça söyleyebilirim:
Bireye ölüm!
Yaşasın ben-ötesi!
Yazar: Hanzi Freinacht
Çeviren: Beste Naz Yıldız
Kaynak: Metamoderna
Düşünbil Portal’da yayımlanan, Düşünbil yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır.