Emperyalist feminizm, kadın haklarının ABD emperyalizmine hizmet uğruna gasp edilmesi üzerine kuruludur; Ortadoğu’daki saldırganlığı meşrulaştırmak için de sıklıkla kullanılmaktadır. Peki gerçekten özgürlükçü müdür?
Güncel bir CNN röportajında* gazeteci Alisyn Camerota, din âlimi Reza Aslan’a “Müslüman ülkelerde kadınlara ve azınlıklara yönelik ilkel tutum” göz önüne alındığında İslam’ın şiddet içerikli olup olmadığını soruyor. Aslan’ın cevabı ise Müslüman nüfusun hâkim olduğu birçok ülkede, kadınların konumunun farklılık gösterdiği şeklinde oluyor. Örneğin ,Suudi Arabistan’da kadınlar araba kullanamazken, bir başka Müslüman ülkede 7 kez kadın devlet başkanı seçilebiliyor. Ancak o, ABD’nin henüz bir kadın başkanı olmadığına ilişkin cümlesini tamamlayamadan diğer sunucu Don Lemon tarafından sözü kesiliyor: “Yine de dürüst ol Reza, genellikle bu tür devletlerin toplumları kadınlar için özgür ve rahat değil.”
Muhtemelen “özgür ve rahat” olan Lübnan veya Bangladeş’i hiç görmemiş ve Fas, İran ya da Mısır’daki kadın hakları mücadelesi hakkında tek satır okumamış Camerota ve Lemon gibi insanlar; nasıl oluyor da kadınlara Müslüman ülkelerde “ilkel” davranıldığından bu kadar emin olabiliyor? Lemon neye dayanarak Aslan’ın bu konuda dürüst olmadığını varsayıyor ve hangi yetkiye dayanarak onu dürüst olmaya çağırıyor? Nasıl oluyor da Müslüman ülkelerdeki kadın hakları konusunda gözleme dayalı kanıtı pek az olan veya hiç olmayan Batılı yorumcular, İslam ve kadın hakkında rahatça fikir beyan edebiliyorlar?
Cevap, gelişimi iki yüzyıldan daha eskiye dayanan, her zaman her yerde rastlanan, kanıksanmış ve sorgulanmayan ideolojik çerçevede yatıyor. Bilim insanları tarafından kolonyal feminizm olarak adlandırılan bu ideolojik çerçeve, kadın haklarının imparatorluğa hizmet uğruna gasp edilmesi üzerine kuruludur. Bu retorik, 19. yüzyılda Avrupa kolonyalizmi bağlamında doğmuş; özgürlükçü, aydınlanmış bir Batı tarafından medenileştirilmesi gereken barbar, kadın düşmanı bir İslam imgesinin inşasına dayanan, cinsiyetçi oryantalizm anlayışıdır.
Bu güne gelindiğinde, Kolonyal/Emperyalist feminizm ABD’de farklı şekiller almıştır. Amerika’nın 2001 yılındaki Afganistan işgali, Emperyalist feminizm anlayışının kendisine bir bağlam oluşturmasına ve uyanışına da vesile olmuştur. Britanya’nın Hindistan ve Mısır’daki, Fransa’nın Cezayir’deki varlığına gönderme yapan ABD bu müdahalenin Afgan kadınlarını özgürleştireceğini iddia ediyordu. ABD’deki feministler ve liberaller Afganistan Devrimci Kadınlar Birliği (RAWA) gibi ABD müdahalesine karşı çıkan Afgan feminist örgütlerle ters düşerek, Bush yönetimi ile el ele verip Afgan Savaşı’nı desteklediler.
Obama Döneminde ise liberalizm Amerikan emperyalizmi ile daha da iç içe geçti. ABD/NATO işgalinin kadın haklarına katkısının pek az olduğuna dair sayısız bulguya rağmen, Uluslararası Af Örgütü ABD temsilciliği, devam etmekte olan işgal lehine kampanya yürütüyordu. 2012’de burka giyen Afgan kadınlarının resimleri “NATO: İlerlemeye devam!” başlıklarıyla halka açık yerlerde sergileniyordu. Daha sonra Af Örgütü tarafından düzenlenen zirvede, savaşın emperyalist feminist meşrulaştırma gerekçeleri, Madeline Albright gibi güçlü kadınların fikirleri vasıtasıyla yeniden gündeme getirildi.
Liberallerin Müslüman ve/veya beyaz olmayan kadınların aleyhinde tavır alma eğilimlerini nasıl açıklayabiliriz? Birçok sebep olmakla beraber kayda değer iki sebebi: ırkçılık ve emperyalizmdir. Farklı akımlara mensup üçüncü dünya feministleri, Batı’daki liberal feminizmin tarihi zayıflığının beyaz olmayan kadınlara karşı olan ırkçı, tepeden bakan tutumu ve onları birer müttefik veya özneden ziyade kurtarılması gereken mağdurlar olarak görmesinden ileri geldiği görüşünde birleşirler. Bu tutum hem Batılı ulus devletler içerisindeki beyaz olmayan kadınlarla ilişkilerde geçerli, hem de küresel bazda Güney’deki kadınlarla olan ilişkilerde. Madeline Albright ve Hillary Clinton gibi simaların dış işleri bakanı oldukları dönemlerde ABD emperyalizmini tırmandırmalarına rağmen feminist kurtarıcılar olarak gösterilmelerine imkân tanıyan da budur. Liberalizmin devleti, kapitalizm ve emperyalizmi geliştirmek için kullanılan baskıcı ve cebri bir aygıt olarak değil, tarafsız bir kurum olarak görmesi ise bu tip anlayışların kökünde yatan asıl sebeptir.
Kültür alanında ise Homeland gibi televizyon programları, emperyalist feminizmi sadece hikâye çizgisiyle ve kadın ana karakteriyle (Carrie Mathison) değil, aynı zamanda reklam kampanyalarıyla da yeniden üretirler. Dördüncü sezon yaklaşırken tanıtım kampanyası bize Mathison’ı “evinden uzakta”, haklı savaşta mücadele ederken gösteriyor. Mathison, kırmızı kapüşonu, mavi elbisesi ve beyaz yüzü ile Doğu karanlığına karşı duran Amerikan halkını temsil ediyor. Özgün kıyafetleri ve etkin duruşuyla liberal bireyciliği bünyesinde cisimleştirirken; siyahlar içinde, pasif, birbirinden ayırt edilemeyen Müslüman kadınlarla tezat oluşturuyor. Büyük anlatıda “biz”, kadınlara ve onların öznelliğine saygı duyan bir toplum olarak kurgulanırken, “onlar”ın kurgulanışında ise kadın düşmanı olarak klasik “medeniyetler çatışması” kolonyal tezinin tipik yeniden üretimi mevcuttur.
Bununla birlikte, emperyalist feminizm sadece batıdaki beyaz seçkinlerin alanı değildir. Küresel Güney’in işbirlikçi entelektüelleri bu ideolojinin üretiminde her daim büyük rol oynamıştır. Bugün ırk ötesi** dönemde, Emperyalist feminizmi cesaretlendiren yalnız beyaz liberaller ve feministler değil, Batı’da ve Küresel Güney’deki orta ve yönetici sınıf koyu tenli kadınlar da emperyalist feminizme yeni formların ve aktörlerin eklemlenmesinde bilfiil rol oynamışlardır.
Emperyalist feminizmin zaman zaman özne olarak Müslüman bir kadın imgesini (nasıl) içerdiğinin güncel bir örneği ise Batı medyasının Birleşik Arap Emirlikleri’nin kadın pilotu Maryam al-Mansouri’ye olan yoğun ilgisidir. ABD’ deki liberaller ve muhafazakârlar tarafından çokça methedilen al-Mansouri, körfez hükümdarlıklarındaki korkunç insan hakları sicilini örtbas eden bir araca dönüşmüştür. Müslüman bir kadın pilot imgesi standart kurban imajına sekte vuruyor olsa da büyük anlatı, ABD’nin “iyi Müslümanlarla” IŞİD’e karşı ittifak yürüterek haklı bir savaş sürdürdüğü şeklindeydi. T. E. Lawrence’ın yerinde ise Barack Obama vardı.
Liberal feminizm kadınların orduya katılımına genellikle olumlu bakmaktadır. 1991’deki ilk Körfez Savaşı’ndan sonra feminist Naomi Wolf ABD’li kadın askerleri “saygı ve hatta korku” uyandırdıkları, ayrıca kadın hakları mücadelesini ileri götürdükleri için övmüştü. Savaşta ölen 200.000’i aşkın Irak’lı erkek, kadın ve çocuktan ise hiç söz etmedi. Arap kadınları nasıl kendi kurtuluşlarını Suriye’ye bomba yağdırarak sağlayamazsa, ABD‘li kadınlar da kendi kurtuluşlarını emperyalizm kurbanlarının cenazeleri üzerinden sağlayamaz. Emperyalizm özgürleştirmez, boyun eğdirir.
*Yazı, İngilizce olarak 5 Aralık 2014 tarihinde yayınlanmıştır.
**Yazar orijinal metinde post-racial kavramını kullanmıştır.
Yazar: Deepa Kumar
Çevirmen: Mahur Özgül
Kaynak: Films for Action
Başlık Görseli: The Muslim Vibe