Bu müstesna söyleşide, sosyolog ve filozof Edgar Morin, 94 yaşının tepesinden, dünyanın ve Fransa’nın nabzını tutuyor. Ekonomi, Ulusal Cephe, İslam, fanatizm, yabancı göçü, küreselleşme, Avrupa, demokrasi, çevre: Bu konulardaki çıkış yolları, günümüzde reddedilen “karmaşıklık” ilkesinin kabulüyle mümkün. Vicdanların sağırlığına deva olmak için; korkuları başımızdan savmak için; idealleri birbiriyle yüzleştirmek için; hayalgüçlerini melezleştirmek için; böylelikle de kardeşlik, dayanışma ve anlam dileğinin yerine getirilmesi için beslenen “umudu tekrar büyülü kılmak”la… “Barbarlık eğiliminin tek hakiki panzehiri budur” diyor; yeryüzünü kana bulayan, Fransa’yı mateme sokan, insanlığı parçalayan gösteri ya da yeraltı olaylarını ölçerek. “Uygarlık değiştirmenin zamanıdır.” Ve de “anavatan”ı şekillendirmenin…
Paris saldırıları, olağanüstü hal, Ulusal Cephe’nin yükselmesi, kitlesel göç dalgası, benzeri görülmemiş bir işsizlik oranının (yüzde 10,2) simgelediği çöküntü halindeki bir ekonomik ve toplumsal durum: Fransa bilhassa endişe verici bir dönemden geçiyor. Bu olayların yan yana gelmesi, ortak kökleri ve tezahürleri açığa vuruyor. Toplumun durumu üzerine ne öğretiyor peki ?
Edgar Morin: Bir araya gelen dış ve iç faktörlerin sonucu bu durum; kimi zaman dostâne kimi zaman hasmâne yaklaşımlarla Fransa’nın durumunu sınırlayan ve elbette küreselleşmenin durumundan ayrılmaz olan faktörler gibi. Zira bizzat insanlık “küresel bir kriz”den geçiyor. Fransa ise uygarlık, toplum ve ekonomi bakımından çokbiçimli bir krize mâruz; bunun ilk tezahürü ise kendi de çoğul olan bir çöküş: toplumsal, sınaî, coğrafî, territoryal/ülke topraklarıyla ilgili ve insanî.
Gezegenimiz uzlaşmaz parçalanma ve bütünleşme süreçlerine mâruz kalıyor. Gerçekten de tüm insan türü bir “kader ortaklığı”nda birleşiyor, çünkü aynı ekolojik ya da ekonomik tehlikeleri, dinî fanatizmin ya da nükleer silahların yol açtığı aynı tehlikeleri paylaşıyor. Bu gerçeklik ortak bir bilince varılmasına yol açmalı, dolayısıyla da kaynaştırmalı, dayanışma yaratmalı ve melezleştirmeli. Oysa tam tersi hüküm sürüyor:
Büzüşülüyor, ayrışılıyor, bölmelere ayrılıp parçalanılıyor, özgül –ulusal ve/veya dinî– bir kimliğin ardına sığınılıyor. Yabancı korkusu yabancının ağırlanmasına baskın çıkıyor; burada yabancı en geniş kabulüyle telakki ediliyor: Göçmen işçinin, Roman’ın, Mağripli’nin, Müslüman’ın, Iraklı mültecinin çehresini taşıyor; fakat aynı zamanda, ekonomi, kültür ya da uygarlık bakımından bağımsızlığa ve egemenliğe halel getirdiği izlenimi veren –sebepli veya hayal ürünü– her şeyi de içeriyor. Yeryüzü çapında krize “yol açan” bu işte; hatta yeryüzü çapında bir endişe bu; çünkü bu krizle beraber, geleceğe yönelik bir umudun yokluğu da geliyor.
1980’li yılların başında, Batı dünyası “Otuz Şanlı Yıl”ın efsaneleşerek uzamasıyla sapasağlam ayakta olduğunu zannediyordu ve yükselen bir toplum inşa ettiğine sapasağlam kanaat getirmişti; Sovyetler Birliği ve Çin ise, kendi taraflarında, aydınlık yarınlar ilan ediyorlardı. Kısacası neredeyse herkes geleceğe inanç besleyebiliyordu. Bu inanç, “Üçüncü Dünya” adı verilen ülkelerde de olmak üzere, paramparça oldu ve yerini belirsizliğe, korkuya ve umutsuzluğa bıraktı.
Yaşamış olduğunuz tarihin içinde, tarihin bu ânını nasıl nitelersiniz?
Morin: Bu umutsuzluk ve beklentisizlik, geleceğe inanç beslemedeki bu zorluk, yeni bir olay. İkinci Dünya Savaşı sırasında bile, işgal altında ve Nazi terörünün boyunduruğu altında bile, bizi ayakta tutan muazzam bir umut vardı.. Hepimiz –hem de sadece halkı birleşmeye çağıran “harikulâde” bir Sovyetler Birliği’nin prizmasındaki komünistler değil– yeni bir dünyanın, daha iyi bir toplumun su yüzüne çıkacağına inanıyorduk. Dehşet gündelikti, ama umut şaşmaz biçimde hâkim oluyordu; peşinen paradoksal olan bu durum, önceleri de her trajik dönemin özelliği olmuştu. Yetmiş yıl sonra, gelecek belirsizleşti, bunaltıcı hale geldi.
Dehşet – umut, barış – geri çekilme: Çağdaş tarihte bu iki durumun nedenlerini ayırt eden şey, dinî olgunun baskını, özellikle de Müslüman ülkelerin hayli ötesinde sarsıntıya yol açan bir İslamcılık…
Morin: Ulusal-dinî çekilmelerin ilk billurlaştığı nokta 1979’daki İran Devrimi ve benzeri görülmemiş bir dinî ve radikal siyasî otoritenin yerleşmesi olmuştur. Müslüman dünyada derin alt üst oluşlarla geçen onyıllardan sonra devreye girmiştir: Asırlar süren Osmanlı sömürgeleştirmesinin yerini Batı sömürgeciliği aldı; sonra onun yerini aniden sömürgelerdeki çoğu zaman şiddetli bir bağımsızlaşma dalgası ve onun ardından diktatörlüklerin kurulması, bunun akabinde Arap Baharı’nın ümit soluğu, sonra da karşı kuvvetlerin baskını izledi. Dolayısıyla sık yaşanan hüsranlardan sonra, günümüzde jeopolitik kaos ve IŞİD’in barbar ideolojisinin yayılmasıyla karşı karşıyayız…
Her dine dönüş tabii ki gürültü patırtıyla eşanlamlı değildir, çoğu zaman da barışçıl tarzda yapılır. Ama Afgan kültürüyle hemhal olarak pişen ve sorumluluğunu bu işe tüm karışanların paylaştığı bir zeminde boy atan saldırgan ve şedit başka biçimlerin gerçekliğini, İkinci Irak Savaşı’nı, Libya’ya müdahaleyi, Suriye’deki hareketsizliği, İsrail-Filistin batağını unutamayız; ama aynı zamanda, Amerikan diktası altında ak-karacı bir iyilik-kötülük imparatorlukları çatışması anlayışının yayılması, Müslüman dünyanın parçalanmasına ve bazı saçaklarının radikalleşmesine de katkıda bulunmuştur. Dünyanın büyük uluslarının tavrı, dün El Kaide’nin, bugün ise IŞİD’in “temayüz etmesi”nde; Suriye’nin bir savaş, şartlara bağlı ittifaklar, akıl almaz koalisyonlar, karşıt çıkarlar, zulümler ve içinden çıkılmaz bir İslamcı çoğalma alanı haline gelmesinde etkin bir rol oynadı. Bu ateş ocağı kıvılcımlarını sınırlarının hayli ötesine saçıyor ve sonuçları sadece Suudi Arabistan’la İran arasındaki diplomatik kopuşla, ya da Şiilerle Sünniler arasındaki bölünmenin tekrar parlamasıyla sınırlı kalmıyor.
Bu bireysel ve kolektif geleceğe umut yokluğunun kökeni, Batı dünyasındaki tüccar, kapitalist, tüketimci ve aşırı teknolojik şartlanmada mı?
Morin: İki barbarlık tipi bir arada varolmakta, bazen de dövüşmektedir. İlki, bugün IŞİD’deki, dün Nazizm’deki, Stalinizm ya da Maoizm’deki kitle barbarlığıdır. Tarihte dönem dönem kendini gösteren bu barbarlık her çatışmada tekrar doğar ve her çatışma onu tekrar doğurur. 2016’da IŞİD’in kontrol ettiği bölgelerdeki görüntüleri ya da tanıklıkları keşfettiğimizde rahatsız oluyoruz; ama Nazi kamplarındaki milyonlarca ölü, Sovyetler’deki veya Kültür Devrimi sırasında Çin’deki gulaglar, Kızıl Khmerler’in işledikleri soykırım, gerek duyuluyorsa, barbar alçaklığın ne 21. yüzyıla ne de İslam’a özgü olduğunu hatırlatmaktadır! IŞİD’i tarihte ondan önceki diğer barbarlıklardan ayıran şey, sadece dinî fanatizm köküdür.
Çağdaş uygarlığımızda git gide daha çok hegemonyasını yerleştiren ikinci barbarlık tipi, hesap ve rakam barbarlığıdır. Her şey hesap ve rakam (kâr, yarar, GSYİH, büyüme, işsizlik, yoklamalar…) olduğu gibi; toplumun insanî kanatları bile hesap ve rakam olduğu gibi; ekonomiyle ilgili her şey de artık hesap ve rakam sınırlarına alınmıştır. Öyle ki, Ekonomi Bakanı Emmanuel Macron’un da kanaat getirmiş olduğu gibi, toplumun bütün dertlerinin kökeni ekonomik görünmektedir. Bu tektaraflı ve indirgeyici anlayış, kârın, uluslararası spekülasyonun, vahşi rekabetin zorbalığını pekiştirmektedir. Rekabet edebilirlik namına tüm bel-altı vuruşlar mübahtır; hatta katlanarak artan burn out (tükenmişlik) hâdisesinin de gösterdiği, insanı insanlıktan çıkaran çalışma düzenlemelerinin getirilmesine varıncaya kadar, teşvik veya talep bile edilir. İnsanı insanlıktan çıkarırlar; ama aynı zamanda, şirketlerin kârlılığının malzeme niceliğinden (ratio’lar/mali tasarruf oranları, özel fonlar, borsa kurları, vb.) ziyade gayri-maddî niteliklerce (işbirliği, inisiyatif alma, sorumluluk duygusu, yaratıcılık, hizmetlerin ve mesleklerin melezleşmesi,management, vb.) belirlendiği bir zamanda, verimsizdir de. Böylece rekabet edebilirlik kendi kendinin düşmanıdır. Dünyanın, toplumun ve bireyin gerçekliklerini karmaşıklıkları içinde ele almanın reddedilmesine bağlıdır bu durum.
Sosyolog ve filozof olarak çalışmalarınızın büyük bölümü de tam olarak karmaşıklığın keşfine, başyapıtınız olan La Méthode’da (“Yöntem”) aydınlattığınız karmaşık düşüncenin farklı alanlarının üst üste binmesine yönelik oldu. Karmaşıklık (complexité)terimi, dallar-arası bir geçişlilik içinde “birlikte dokunmuş” anlamına gelen “complexus” iddiasıyla düşünülür. Karmaşık olanın ve karmaşıklığı meydana getirenin çağımızdaki bu reddedilişini hangi dayanaklara bağlıyorsunuz?
Morin: Bilgi sadece niceliksel boyutuna indirgendiğinde kördür; bölmelere ayrılmış bir yaklaşımla ekonomi ile şirketi tasarladığımızdaki gibi. Aralarında geçiş olmayan bölmeler kendilerini dayatmıştır. Egemen mantık yararcı ve kısa vadeci olduğundan, alanları, faaliyetleri, uzmanlıkları, kendimizinkinden başka düşünme tarzlarını keşfederek beslenmiyoruz artık; çünkü peşinen, hemen ve doğrudan işlevlerimizin yerine getirilmesine hizmet etmiyorlardır, oysa bu işlevleri zenginleştirebilirler.
Kültür bir lüks değildir, patikayı andıran bir yolu kavramsallaştırarak bir anayol haline getirme imkânı verir bize. Kendi dalında teknik bakımdan aşırı performans gösterme mecburiyeti, bu dala kapanıp kalma sonucunu doğurur; bilgiler yoksullaşır ve kültürsüzlük büyür. Tek “geçerli” bilginin kendi dalımızdaki bilgi olduğu zannedilir; etkileşimler ve geriye dönük eylemlerle eşanlamlı olan karmaşıklık mefhumunun gevezelik olduğu düşünülür. Öyleyse gezegenimizin insanlık ve uygarlık bakımından durumuna şaşılmalı mı? Karmaşıklığın basiretini reddetmek, gerçeklik karşısında körleşmektir. İkinci Dünya Savaşı’ndan önce bu savaşın yolunu açan şey, uyurgezerlere yaraşır körlüklerin birbirini izlemesi değil miydi? 2016’da siyasî karar alıcıların son derece basiretli olduklarını ve bu aynı körlüklerden masun olduklarını düşünmemizi gerektirecek ne var ki?
Hafızası silindiğinde, barbarlık gelişip büyüyor. Üstelik Batı’da, içinde boşluklar da olsa barbarlığa karşı vicdanlarda bir engel oluşturan Shoah’ın, en söylenemez olan söylenemeyenin izi, tanıklar ortadan kalktıkça silikleşiyor. Tarihin böyle “fiziken” buharlaşmasının sonuçları korkutuyor mu sizi? İnsan, dünkü ürkünçlüğü yarın tekrarlamayacağı yolunda insanlığına ve ortak insanlığımıza haddinden fazla güvenmesinin mi kurbanı?
Morin: Yahudilerin Nazi toplama kamplarında yok edilmesi, Yahudi dünyasının bir kısmının İsrail’de Filistin halkını sömürgeleştirmesine ve kullaştırmasına engel olmadı. Atalarının ve bizzat kendilerinin İkinci Dünya Savaşı sırasında en korkunç hunharlıklara mâruz kalmış olması, Mossad ajanlarını ya da İsrail ordusunun subaylarını hunharlıklar buyurmak ya da işlemekten muaf mı kılmıştır? Hayır. Komünistler Doğu Almanya’yı işgal edip 1933’ten beri özellikle komünistlerin kapatıldığı ve yok edildiği Buchenwald Kampı’nı kurtardıklarında ne yaptılar? Anti-komünizm zanlılarını ya da anti-komünist olduğu ortaya çıkmış kişileri yerleştirdiler oraya! Kendileri de Nazi barbarlığının kurbanı olan Fransızlar, 8 Mayıs 1945’ten itibaren, binlerce Cezayirli sömürgecilik-karşıtı ve bağımsızlık yanlısının yok edildiği Setif, Guelma ve Kherrata katliamlarını işlemediler mi? Oysa o kurbanların tek talebi, Fransızların Alman iktidarı nezdindeki talepleriyle aynıydı: özgürlük, barış ve rüştlerinin tanınması. “Dünün mazlumunda yarının zalimi vardır” diye çok doğru bir tespitte bulunmuştu Victor Hugo.
Hafıza gerçekte daima tek yönlüdür ve kötülüğün tekrar üretilmesine karşı asla bir engel teşkil etmez. Barbarlık eğiliminin tek hakiki panzehirinin adı, bireysel de olsa kolektif de olsa, hümanizmdir. Bu temel ilke içimizde kök salmış olmalıdır, derunumuzda sapasağlam yer etmiş olmalıdır; zira kim olursa olsun ötekilerdeki insanî niteliği onun sayesinde tanırız, her ötekini onun sayesinde insanî varlık olarak tanırız. Hegel’in önem verdiği, ötekilerin bu tanınması olmaksızın; “her insanda bir vatandaşını görmek” diyerek Montaigne’in ne güzel ifade ettiği, ötekinin o anlamı olmaksızın; hepimiz potansiyel barbarlarız.
Fransa’da olağanüstü hal ilan edildi. Bu da bireysel özgürlüklerle terör tehlikesini alt etme gerekliliğinin nasıl bir arada yürütüleceği üzerine ağır sorular çıkarıyor ortaya. Erri de Luca’ya göre, “Devlet’in güvenliğinden başkalarını yetkili kılmak, kendi sorumluluklarını azaltmaktır”. Ve İtalyan romancı her birimizi “sorunsalı kendi elimize alma, bunun için de yanı başımızda olup bitenden sorumlu olma”ya davet ediyor.“Kardeşlik yanlısı bir halk hareketiyle toplumun sıfır derecesini alarma geçirelim”diyor. Güvenlik hedefi, bir demokrasi, hatta kardeşlik fırsatı oluşturabilir mi?
Morin: Şimdilik bunun böyle olacağına inanmayı mümkün kılan katiyetle hiçbir şey yok. Geçmiş tecrübeler çok öğretici; başka ülkelerde yaşanmış bile olsa. Bu anlamda, Londra’da 2005’teki korkunç saldırılar sonrasında çıkarılan “Prevent” yasaları ürün vermiş midir? İki maksatları vardı: Bir yandan, toprakları üzerinde çok sayıdaki Müslümanın, onlara ibadet ve kültür mekânları tahsis edilerek toplumla bütünleştirilmesini/entegrasyonunu kolaylaştırmak; diğer yanda da, potansiyel olarak teröristlere dönüşerek radikalleşme potansiyeli taşıyan aşırılıkçıları tespit etmek. Yani daha iyi bütünleşilmeye uğraşılan bir topluluğun bağrındaki muhtemel düşmanları daha kolay teşhis etmek söz konusuydu… Bu şizofrenik strateji başarısızlığa mahkûmdu. Sonuçta güvenlik artmadığı gibi, bilâkis Müslümanların toplumla bütünleşme duygusu, ilk hedefi olan Britanya ulusuna aidiyetten saparak İslam ümmetine aidiyete dönüştü.
Demokrasilerde hunharca eylemler düzenleyen silahlı ve terörist grupların çağdaş tarihi –Büyük Britanya’da IRA, İspanya’da ETA, İtalya’da Kızıl Tugaylar– polis baskısının ve özgürlüğü kısıtlayıcı yasal düzenlemelerin de kendi sınırları olduğunu gösteriyor. Aşılmaz bir engel oluşturabilecek hiçbir şey yoktur. Bu bakımdan, Fransa’da halihazırda alınan önlemlerin güvenliği artırdığını düşünmek bir yanılgıdır; ahalinin içine bir “psikolojik duygu” yayılmaktadır, ama bu algı hakiki güvenlikle eşanlamlı değil. Üstelik “kötü” ellere düşerse, bu önlemler asıl amaçlarından saptırılabilir, en beter keyfîliklere izin verebilir ve bizzat ulus çıkarlarının aleyhine bile dönebilir. Cumhurbaşkanlığı seçiminde Ulusal Cephe’nin bir zaferi çerçevesinde bu önlemlerin ne işe yarayabileceği tasavvur ediliyor mu?
Nasıl barbarlığa karşı en etkili engeller hümanizmle biçimleniyorsa, ahalinin arasında kardeşliği ve birliği işlemek de, teröristlerin tespitini olmasa bile, paylaşılan kimlik ilkesini diri tutar, demokratik canlılığı sağlamlaştırır, dolayısıyla da radikalleri terörizme doğru atacakları o son adımdan caydırmaya katkıda bulunabilir.
Anayasal değişiklik tasarısına “Fransa’da doğmuş olan çift-uyrukluların vatandaşlıktan çıkarılmasının yaygınlaştırılması”nın eklenmesi, Fransız solunun ideolojik fıtratında önemli bir kırılma oluşturuyor ve fazladan bir kopuş vesilesini billurlaştırıyor. Bu dramatürjinin bir haklılığı var mı? Devlet Başkanı ve onun başbakanı solun “değerler”ini inkâr mı ediyorlar? Yoksa bu “değerler”i terörizm bağlamının özel icaplarına mı uyarlıyorlar?
Morin: Vatandaşlıktan çıkarmanın “değer”i sâfî simgeseldir, somutlukla alâkası yoktur. Mitolojik menzili kısıtlıdır. Cihad adına ölmeye hazır kamikazeleri Fransız vatandaşlığından çıkarmanın onları eyleme geçmekten caydıracağını düşünmek bir mânâsızlıktır. Bu idarî ve hukukî teklifin tek derdi bir aforoz mekanizması oluşturmaktır; bu bakımdan Katolik dinindeki aforozun, ya da Yahudilik’teki Herem’in bir tür laik muadilidir. “Düşmüş olmak” artık hiçbir şey olunmadığı, ulusunun gözünde artık varolunmadığı anlamına gelir; bunu Cumhuriyet’in değerlerine bir hakaretle eş tutanları anlayabiliyorum. Simgesel ve kuvvetli boyut, öte yandan karanlık anıları da hatırlatmaktadır. Nazi rejiminden Mussolini’nin servislerine varıncaya kadar, bu arada Vichy Rejimi’nde de, vatandaşlıktan çıkarmanın çok sayıda usûlü olmuştur ve otoriter siyasî rejimlerin tekelindeki bir uygulamadır.
Gérard Mordillat ve Jérôme Prieur, Jésus selon Mahomet (“Muhammed’in İsa’sı”, Seuil Yay.) adlı kitaplarında, Kur’an’daki muammaları derinlemesine incelemenin, metinleri Batılı anlama kıstaslarıyla yorumlamanın zorluğunu zikrediyorlar. Selefi ve Vahhabi akımların da yapmaya giriştikleri gibi, Kur’an Cumhuriyet’le bağdaşmaz mülahazalara maruz kalıyor; hatta, teröristlerin çılgınlığının da kanıtladığı gibi, “toplumun özne varlığı”nın doktrine boğulmasında ve parçalanmasında kaldıraç haline geldiği vakit, büsbütün hasmâneleşiyor. Müslüman topluluğu 13 Kasım saldırılarındaki dehşete karşı çıktığını güçlü biçimde gösterdi, ama aynı insanlar Charlie Hebdo çizerlerinin katlinin kınandığı anda hissedilir ölçüde sessiz kalmışlardı. Halbuki, Cumhuriyet değerleri ölçeğinde, iki olayı farklılaştırıcı bir yaklaşım olmamalı. İslam; özellikle de yurttaşlık bakımından toplumda hissettiği rahatsızlık verici boşluğu onunla dolduran bir gençliğin bağrındaki İslam, Fransız ulusunun, laikliğinin ve demokrasisinin içinde doğal bir biçimde çözünür müdür?
Morin: Bunun en iyi cevabını tarih veriyor. Yüzyıllar boyunca tüm Avrupa’da Katolik Kilisesi’nin ortaya koyduğu neydi? Fransız demokrasisi ve laiklikle bağdaşmazlığı. Kafa yapılarını ilerleten toplumsal ya da sanatsal, siyasî, felsefî, silahlı mücadelelerin asırlarca birbirini izlemesi sonucunda Kilise’nin demokrasi ve laiklikle bir arada yaşamaya başlaması için, 20. yüzyıl başını, yani Hıristiyanlık ölçeğinde “dün”ü beklemek gerekecekti. Rönesans, Aydınlanmacılar, Romantizm… Kilise’nin siyasetin yöresinden ayrılıp “ruhlar”a ait olduğu söylenen özel alana yoğunlaşması için bütün bu evreler elzem olmuştur. Katolik Kilisesi’nin demokrasi içinde bütünüyle çözünür hale gelmesi de ancak monarşi tehlikesinin tamamen bertaraf edilmesiyle gerçekleşmiştir. Öyleyse Kilise’nin katetmesi için yüzyıllar gerekmiş bir güzergâhı neden İslam’ın birkaç yılda katetmesini istemeliyiz ki?
Öte yandan, Afganistan’da Bamiyan’daki dev Buda heykellerinin ya da Suriye’de Palmira harabelerinin imha edilmesi karşısında Hıristiyan Batı meşru biçimde çöküntüye uğramaktadır; toprakları fethetmeye yönelik silahlı stratejiye meşru olarak karşıdır ve İslamcılar tarafından işlenen katliamlardan meşru olarak tiksinmektedir; fakat Hıristiyanların yüzyıllar boyunca Paganlar’ı nasıl katletmiş, onların sanatsal tasvirlerini nasıl yakmış, kanlı Haçlı seferlerini nasıl yürütmüş ve Müslüman topraklarını nasıl hıristiyanlaştırmış olduklarını unuttuk mu? Engizisyon bir insanlık modeli olmuş mudur?
Elbette, Kitabı Mukaddes’te bulunduğu gibi, Kur’an’da da sonsuz güzellikte metinler vardır; fakat bazen de, özellikle kâfirlere ve dinsizlere karşı büyük bir şiddette olanlar vardır. Fakat İslam her şeyden önce Yahudi-Hıristiyan geleneğinde bir dindir; Yahudiliğe Hıristiyanlık’tan daha yakındır –yasaklarıyla Yahudiliğin yasakları çok yakındır– ve diğer iki tektanrıcı dinle aynı kaideye oturmaktadır ; bütün bu metinlerde Hz. İbrahim, Hz. Musa ve Hz. İsa bulunur; Kur’an’ı diğerlerinden gerçekten ayrı kılan sadece Hz. Muhammed’dir. Minareler çan kulelerine benzemez mi? Kısacası, üç büyük dinin ortak gövdesi büyüktür. İslam’ın demokrasi ve Fransa Cumhuriyeti içinde tam “çözünürlüğü”ne karşı son engelleri ortadan kaldırmak için öncelikli mesele, İslam’ın Yahudi-Hıristiyan tabiatını öğretmektir. İşte bu, temel önemde bir pedagojik görevdir.
Ortaklığı ve toplumu oluşturan Cumhuriyet’in kamusal değerlerinin imanın özel değerlerine, yani vicdanın ifadesine kendilerini kabul ettirdiği benimsendikten sonra, her inanan İnsan, nitelikleri arasındaki hiyerarşiyi nasıl kurmalıdır? Sonunda, “Müslüman kimliği” ile “Fransız kimliği” hangi şartlarda bağdaşabilir?
Morin: “Saldırılan” Tarık Ramazan (Tariq Ramadan) da –Edgar Morin’in birlikte Au péril des idées (“Fikirler Pahasına”) (Presses du Chatelet) adlı kitabı yayımladığı, Fr.Y.N.- bizzat bundan yana: Karşılıklı temel tanımaların vuku bulacağı bir Avrupalı Batı İslamı’nı örgütlemenin ve teşvik etmenin zamanı. Kadınların statüsünün, kadın-erkek eşitliğinin, Cumhuriyet’in yasalarının, özel eğitim sistemleriyle bir arada varolan kamusal eğitimde Devlet tekelinin, inanmayanların ve özgür düşünürlerin, farklı evliliklerin tanınmasını… Her Müslümanın Cumhuriyet’in kurallarını benimsemesi ve inancının gereklerini yerine getirmesine hiçbir engel teşkil etmediklerinin bilincine varmasını sağlamakta bütün bu kaldıraçlar belirleyicidir.
Fransa çok-kavimli ve çok-dinli bir ülkedir. Hâlâ bugün, Yahudi-olmayan biriyle (bir goy’la) tek bir ilişkinin murdar ve tiksinç olduğuna hükmeden İsrail’deki aşırı-ortodoksların radikalliğiyle yorumlanan Yahudi dini, Cumhuriyet’in yasalarını başarıyla benimsemiştir. İslam’ın bunu yapamayacağını düşünmemize izin veren katiyetle hiçbir şey yoktur. Fakat karşılıklı reddedişlerle birbirini damgalamaların iç içe geçtiği bir girdaptan ve fobilerin/korkuların (İslam fobisi, Batı fobisi, Yahudi fobisi) beslendiği, takviye bulduğu ve azgınlaştığı bir kısırdöngüden de çıkmamız gerekmektedir. Bütün ulusa musallat olan bir zehir oluşturur bunlar.
Öteki zehir: Ulusal Cephe. Son bölgesel seçimde 6 800 000 seçmen, artık iyi düzeydeki kadrolar, alışıldık çevrelerin dışında da kabul görebilen teşhisler, sonunda kontrol altına alınmış bir aile-içi bunalım, seçmenleri arasında tarihî saiki yabancı fobisinin ötesinde bir saikler/motivasyonlar yelpazesi. İşsizlik, köksüzleşme, nirengi noktalarının bulanıklaşması, toplumsal sahipsizlik, çöküntü halindeki bir eğitim arzı, büyüyen eşitsizlikler, “elitler”in gözden düşmesi, emniyetsizliğin kangrenleştirdiği siteler: Bu seçmenlerin bir kısmı verdikleri oyları “sadece” etnik/kavmî değerlendirmelerden ziyade, ekonomik, parasal, toplumsal değerlendirmelere dayandırıyor. Artık şeytan gibi görülmez olan bir Ulusal Cephe’nin karşısında, yapay olan Cumhuriyetçi Cephe son anlarını yaşar gibi göründü; geleneksel partiler ve seçmenler arasında sesi git gide daha az işitilir oldu; hatta Ulusal Cephe’nin mağduriyet ve komplolar üzerine kurulu stratejisine fazladan bir kredi teşkil ediyor. Nihayet, bölge seçimlerinde 2014’ten beri yönettiği bucaklarda elde ettiği rekor skorlar (Pontet’de yüzde 53,73; Béziers’de yüzde 48,01; Fréjus’te yüzde 53,27) Ulusal Cephe’nin artık üçkutuplu olan siyaset manzarasında adamakıllı bileşenlerden biri olmasını sağladı. İdeoloji, coğrafya ve siyaset bakımından kök salıyor. Bu gerçeklik bizzat Fransa’nın durumu üzerine nasıl bir teşhis üretiyor?
Morin: Ulusal Cephe’nin popülerliği iki yöndeki gerilemeyi billurlaştırıyor: Cumhuriyetçi Fransa’nınkini ve sola gönül veren halkınkini. Cumhuriyetçi Fransa 1900’de aristokratik ve monarşik Fransa’yı yenmişti, ama Vichy Hükûmeti Dreyfus-sonrası bu cumhuriyetçi Fransa’nın öteki Fransa’nın önüne ancak kısmen geçmiş olduğunu göstermişti. Çocukluğumda ve ergenliğimde, benim için düşman Arap değildi, Yahudi’ydi; haftalık büyük ulusal dergiler bile bunun sözcülüğünü yapıyor ve en beter iftiralara başvuruyorlardı. Yabancı fobisi olan bu ikinci Fransa daima vardı, ama Nazi işbirlikçileriyle açığa düştükten sonra büzülüp kalmıştı. Vicdanları duyarsızlaştırmak için Alman işgaline ihtiyacı olmayan yeni bir Vichy’ciliğin yavaş ve sistemli tırmanışına tanık oluyoruz. Cumhuriyetçi halkın ve sola gönül veren halkın zayıflamasıyla aynı anda duyulan şimdiki zaman endişeleri açıklar bu hortlayışı.
Bu sebebin kökeni de, toprakları ilmik ilmik ören, farklı halk kesimlerini kapsayan ve Cumhuriyet’in ruhu ve kaideleriyle demokrasi ve laiklik ilkelerini, özgürlük, eşitlik, hümanizm ve kardeşliği yayan yapıların tedrici yokoluşudur. Uzun zaman boyunca nüfusun çoğunluğunun yaşadığı kırsal dünyadaki eğitimciler, ortaokul ve lise öğretmenleri, sosyalist ve komünist partilerin kendi kadro okullarındaki ve sendikalardaki yerel hücreleridir yok olan bu yapılar. Cumhuriyetçi değerlerin –kılcallığıyla sürekli tazelenmeyi temin eden– böyle yapılaşması, önce çatlamış, sonra da çökmüştür. Sonuç ise, ideali ve umudu kalmamış bir ulusta, yabancı fobisinin, içine kapanmanın, korkunun Fransası olan bu ikinci Fransa, çoğunluk haline gelmektedir. Daha beteri, kısa süre önceye kadar dünyaya empatiyle bakabilenlere bile bulaşmayı başarmaktadır.
Cumhuriyet’in bağrında ona izin verilmiş olması Ulusal Cephe’nin cumhuriyetçi parti diye nitelenmesine yeter mi?
Morin: Ulusal Cephe Cumhuriyet yasasını ve laikliği sahiplendiğini haykırıyor ve bu bakımdan bütünüyle cumhuriyetçi partiler arasında görülebilir. Bir sır kalıyor geriye: Marine Le Pen nasıl bir cumhurbaşkanlığı yapar? Demokratik çoğulcuktan ayrılıp faşizan bir örgütlenmeyi benimseme azminde olan Victor Orban Macaristanı’ndaki gibi otoriterleşir mi? Başka deyişle, temeli olan bir tehditle bir seçim zaferinin gayrimuhtemel tehdidini birbirinden ayıran şey bir muammadır. Fakat popülerliğinin kökleşmesi yanında, ona karşı denge unsuru olabilecek ideolojik ve demokratik güçlerin zayıflığı son derece endişe verici kılıyor bu muammayı. Kim olduğunu seçilirse anlayacağız, ama belki de çok geç olacak.
Ulusal Cephe’ye verilen oy, toplumun en eğitimli katmanlarına kadar bulaşan bir öfkenin çokbiçimli tezahürü — şirket yöneticilerinin yüzde 20’ye yakını bu ittifaka katıldı. Fransa’da toplumun bizzat kaidesini teşkil eden yardım, ağırlama ve vergi hususlarında önerilebileceklerin ve kabul edilebileceklerin ucuna varıldığı anlamına mı geliyor bu? “Birlikte yaşama”nın “insanlığı”na bu üç büyük katkı hususunda…
Morin: Göçmen-karşıtı psikoz, hem ödleklik hem zalimlik. Suriye veya Irak’tan kaçanlar arasında Fransa’ya yerleşmeye aday olanlar çok kalabalık değil; yabancı korkusunu en keskin yaşayanlar ise geleneksel olarak en az göçmen nüfus alan bölgeler. Burada da yine niceliksel mantığa teslim olmayalım. Toplumla bütünleşmenin/entegrasyonun başarısı bir rakam sorunu değildir; ağırlama koşulları sorunudur: ekonomik durum, sosyal ve eğitimsel tertibat, siyasî atmosfer, yerel nüfusun psiko-sosyolojik bakımdan açılmaya mı kapanmaya mı yatkın olduğu, vb.. Köln’deki ve bazı başka şehirlerdeki yılbaşı gecesi kutlamalarında henüz aydınlığa kavuşturulamamış vahim cinsiyetçi/seksist taşkınlıklara karşın, Almanya bir buçuk milyon mülteciyi ağırlamaktan sızlanıyor mu? Hayır, çünkü hem ahalisi hem siyaset sınıfı açıklıklarını gösteriyorlar.
Fransa’da 20. yüzyıl başından beri yürürlükte olan vatandaşlık hakkı tanıma sistemi iyi işlemiştir. Kitlesel göçler tarihi ise iki evrensel ders verir: Toplumla tam bir bütünleşmeden/entegrasyondan önce iki kuşak geçmesi gereklidir – 1900 yıllarında Marsilya’da gemiden inen İtalyanların maruz kaldıkları şiddet olaylarının da gösterdiği gibi, göçmenler Katolik bile olsalar –, mevzuubahis entegrasyonun testi ise karma evliliktir. Bu kurallar Mağrip kökenli ahaliyle muhakkak daha zor uygulanır diyeceksiniz. Sömürge geçmişine; Cezayir Savaşı’nın borç hanesine; Batılı ülkelerin Arap rejimleri ya da İsrail-Filistin çatışması nazarındaki muğlak muamelelerine; bazı bölgesel dinî özelliklere; eşkallerine bakılarak denetlenen gençlere karşı polis işgüzarlığına bağlıdır bu… Bütün bunlar hem bir red ikliminin, hem de kendi içine kapanmanın sürdürülmesine katkıda bulunur. Bununla birlikte bu engellere rağmen tavanı delen ve yüksek siyasî, sanatsal ya da ekonomik sorumluluk mevkileri işgal edenler de vardır. Toplumla bütünleşme/entegrasyon hususunda Cumhuriyet’in büyük kaidesindeki vahim bozulmaya rağmen; özgürlük, eşitlik ve kardeşlik potalarının katmanlaşmasına rağmen; entegrasyon mümkün kalmaktadır.
Onu takım arkadaşı Mathieu Valbuéna’yla karşı karşıya getiren ceza davasında, futbolcu Karim Benzema’nın, kastedilenlerin ve ne anlama geldiğinin çözülmesi imkânsız olan konuşmalarının dökümü, derin bir derdin belirtisiydi ve ceza avukatı Eric Dupond-Moretti tarafından şöyle özetlenmişti: Ulus, ortak bir dil ve ortak davranış kaideleri noksanlığı çekmektedir. Bu alanda da, eğitim sistemi vahim bir iflasa mı uğradı? Alain Finkielkraut’un izinden giderek, medenilik, okuma, tarih, vb. gibi ortak yaşam zeminlerini titizlikle tekrar kurma çağrısına katılmak gericilik midir?
Morin: Eğitim sistemi tamamen yetersizleşti; bu da, etnik kökenleri, sosyal çevreleri ya da hayattaki güzergâhları ne olursa olsun, gençlerin bütünü için geçerli. Bunun nedeni de çok basit; varoluşu boyunca herkesin yüz yüze kalmak zorunda olduğu temel sorunları ele almıyor. Yaşamayı öğretmek (2014’te Actes-Sud Yayınevi’nden çıkan kitabının da başlığıdır bu, Fr.Y.N.), Jean-Jacques Rousseau’nun da yüreklendirdiği gibi, gelişip serpilmenin, düşüncelerde, duygularda ve kararlarda özerkliğin yollarını keşfettirmektir; dayanışma içinde yaşamayı, hatanın, yanılsamanın, tarafgirliğin, ötekilere ve bizzat kendine karşı anlayışsızlığın hayatî sorunlarıyla yüz yüze gelmeyi öğretmektir; insan yazgısındaki belirsizliklerin karşısına çıkmayı, bilginin tuzaklarını teşhis etmeyi, eninde sonunda da “yaşam”ın sorunlarına karşı durmayı öğretmektir. Bütün bunlar da internet çağında ve çoğu zaman donanımsız kaldığımız, hatta araçsallaştırıldığımız bir uygarlıkta olup bitmektedir.
Katiyetle temel önemde olan birçok konu öğretim programında yoktur. Üstelik, tarih elkitapları, Capet Hanedanı’ndan beri yüzyıllar boyunca heterojen halkları “taşralaştırarak” ve Fransızlaştırarak massetmiş Fransa tarihi üzerine titiz bir bilgilenmeyle zenginleşmelidir.
İlk bakışta birbirinden son derece uzak olan ulusların, halkların, kültürlerin, dillerin, dinlerin azar azar toplaşıp bugün çokkültürlü bir ulus oluşturması çok önemlidir. Fransa “sadece” bir fetih ve sömürge imparatorluğu değildir; bilhassa bir kültürler mozaiğinin bizatihi ürünüdür; ilk başta Breton, Bask, Alsace halklarının, daha sonra İtalyanların, Polonyalıların veya Portekizlilerin melezleşmesinde “geçerli” olmuş olan ne ise, bugün de Faslıların, Cezayirlilerin, Kamboçyalıların veya Türklerin melezleşmesinde de o geçerlidir.
Nihayet, bir yanda tekno-ekonomik kültürün tehdidi altındaki edebiyat kültürüne itibarının iadesi, diğer yanda da bu kültürle bilimsel kültür arasındaki bölmelerin kaldırılması ve birbirlerine bağlanmaları da çok önemlidir. Birbiriyle yüzleşmek, diyalog kurmak, açılma kültürünün aleyhine bir biçimde büyümekte olan kapanma kültürüne burada destek olmak için de bilginin bu farklı dışavurumlarını dalların birbirine geçişliliğiyle birlikte inşa etmek esastır. Kültürün bütün biçimlerinin teşvik edilmesi gerektiği anlamına da gelir bu. Klasik dallar modern ve çağdaş dalların yolunu tıkamamalıdır. Montaigne’in, Pascal’in, Rousseau’nun ya da Dostoyevski’nin eserlerine olan derin bağlılığım, Fritz Lang’ın veya Akira Kurosawa’nın eserlerine de hayranlık duymama engel olmaz. Karmaşıklığın meziyetleri, bu alanda, budamaktan ziyade kucaklamaktır; bölmelere ayırmaktan ziyade bir perspektife yerleştirmektir.
Ulusal Cephe ulusun –ekonomik alanda Arnaud Montebourg’un girişimlerine rağmen solun bıraktığı– anahtar öneminde bir değeri olan vatanseverliği “rehin aldı” ve yolundan saptırdı. Fransa’yla tarihi ortak olmayan, dolayısıyla da onunla ortak bir gelecek tasarlaması zor bir nüfus kesimi, kendini bu vatanseverlikten dışlanmış hissediyor. Stade de France tribünlerinde Cezayir bayrakları sallayan genç Fransızların ünlü görüntüsü can acıttı. Milliyetçilikle sapmaya uğratmadan memleketlilik/vatan(daş)lık duygusu nasıl uyandırılabilir?
Morin: Jean Jaurès vatanseverlikle enternasyonalizmi bağdaştırıyordu. Uzlaşmaz olan bu iki terimi, karmaşık olmayan düşünce için birleştirmek gerekiyor bugün: Vatanseverliğin ve kozmopolitizmin “dünya yurttaşlığı” anlamına gelmesiyle. Küreselleşmenin yarattığı, tüm insanların “kader ortaklığı”, yeni bir medeni sorumluluk bağı üretmelidir; mesela bize bağlı olan, bizim de bağlı olduğumuz biyosferin durumuyla ilgili olarak. 1993’te, “Vatan Yeryüzü” (Terre Patrie, Seuil) diye bir kitap bile yazdım; her zamankinden daha güncel. Ama diğer vatanlarımızı dışlamaz bu; bunların içinde taşradaki yerel “ufak” vatanlarımız var; özellikle de, derin tarihsel köklere sahip bir kader ortaklığı olan ulus var; bu ortaklığa bizi bağlayan duygusal çimento vatanseverlik sözcüğüdür; çünkü hem anaçtır (ana-vatan) hem babacan (devlet otoritesi). Ayrıca bu vatanseverlik, özü tekno-ekonomik ve faili belirsiz ruhsuz bir küreselleşmeye karşıt olarak tekrar canlandırılmalıdır; içinden çıktığımız ana toprağa ise bağlanmamız gerekir. Tekno-ekonomik küreselleşme diğer uluslarda olduğu gibi bizim ulusumuzda da insanî ve ekonomik çöller yarattığına göre, hayatî ulusal çıkarlarımızı korumalıyız.
Ulusumuz, yüzyıllar boyunca tedrici olarak taşralaşmış ve Fransızlaşmış halklardan gelenleri hep Fransızlara dönüştürmüş olan iki mesaj taşır içinde: Etnik çeşitliliğin toplumla bütünleşmesi/entegrasyonu, sonra da tahrip etmeden bu çeşitlilikten beslenen daha üstün büyük bir birlik içinde dinî çeşitliliğin toplumla bütünleşmesi/entegrasyonu. Başka deyişle, Fransa’nın gerçekte çokkültürlü olduğunu tanımak, göçmenlerin çocuklarına kendini Fransız hissetme olanağını vermektir. Öte yandan, 1789 genetik koda bir özgünlük katmıştır: Fransız olmak bir determinizme/belirleyiciliğe maruz kalmak değildir, Fransız olmak istemektir. 14 Temmuz 1790 bayramındaki heyetler, “Büyük ulusun parçası olmak istiyoruz” diyorlardı. 19. yüzyılda, Fustel de Coulanges ve Renan, Fransa’yı kandan değil bir ruhtan gelen bir varlık olarak telakki ediyorlardı; böylelikle, Cermen kültürlerine karşın, Alsace’lılar Fransız olmak istiyorlardı ve kendilerini ruhen Fransız hissediyorlardı. Toplulukları ve dayanışmaları gevşetip çözmeye yönelen kimliği belirsiz ve kimlikleri belirsizleştirici kuvvetler tarafından tehdit edilmemiz arttıkça, söz konusu toplulukları ve dayanışmaları kurtarmaya çalışmalıyız. Kapalı milliyetçilik, bizi Avrupalı komşularımızla ve yeryüzündeki diğer halklarla dayanışma içine sokacak her şeye karşı çıkıyor. Vatanseverliğimiz aynı zamanda insancıl/hümanisttir. Okullarda bu öğretilseydi; öğrenciler Fransa tarihinin her şeyden önce fetihlerden ve sömürgeleştirmeden ibaret olmadığını, aynı zamanda ve bilhassa çeşitliliğin toplumla bütünleşmesi/entegrasyonu olduğunu; derin bir topluluk ve, Montaigne’den Hugo ile Jaurès’e kadar bütün büyüklerin haykırdığı gibi, insanlık sevgisi olduğunu görürlerdi.
Ulusal Cephe’nin başarısı bir başka hâdiseyi de görünür kılıyor: Küreselleşmenin, sınırların ortadan kalkmasının, ânında “yeryüzüyle bağlantı kurma”nın (sosyal ağlar, yeni teknolojiler, ulaşım kolaylıkları, tüm biçimleriyle hareketlilik sayesinde), ama aynı zamanda bununla eştözlü olarak prekarizasyonun/güvencesiz istihdamın, eşitsizliklerin, ticaret dogmasının ve muayyen sayıda kerteriz noktası kaybının (özellikle dinlerin üzerinde durdukları zeminin dağılmasına bağlı olarak) yaşandığı bir durumda, yurttaşlar, görülebilir, sınırları belli, anlaşılır olan ve hem coğrafi hem kimliksel, kültürel, dinî yakınlıklarının olduğu bir çevreye kavuşma özlemindeler. Kısacası, bir ulusa ve ‘homojen” ve “içimizi rahatlatan” bir topluma dönüş… Hem dünyayı, hem de her yurttaşın kendi dünyasını, aşırı acul ya da düzensiz bir şekilde mi açtık yoksa?
Morin: 1990’lı yılların başından itibaren, yerkürenin tekno-ekonomik birleşmesi biçimlendi. İnternet, kablosuz telefon, sınırların idarî bakımdan ortadan kalkması, her yönde gayri-maddileşme, anlık küresel para kanalları, Çin’den Rusya’ya ve Latin Amerika’dan Afrika’ya kapitalizmin yayılması: Yaygın olarak kabul ettirilen fikirlerin aksine, bu küreselleşme hâdisesi yeryüzünün birçok kısmında büzülmeyi, “tekrar kapanma”yı ve hatta –ideolojik, dinî, siyasî, kültürel– gevşemeyi kolaylaştırmıştır.
Bu çokbiçimli küreselleşmeyle aynı anda Yugoslavya’nın parçalanması, Çekoslovakya’nın ikiye ayrılması, neredeyse her kıtada ayrılıkçı stratejilerin ortaya çıkması ilginç değil midir? Bizzat Sovyet imparatorluğunun parçalanması da bu yeni diktat’ın/dikte edilenin sonucu değil midir? İşlenen hata [Edgar Morin bunun teşhisini La Voie (“Yol”), Fayard, 2011’de yapmıştı, Fr.Y.N.] karşıt iki zorunluluk olan küreselleştirme ile yerelleştirmeyi birleştirmek için uğraşmamış olunmasıdır. Halklar arasında anlayışa ve refaha elverişli bütün iletişimleri kolaylaştırmak için küreselleşme; arazileri, ulusları ve insanî ya da ekonomik çöller haline gelmeye yazgılı o bölgeleri kurtarmak maksadıyla da yerelleştirme. Büyümeyle ufalmayı, kalkınmayla kuşatmayı bir arada yürütmek bir zorunluluktur. Bir örnek de, bu “karmaşık düşünce”nin yerine konforlu “ikili düşünce”nin tercih edilmesidir.
Tabii, kitlesel biçimde ilerici olan bir Avrupa’nın bağrında tek başına bir ada oluşturmuyor Fransa. Popülist, yabancıdan korkan, Avrupa-aleyhtarı oluşumların popülerliği, kangreni her yere yayıyor. Polonya’da medya özgürlüğünü boğmaya ve Anayasa Mahkemesi’ni kullaştırmaya canla başla girişen Jaroslaw Kaczynski’nin Hukuk ve Adalet Partisi’nin “cüretkârlığı”nın da gösterdiği gibi, Macaristan artık yalnız değil. Fransızlar’ın büyük kısmı tarafından hiç sevilmediği 2014’teki niyete mahsus son seçimde açığa çıkan Avrupa Birliği, elli yıl boyunca faşizme karşı bir siper teşkil etmişti. Azar azar faşizmin ürediği yeni bir zemin haline mi geliyor?
Morin: Hazin bir gerçek bu. Avrupa, misyonunda başarısızlığa uğradı. En başta da, aşırı finanslaştırmanın, spekülasyon mekanizmalarının ve çokuluslu şirket çıkarlarının ekonomik sistemi çürütmesine ses çıkarmayarak yaptı bunu. Başlangıçta sâfî ekonomik olan bu bozulma, daha sonra toplumsal, kültürel ve elbette siyasî alanlara sirayet etti. Avrupa yurttaşlarının korkularının yatışmasına yardımcı olabilirdi; oysa acı çekip endişe duyanların çoğu, egemenliklerin zayıflamasından, ulusal bağımsızlıklarının dayanıksızlaşmasından, işçi göçüyle elek haline gelmelerinden Avrupa’yı sorumlu tutuyorlar. Böylece, tehdit ve düşman haline gelmiş yabancıya karşı önce güvensizlik, sonra korku, daha sonra da nefret duyulması, vicdanlara asalak gibi yapışmıştır. Vatanseverliğimizi Vatan-Yeryüzü severliğimizle bütünleştirmek kalıyor bize.
Aşırı sağ doktrinler, önceden buna karşı donanımlı olduğu zannedilen demokrasilere bile bulaşıyor. Büyük Britanya’nın durumu bu; onun da ötesinde, ABD’nin cisimleştirdiği Anglo-Sakson kıtanın da. Cumhuriyetçiler başkanlık seçimlerinde temsilcilerini tayin etmeye hazırlanıyorlar. Ülkenin yakın tarihinde, yaşam biçimleri hususunda aşırı-radikal, aşırı-ahlâkçı, ya da aşırı-kavgacı tavırlar birbiriyle yarıştı. Ama kime oy vermeye niyetli olduğunun sorulduğu yoklamalarda, Donald Trump gibi ayan beyan ırkçı bir aday hiçbir zaman öne çıkmamıştı. Bu göç ve özgürlük toprağının buna boyun eğmesi, ağır bir mânidarlıkta…
Morin: ABD büyük seçim sürprizleri ve hayret verici yön değiştirmeler yaşanan bir ülkedir. Barack Obama’yı seçebilir; ama Donald Trump kadar alenen ırkçı olmasa bile, Irak’ta insanî, jeopolitik, mali bir felakete yol açan bir savaş yürütmüş olan bir Georges W. Bush’u da seçebilir; bu savaşın yeryüzü çapında neden olduğu uygarlık felaketinin yıkıcı etkileri hâlâ sürmektedir. Bu Amerika’dan en iyiyi de en beterini de bekleyebiliriz. Donald Trump’ın Cumhuriyetçi aday yoklamalarında başı çekmesi, bu ülkenin, hatta dünyanın bütününün, yurttaşları çaresiz, yolunu şaşırmış, uygun ideolojik dayanaktan yoksun bırakan bir belirsizlik çağından geçtiğinin belirtisidir.
Donald Trump ve Marine Le Pen’in seçmenlerinin gözündeki ortak noktaları, “özgürce konuşma”yla birlikte “harbi konuşma”ları da. Hem harbi konuşup, hem yararlı ve doğru konuşmak nasıl mümkün olabilir? Ağzı bozmadan (demagoji, popülizm, karaçalma) nasılharbi konuşulabilir?
Morin: Donald Trump ile Marine Le Pen’in taraftarları onların doğruyu söylediklerine inanıyorlar. Bu izlenimlerine aldırmayalım ve hakiki panzehire odaklanalım: Siyasetin profesyonellerini, dilin çağdaş gerçekliklerine ve yurttaşların beklentilerine artık katiyetle tekabül etmeyen tumturaklı laf kalabalığından vazgeçmeye ikna edelim. Yurttaşlar, anlaşılır ve sade, sahici ve sorumlulaştırıcı mesajlar dinlemeyi özlüyorlar. Ulusal Cephe’nin “popülizm”ini (tuhaf kelime) kınamak ya da proto-faşizmine verip veriştirmek, onun yolunu kesmeye hiç yaramıyor; yapılması gereken, yol değiştirip yeni bir başka yolu göstermektir.
Sağlığını koruma düşkünlüğü, mikropsuzlaştırma, tutuculuk, tekbiçimlileşme, siyaseten doğruluk, özgürlüklerin büzüşmesi: Fransa, siyaset sınıfının azdırdığı bir aşırı ahlâkîleştirmeye uğradı; Ulusal Cephe’nin belâgati de bundan ekmek yiyor. Sol’un cevherini oluşturmuş olan iliğini boşaltan ve onu diskalifiye eden de fütursuzca toplumsal, ekonomik, etnik, dinî, eğitimsel gerçeklikleri dillendirmemesi, es geçmesi ya da bunları araçsallaştırmış olması değil mi? 2016’da “sol”dan ya da “bir” soldan olmanın hâlâ bir anlamı var mı?
Morin: “Sol”, 20. yüzyılın tarihinde sol“lar”ın birbirlerine karşı yürüttükleri çetin kavgaların da kanıtladığı gibi, tek bir bütünlük değildir elbette. Komünist Parti’den Sosyalist Parti’ye, “sol” hareketler tedrici olarak zayıflamıştır; bu ideolojik ve siyasî zemin kaybının yerini de hiçbir şey dolduramamıştır. İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen onyıllarda Almanya ile Fransa’da gerçekleştirilen Kerim Devlet ve Sosyal-Demokrat Devlet’ten sonra, neo-liberalizme dönülmüştür. Bundan sonra, topluma nüfuz eden bir ihtiyaç vardır: Şimdinin ve geleceğin karşısına çıkabilen bir düşünce ihtiyacı. Üzerinde çalışıp hazırlanması gereken budur.
Soldan olmak nedir ? Benim gözümde, çok sayıda kökten beslenmektir bu: özgürlükçü kök (bireyin serpilip gelişmesi), sosyalist kök (toplumun iyileştirilmesi), komünist kök (ortaklaşalık ve kardeşlik) ve tabiatla yeni bir ilişki kurabilmek maksadıyla artık ekolojik kök. Soldan olmak, aynı zamanda, bireyin serpilip gelişmesine de uğraşmak ve insanlık adı verilen devasa bircontinuum’un (sürekliliğin) son derece ufak bir parçası olduğumuzun bilincine varmaktır. İnsanlık bir serüvendir ve “soldan olmak”, alçakgönüllülük, dikkat, temizyüreklilik, talepkârlık, yaratıcılık, diğerkâmlık ve adaletle bu olağanüstü serüvene katılmaktır. Soldan olmak, zulmün dehşetini kendine karşı hakaret olarak hissedebilmektir; bu sayede toplumsal ve ahlâkî biçimleri de dahil olmak üzere tüm sefalet biçimlerinin anlaşılması mümkün olur. Soldan olmak, her aşağılamayı bir dehşet gibi hissedebilme kapasitesini içerir daima.
Geleneksel oluşumların ve sosyolog Michel Wieviorka’nın deyişiyle “aynı anda hem derin dondurucuya alınması hem de çürümeleri”nden yararlanan Ulusal Cephe’nin popülerliğinin en büyük sebeplerinden biri, Fransız siyasî sistemi. Siyasî icra zamana aykırı, yeni toplum gerçeklikleriyle ve halkın yurttaşlık hakkına dayalı beklentileriyle zamansal ayarı bozuk. Demokrasi derinlemesine hasta. “Belki henüz kış mevsimine girmedik, ama hazan mevsimine yaklaşıyor olmamız kuvvetle muhtemel” diye belirtiyor korkusunu, siyasetbilimci Pascal Perrineau. Demokrasiyi tekrar canlandırmak hâlâ mümkün mü? Fransızlar’ın demokratik ifadelerinin özünü oluşturan seçim yoklamalarından bağımsız yaşatabilir miyiz demokrasiyi?
Morin: Siyasî yenilenme ancak alt-siyasî ve üst-siyasî süreçlerle gerçekleşebilir. Bu süreçler sivil toplumun içinde farklı farklı şekillerde doğuyor. İnsan ilişkilerini düzelten ve “tekrar insanîleştiren” muhabbet oluşumları (formations convivialistes) her tarafı sarıyor, bireysel sorumluluklara ve kolektif demokrasiye tekrar hayat veriyor: Toplumsal ve dayanışmacı ekonomi artık ekonominin yüzde 10’unu temsil ediyor; kooperatifler gelişiyor ve etkililiklerini ispat ediyor –mesela Latin Amerika’daki, çocukların suçlara karışmaması ve okuryazarlığı artırmak için mücadele etmeyi sağlayan kusursuz girişimler–; Pierre Rabhi’nin tarımsal-ekolojik felsefesi, aşırı sanayileşmiş ve aşırı küreselleşmiş olup hem toprakları hem zevkleri, hem de sağlığı tahrip eden sömürücülüğe karşı, iyi, sağlıklı ve doğru beslenmeyi tekrar saygınlaştırıyor.
Yeni bir tüketici bilinci çıktı ortaya; kısa ve doğrudan kanallardan ve bize yakın yerlerin üretimini tüketmekten yana kavga veriyor. Kısacası, sivil toplumun bağrında, demokrasiyi tekrar icat etmeye katkıda bulunan ve bize dayanak teşkil etmesi gereken, çok dağınık bir eylem kaynaşması var. Tek bir örnek olarak, düşünülüp taşınılmış ekolojik tarımı ele alalım; bir gün, tüketicilerin bilinçlerinde kök saldırmayı başaracağı şey o kadar güçlü olacaktır ki, Tarım Bakanı kendisini çokuluslu şirketlere ve büyük alışveriş merkezlerine kıskıvrak bağlayan zincirlerden kurtulabilecek ve bunu programının bir önceliği haline getirebilecektir.
Eğitimli de olsa eğitimsiz de olsa, gençliğin apolitik olduğunu düşünmek de yanlış. Yurttaşlık hizmetlerdeki başarıları, girişimlerindeki serüvenler, karşılıksız bağlanmaları, dernekler dinamizmine katkılarının da tanıklık ettiği gibi, gençler siyasî iradelerini başka şekilde somutlaştırmaya uğraşıyorlar; yani toplumda farklı biçimde aktörlük yapmaya, bağlar kurmaya, anlam ve yararlılık üretmeye uğraşıyorlar. Bugün fosilleşmiş olan temsilî demokrasi sistemini sarsmaya hazır bir gençlik bu.
Morin: Ergenlik bir topluluğun bağrında kişisel olarak serpilirken yaşama hevesinin yükseldiği andır. Ama bu heves aldatılabilir. Maoizm tarafından aldatılmıştır, Ulusal Cephe tarafından da aldatılabilir. Umut güçleri buradadır. Tabii ki bütün bunlar kırılgandır ve bu umut etme nedenleri, çözülmüş olan buzların aniden tekrar donmasıyla yok edilebilir. Ama bal gibi vardır.
“Özne olmak”, yani serbestleşmek, özerkleşmek, kendini hayata geçirmek, bir gerçeklik midir, yoksa bir kuruntu mu? Demokrasi hangi koşullarda “özne olma”ya ve “ortak kılma”ya olanak verebilir?
Morin: Burada konunun… özne konusunun tam merkezindeyiz. Kişisel reform ve toplumsal –yani siyasî, toplumsal, ekonomik– reform birlikte anlaşılır; cepheden yürütülmelidirler ve karşılıklı olarak birbirlerinden beslenirler. İşaretler zayıf ve dağınıktır; ama vardır ve onlara umut bağlanmalıdır.
Şu karanlık kışta bir ışık belirdi: Dünya İklim Konferansı (COP21) herkesin selamladığı bir nihaî metni doğurdu. Tabiatla ve “bütün” canlı maddeyle bağlantımız; gezegeni kurtarma, bunun için de varoluşsal paradigmalarımızı derinlemesine gözden geçirme, hiçbir zaman olmadığı kadar hayal kurma ve icat etme zorunluluğu, ortak bir tasarı inşa etme, geleceği tasarlama ve nihayet evrensel bir eser gerçekleştirme vesilesi oluşturabilirler mi?
Morin: Bu İklim Konferansı önemli ve anlamlı bir olay olarak kalacaktır. Zorlayıcı bir boyutu olmaması bir eksiklik elbette; ama farklı, hatta birbirine zıt çıkarları olan devletler tarafından bu metnin altına imza atılmıştır. Dolayısıyla gerçek bir ilerlemedir; hele bundan önceki büyük sosyete kokteyllerinin, en başta da 2009’da Kopenhag’daki hüsranın peşinden geldiği için. Yine de bir pişmanlık konusu var: Bu olay, iklim değişimi sorunuyla fazla sınırlıydı. Tabii ki bu sorun “büyük” ekolojik sorunun anahtar faktörlerinden birini teşkil ediyor, ama enerji, biyo-çeşitlilik, ormansızlaşma, sınaî tarım, besleyici toprakların kuruması, açlıklar, toplumsal tahribatlar, vb. sorunlardan ayrı ele alınamaz. Bütün bu konular bölünmez bir “bütün” oluşturur.
İnsan “tabiatı” ve onun direnme ya da boyun eğme, köleleşebilme ya da itaatsizlik kapasitesi hakkında bildikleriniz, çevresel, davranışsal ve manevi aggiornamento’yu (çeki düzen vermeyi) tüccar ve tüketimci buldozere karşı kabul ettirmeyi başaracağı umudunu veriyor mu size?
Morin: İnsanın kurtarıcı refleksleri uçurum kıyısında olduğu zaman ortaya çıkar. Henüz oralara gelmedik ve belki bu refleksleri bulamayacağız, ama umut edebiliriz. Öncelikle, önümüzdeki yüzyılda gezegenimizin durumu üzerine, tabiat itibariyle varsayımsal olan tahminlerde bir belirsizlik marjı olduğu için. Tehlike, fiiliyatta daha kütlesel mi, yoksa daha tahammül edilebilir mi olacaktır? Daha hızlı mı, daha yavaş mı? Ancak iddia ileri sürebiliriz. Tek hakiki ve kalıcı dönüşüm olan zihniyetlerin dönüşümünü gerçekleştirme zamanı bırakabilir bu. Kirli enerji kaynaklarına karşı mücadele etmek iyi, ama yeterli değil. Ancak ne olduğumuz ve ne olmak istediğimiz üzerine esaslı bir bilinçlenme, uygarlık değiştirme olanağı sağlayabilir. Papa Franciscus’un metinleri, bunun hem beklenmedik hem pırıltılı bir açıklamasıdır. Kaldı ki, bilinçlerimizdeki devrimimizde başarısızlığa uğramamız, aynı zamanda maneviyat, içsellik, tefekkür ve düşünce noksanlığı çektiğimiz içindir.
Dünya İklim Konferansı’nın başarısı Avrupa’daki Ekoloji-Yeşiller hareketinin seçimlerde yeni bir hezimete uğramasıyla aynı anda geldi. Ekolojist oluşumların siyasî yararsızlığını daha çok görünür kıldı ve ekoloji sorunsalı ile çevre kaygısının artık tüm partilerin hedefleri arasına girebildiğini gösterdi. Ekolojik siyaset arzının sonuna mı gelindi?
Morin: Alman muadillerinden farklı olarak, Fransız ekolojist siyasetçiler hiçbir somut belediye icraatına katılmadılar; sürekli kişisel çekişmelerle bölündüler; René Dumont, Serge Moscovici ve André Gorz’un onlara sundukları ekolojik düşünceden beslenmediler –Edgar Morin’le birlikte 2007’de “Ekolojik Çağın 1. Yılı”nı (L’an 1 de l’ère écologique, Tallandier) yayımlayan (Fr.Y.N.) – Nicolas Hulot’yu sersemce kıyıya ittiler. Yenilenen bir ekolojik hareketin aydınlatıcı ve teşvik edici bir rol oynayabileceğini sanıyorum, ama gerçek ekolojik güçler özellikle parti dışında gelişmemiş midir? Tarımsal ekoloji uygulaması, Pierre Rabbi’nin Colibri hareketi, Philippe Desbrosses’un siyasî-kültürel eylemliliği, eko-semtler, Amap’lar, ya da Sivens Barajı’na veya Notre-Dame-des-Landes Havaalanı’na karşı sahaya inen bir gençliğin kendiliğinden atılımları gibi.
Son olarak, gezegenin bahis konusu olması ve akıl yürütmelerimizi altüst etme gerekliliği, günümüzde çoğu zaman karşı-tezler oluşturan iki ilerleme biçimini uzlaştırmaya sevk edebiliyor bizi: Hiçbir zaman bugünkü düzeylere ulaşmamış olan teknolojik ilerleme ile, insanlığın “hali”ne bakarak hüküm verilirse benzer bir eğri izlemekten uzak insanî ilerlemeyi…
Morin: Bu uzlaşmanın başlangıcı bilimsel ve teknolojik ilerlemenin denetlenmesiyle olur. Nükleerden genetik oynamalara kadar, denetleme yokluğu büyük tehlikelere kapı açmaktadır. Toplumsal ve insanî tehlikeler de dahil buna. Dinamikleri birbirinden bu derece ayrı kaldığı müddetçe, teknolojik ilerleme ile insanî ilerleme nasıl birlikte yürütülebilir? Nitekim bilime, tekniğe ve ekonomiye, denetimsiz olduğu ölçüde hayret verici bir büyümeyle doping yapılmaktadır. Oysa etik, ahlâk ve insanlık, bizatihi artan bir barbarlık durumu içinde kalmaktadır. En beter felaket ise önümüzdedir: Bilimin göz kamaştıran yetenekleri insan ömrünün uzayacağını ve hem insan ilişkilerini geriletecek hem de benzeri görülmemiş bir barbarlık durumu getirecek olan robotlaşmanın umumîleşeceğini haber vermektedir. İnsanlığın önündeki en büyük meydan okuma budur işte.
Denis Lafay – La Tribune
Çeviri: Haldun Bayrı
Kaynak: Medyascope.tv