Hegel’in yaşamlarımız hakkında bize söyleyecek bir şeyleri olduğunu düşünmek garip gelebilir, fakat ya birbirimize ve gezegenimize karşı olan en temel yükümlülüklerimiz 1800’lü yılların başında yazan bu filozof tarafından aydınlatılabilseydi? Hegel, bazen kendimizi tam olarak yalnız ve birbirinden kopuk varlıklar olarak gördüğümüzü iyi bilmesine rağmen, Tinin Fenomenolojisi adlı eserinde aslında böyle olmadığımızı bize göstermektedir. Ona göre, öz bilince sahip olan özneler asla tam anlamıyla yalnız değildirler, çünkü birbirlerine bağlıdırlar ve gerçekten de birbirleri olmadan yapamazlar. Bununla birlikte, Hegel iddiasını daha da ileriye götürerek şöyle der: “Yalnızca sosyal bir varlık olarak kendim üzerine derinlemesine düşünmeye başlayabilirim. Bir başkasıyla karşılaştığım sürece öz bilince sahip olma şansım olur.”
“Bir kere kendimizi tanımaya başladığımızda, esasında başkalarına nasıl bağlı olduğumuzu kavrarız.”
Hegel, bir insan öznesinin bir diğerini yok etme çabasında olduğu dramatik bir sahneyi ve ardından bir insan öznesinin bir diğerine hükmetmeye çalıştığı genişletilmiş başka bir sahneyi bizler için değerlendirir. Bu değerlendirmeden, yıkım ve tahakkümün pek işe yaramadığı sonucu çıkar. Bu eylem biçimlerinin başarısız olmasının bir nedeni, bunların hem toplumsal açıdan birbirine bağlılığı hem de karşılıklı etik yükümlülüğü reddetmeye çalışmasıdır. Eğer bunlardan biri yok edilebiliyorsa öteki de aynı şekilde yok edilebilir, böylece bu kavramların kaderlerinin bu anlamda birbirine bağlı olduğu ve bu yıkım stratejisinin kaçınılmaz olarak ikisini de tehlikeye attığı ortaya çıkar. Ancak burada da benliğin bilinmesine ilişkin bir sorun vardır: Kişi, başkası tarafından varlığı kabul edilmedikçe benliği hakkında kesin bir bilgiye sahip olamaz. Bu nedenle, toplumsal dünyadan uzaklaşıp kendi içimize dönerek kendimizi tanıyabileceğimizi düşündüysek yanılmışız demektir, çünkü yalnızca toplumsal dünya bağlamı içerisinde kendimiz hakkında kesinliğe ulaşmamız mümkündür. Sadece canlı ve sosyal oldukça kendimizi tanıma şansına sahibizdir ve bir kere kendimizi tanımaya başladığımızda, esasında başkalarına nasıl bağlı olduğumuzu ve kendi varoluşumuzun duyumsal koşullarını kavrarız. Böylece dünya, bir canlı süreçleri ağı olarak karşımıza çıkar.
Bu karşılaşma yoluyla öğrenilen ahlaki bir ders de vardır: Yaşamım, (a) beni aşan ve ayakta tutan canlı süreçlere ve (b) diğer yaşamlara, yani tüm diğer canlı ve bilinçli formlara ait olduğu için asla yalnızca bana ait değildir. Bu da parçası olduğum bir dizi canlı sürece saldırmadan bir başkasının yaşamını mahvedemeyeceğim anlamına gelir. Başka bir deyişle, ben bir başkasının yaşamını mahvederken aslında kendi yaşamımı da mahvetmiş olurum. Bu, olay yerindeki tek failin “ben” olduğumu söylemek değildir; bu daha çok, yaşayan bir varlık olarak kendimi diğer canlı varlıklardan tam olarak ayırmamın bir yolu olmadığını söylemektir. Hegel’in metninde ortaya çıkan ve benim de söylemeye çalıştığım şey, bu “yaşayan bir socius” [1] fikrinin, şiddetsizlik için makul bir sav olduğudur.
“Her ikimizi de ideal olarak tanımlayan toplumsal eşitliğin izini kaybetmeden bir başkasına hükmedemem.”
Yalnızca geçerli bir alternatif olarak şiddetten uzaklaşmayı öğrendigimizde, yaşamlarımızı belirleyen sosyal bağlar açığa çıkar. Şiddet bariz bir olasılık olarak ortaya çıkar; ancak şiddetin işe yaramayacağını kabul etmek, aramızdaki çatışmadan bağımsız olarak, kendimizi ve başkasını hayatta tutmanın bir yolunu bulmak için gereken etik yükümlülük anlayışını başlatan şeydir. Hegel, toplumsal tahakkümün ölümcül hilesi kadar, öfkeli ve yıkıcı ilişkileri de hesaba katar; kimsenin kendisi gibi veya kendisine eşit olmasını istemeyen bir bireyin öfkesini anlar. Bu durum karşısında Hegel, kendimizden uzaklaşmadan bir başkasını ortadan kaldıramayacağımızı, her ikimizi de ideal olarak tanımlayan toplumsal eşitliğin izini kaybetmeden bir başkasına hükmedemeyeceğimizi anlamamıza yol açar. Başkasını yok etmenin veya ona hükmetmenin olasılık olarak dışlandığı bu durumda, bana bağlı olan bu başka kişiye bağlı olduğumun ve hayatımın bir başkasının hayatına bağlı olduğunun farkına varıyorum.
Hegel üzerine yaptığım okumanın sonucunda, bana bağlı olan bir başkasına bağlı olduğumu ve ikimizin de yaşayan bir dünyaya bağlı olduğunu kabul ediyorum. Vardığım bu kabul, canlı varlıklar olarak sosyal statümüzü, bedensel açıdan birbirimize olan bağlılığımızı ve sahip olduğumuz karşılıklı etik yükümlülük anlayışını aydınlatmaktadır. Bu kabul, aynı zamanda hayatımızı makul ve yaşanabilir kılan dünyanın devamlılığını sağlamamız için gereken bir zorunluluktur.
Dipnotlar:
- Socius, “sosyal” kelimesinin Latince kökeni olup “yoldaş, arkadaş, müttefik” anlamına gelmektedir. Bu terim, insanlar arasındaki birlikteliği veya etkileşimi tanımlamak için kullanılır. (ç.n.)
©® Düşünbil (2021)
Yazar: Judith Butler
Çeviren: Semra Kızılarslan
Çeviri Editörü: Yağmur Alev
Kaynak: iai.tv